Kurak Günler son yıllarda durağanlaşan Türkiye sinemasından çıkan en iyi filmlerden biri. Ülkeyi saran baskı ve yılgınlık iklimini, hepimizin, ama en çok da azınlıklar, kadınlar ve LGBTİ+’ların yaşadığı “avlanma” hissini anlatan, tam pes edeceğimiz anda “mücadeleye devam” demekten korkmayan, yarı masal yarı gerçek bir hikâye bu. Yanıklar kasabasında açılan dev obrukların, o obrukların diğer tarafına geçme kavgasına tutulanların hikayesi. Bizim hikayemiz.
Cannes ve Antalya film festivallerinde coşkuyla karşılanan, Selahattin Paşalı ve Ekin Koç’un canlandırdığı gey karakterleriyle çok konuşulan film, yazarı ve yönetmeni Emin Alper’in ustalık işi. Kültür Bakanlığı’ndan alınan maddi destekle çekilen film, Queer Palm Ödülü’ne aday olmasının ardından bu karakterlerin senaryoya sonradan eklendiği ve bakanlığın kandırıldığı iddialarıyla karşı karşıya kalmıştı. Gelinen son aşamada bakanlık, filmden desteğini çekti ve geri ödeme talep etti.
Alper’le tüm bu süreci ve ötesini detaylarıyla konuştuk. Filmlerinin temsil ettikleri, içinde yaşadığımız dönemin travmatik etkileri, memlekete dair söz söyleme isteği ve bu yolda önüne çıkan engellerin derinliği… Kurak Günler’e gelince: Bugünden itibaren gösterimde ve şimdi en büyük ihtiyacı seyircisinin desteği.
Filmlerimde en çok vakit ayırdığım şey mekân seçimi. Kasaba, köy, dağ, yayla sevdiğim bir kompaktlık hissi yaratıyor. Yaratmaya çalıştığım klostrofobi duygusunu besliyor
Tüm öfkemi filme aktardım
Kurak Günler hem seyirci hem de eleştirmenler tarafından çok beğenildi. Bu kadar iyi filmlerin özelliği zamanda bir ana dokunmalarıdır. Kurak Günler neye dokundu da bu kadar sevildi?
Kurak Günler, son altı yedi yıldır yaşadığımız boğulma, çaresizlik ve yalnızlık hissiyatına karşılık geldi ve o yüzden bu kadar beğenildi diye düşünüyorum. Önceki filmlerimde hep dolaylı bir politik mesaj vardı ama daha zamansız, güncele dair bir şey söylemeyen filmlerdi. Bu filmde daha somut göndermelerle güncele kanca atmaya çalışıyorum. Çıkış niyetim yaşadığımız döneme dair bir şeyler söyleyebilmekti. Bu dönem yaşanıp bittikten sonra üzerine hiçbir şey söylenmemiş duygusu bırakmasın istedim bizlerde ve gelecek kuşaklarda. Yaşadığımız karanlık günlere dair, bire bir somut olaylara olmasa da yaşadığımız hissiyata dair geride bir iz kalsın istedim. Bu niyetle yola çıktım. Filmin seyircide bu şekilde karşılık bulması niyetimin gerçekleştiği hissini uyandırdı bende. Galiba seyircinin ve eleştirmenlerin benzer bir coşku göstermesinin sebebi bu.
“Geçirdiğimiz dönem” derken Gezi’den sonra artan şiddet ve baskı iklimini mi kastediyorsunuz?
Tabii. Gezi’den sonra başlayan ama 15 Temmuz’dan sonra artık tamamen hukuk sisteminin dışına çıkan olağanlaştırılmış olağanüstü hâl sistemini kastediyorum. 2013 birinci milat ama ikinci milat da 2016, 15 Temmuz.
Türkiye sineması o yaşadığımız döneme yeterince kuvvetli bir yanıt verebildi mi?
Şu ana kadar hayır. Bunun çeşitli nedenleri var. Eğer Hollywood gibi çok gelişmiş bir endüstriniz yoksa, yönetmenler bu tip dönemlere geciktirilmiş bir tepki veriyorlar. Bunun çok basit bir nedeni var: Bizim filmlerimizin yapılması üç-dört sene sürüyor. Ama ondan da önce, hayal dünyamızın yaşadıklarımızı sindirmesi zaman alıyor. Baskı mekanizmaları da bizlerin bu tip filmler yapması konusunda önemli bir caydırıcı işleve sahip. Sinema çok pahalı bir sanat dalı. Ticari filmler yapmıyorsanız fon sistemiyle çalışıyorsunuz. Fon sistemi de doğrudan politik denetim altında ve bu da istediğiniz filmleri yapmanıza başka bir engel.
Filmin sırf Türkiye’de yaşadıklarımıza dair değil, dünyada yükselen otoriter popülizm dalgasına bir cevap niteliğinde olduğunu bir çok kere söylediniz. Otoriter popülizm arttıkça yükselen bir takım değerler var: bilimin küçümsenmesi, aile kavramının daraltılması ve karşısına bir düşman oturtulması gibi. Peki otoriter popülist dönemin sinemasını nasıl tarif edersiniz? ;
Özel olarak bir sineması var mı emin değilim. Art-house filmler otoriter popülistlerin hedef gösterdiği liberal “entel” camianın elinde. Otoriter popülistlerin en sevdiği şeylerden bir tanesi tırnak içinde kaba zevkleri olan halkı daha ince zevkleri olan elitlere karşı mobilize etmek. Daha kozmopolit, festival festival dolaşıp filmini gösteren “halka yabancı” sanatçılara karşı mobilize etmek. Bırak art-house sinemayı, Hollywood bile fazla solda kalıyor bugün otoriter popülistlerin istediği sinemaya göre. Hollywood’un son yıllarda ne kadar anti-Trump bir çizgide olduğu malum. Otoriter popülistlerin en büyük düşmanlarından biri de Netflix. Niye çünkü “Netflix Aile yapısını ortadan kaldırıyor, gençleri geyliğe özendiriyor” deniyor. Bunlar sadece Türkiye’de değil Macaristan’da, Rusya’da da konuşuluyor. Otoriter popülistler kendilerinin tanımladığı biçimiyle daha yerel, daha “milli” bir sinema yapmak istiyorlar Söz konusu milliliği ise tamamen kendi ideolojileri çerçevesinde tanımlayıp bu değerleri bütün ulusa aitmiş gibi sunmaya çalışıyorlar. Bu değerlerin dışında kalanlarıysa açıkça ötekileştiriliyorlar. Bu “milli” sinema Türkiye’de de yapılıyor, biz görmüyoruz sadece. Festivallerde gösterilemeyecek, vizyonda da ses getiremeyecek derecede niteliksiz bunların çoğu maalesef. Hükümet çok ciddi bir yatırım yapıyor bu tür filmlere. Sinema ayağında da Kültür Bakanlığı yılda 50 filme destek veriyorsa bunun 20-30 tanesi bizim hiç görmediğimiz, festivallerde, salonlarda yer bulamayan, sözünü ettiğimiz muhafazakâr değerleri ve yeni popülist hissiyatı yansıtan filmler.
Kurak Günler’in yolculuğu da Gezi ile birebir bağlantılı. Gezi Davası'nda 18 yıl hapis cezası verilen Çiğdem Mater filmin yapımcılarından. Osman Kavala da sinema kariyerinin başlamasında etkisi olan bir isim. Bu tutuklamaların Türkiye kültür hayatına nasıl bir etkisi oldu?
Türkiye kültür hayatından bireysel hayatlarımıza kadar travmatik bir etkisi oldu. Maalesef toplumumuzun geneline yayılmış bir travma değil bu, hala toplumun önemli bir kısmı bu davaların nasıl sonuçlandığını bilmiyor. Ama davayı yakından takip eden bizler için çok ağır bir travma. Sadece bu insanları yakından tanıdığım, arkadaşlarım oldukları için değil. Gözümüzün önünde masum insanların hayatlarının karartılması, çocukluğunuzdan beri ahlaki formasyonunuzun oluşmasında yer etmiş bir hakkaniyet ve adalet duygusuna saldırı. Bununla birlikte yaşamak kolay değil. Bu travmanın bir etkisi daha var: Çok ciddi bir öfke birikimi, öfke patlaması. Sinema dünyasında benim beklediğimden çok daha güçlü bir dayanışma oldu Çiğdem’i sahiplenmeye yönelik. Bu kadar yıldırma ve korkutmaya rağmen imza kampanyalarına çok sayıda insan destek verdi ve Antalya Film Festivali’nde bir çok sinemacı risk alarak bu konuyu sahneden dile getirdi.
Uzun zamandır ilk defa o kadar yüksek çıkan sesler duyduk. İnsanların daha cesaretli olmasını neye bağlıyorsunuz?
Antalya Film Festivali’nin artık CHP’li bir belediyede olması büyük bir etken. İnsanlar rahatladı. Birikmiş bir öfke, büyük bir adaletsizlik duygusu ve iktidarın değişebileceği umudunun ufukta gözükmesi de insanları cesaretlendirdi. Tünelin ucunda görünen ışık en azından üzerimize serpilmiş o yılgınlık havası ve ölü toprağının biraz silkelenmesine sebep oldu.
Siz bütün öfkenizi bu filme mi aktardınız?
Evet. Filmin sanatsal yönüne zarar vermeden öfkemi dengelemek, kontrol etmek, söylemek istediklerimi söylemek, benim için bu hikâyenin zorlayıcı taraflarından bir tanesiydi.
Çıkan sonuçtan memnun musunuz? Tepkinizi yeterince dile getirebildiğinizi düşünüyor musunuz?
Yok hayır. Gözetmeye çalıştığım denge itibarıyla soruyorsan evet. Ama öfkemi tabii ki yeterince dile getiremedim. Getirmem de mümkün değil. Bir sanat yapıtı aracılığıyla insanın tepkisini dile getirmesi çok zor. O yüzden zaten festivallerde o kadar uzun konuşuyoruz (Gülüyor)
Bakanlık destek parasını geri istedi, bu bir ilk
Filmde iki gey karakter ve onların maruz kaldığı homofobi, şiddet ve düşmanlaştırmaya yer veriyorsunuz. Bakanlığı kandırıp destek aldığınız ve bu karakterleri senaryoya sonradan eklediğiniz söylendi. “Devletten para alıp devlete çakan ikiyüzlüler” diye manşetler atıldı. Bu süreci ve işin doğrusunu anlatır mısınız?
Bir kere böyle bir şey teknik olarak mümkün değil. Bu destekler taksit taksit veriliyor. Asıl büyük taksit ikinci taksit ve çekimlerden sonra veriliyor. Ham görüntüleri gösteriyorsunuz. Biz de çekimden önce senaryonun bitmiş halini verdik. Senaryolar tabii ki değişiyor. Bizim filmleri yapmamız üç sene sürüyor. Üç sene boyunca bir senaryoyu kenara bırakıp, üç sene sonra birebir yapan yönetmene yönetmen denmez. Hikayeler oyuncuya göre değişir, mekâna göre değişir, sette, kurguda değişir. Benim senaryom da değişti. Ve evet hoşlanmayacakları şekilde değişti. Bunu bilmeyecek kadar saf değiliz. Ama biz bu değişikliklerin hepsini 2021 Mart ayında bakanlığa teslim ettik. Bakanlıktan yazılı bir cevap alamadık. Sözlü olarak “Sorun yok devam edin” dendi. Yazılı cevap istedik, gelmedi. Bunun da sebebini tahmin edebiliyoruz. Filmi çektik ve ikinci taksiti ondan sonra aldık. Asıl mesele Cannes Film Festivali’nden sonra patladı. Film Cannes’da Queer Palm’a aday olduktan sonra yandaş basın aracılığıyla bakanlık bürokrasisi üzerinde ciddi bir baskı kuruldu. Bana sorarsanız orada sinemamızın sağlığını, selametini düşünen bürokratlar halâ var. Onların inisiyatifine kalsa belki süreç daha farklı gelişirdi ama her meselede olduğu gibi yine iktidar içindeki bir grup harekete geçti ve bürokrasi üzerinde baskı kurdu. Ve en nihayetinde Bakanlık resmi olarak verdiği desteği geri istedi. Bu bir uzun metraj filme ilk kez yapılıyor. Daha önce kısa metraj bir filme yapılmıştı.
Sinemacılar hükümetin prensiplerine göre film çekeceklerine dair bir söz mü veriyorlar? Hangi gerekçelerle sizden hesap sorulabiliyor?
İlk senaryoyla çıkan filmin karşılaştırılıp paranın geri istenmesi gibi bir kural dünyanın hiçbir yerinde yok. Türkiye’de bunun getirilmesinin sebebi ise süreç içerisinde nahoş değişiklikler yapılmasını önlemek. Çünkü zaten senaryolar çok ciddi bir elekten geçiriliyor. “Kırmızı çizgilerimize dokunuluyor mu, siyasal iktidarın istemediği mevzulara giriliyor mu?”, bunlar ilk aşamada en önemli kriterler. Amaç o elekten geçtikten sonra yapılabilecek değişiklikleri engellemek.
Bir sonraki filminiz için de Kültür Bakanlığı desteğine başvurur musunuz?
Başvururum tabii. Bu bizim hakkımız. Çocuğumuzu devlet okuluna göndermek nasıl hakkımızsa, Kültür bakanlığı fonuna başvurmak da hakkımız.
Filmin Queer Palm’a aday olmasından bahsettiniz. Dünyada rolleri sahibinin oynaması gerektiğine dair bir temsiliyet anlayışı yerleşiyor. Emre ve Murat karakterleri için queer oyuncularla çalışmayı düşünmediniz mi?
Ben hiçbir zaman, filmin senaryosundan yapım aşamasına kadar, karakterleri gay olarak tarif etmedim. Filmde zaten Murat karakterinin hem erkeklerle hem kadınlarla birlikte olduğu belirtiliyor. Emre’nin ise gay olarak çizilmesi onun kendisine yönelik tecavüz suçlamasını tamamen ortadan kaldıran bir şey olurdu. Ben sadece bu karakterler heteronormatif standartların dışında olsun istedim. “Klasik standart heteroseksüeller olmasın,” dedim. Onun dışında özel bir tanımlama yapmadım. Oyuncularla çalışırken de ne Ekin’e ne Selahattin’e “Siz gay karakterlersiniz” demedim. Tam aksine “Bu yelpazenin herhangi bir yerinde olabilirsiniz, hayatınızın belli bir döneminde bu yelpazenin bir yerinde, başka bir döneminde başka bir yerinde olabilirsiniz” dedim. Toplumsal cinsiyet çalışmaları artık bu noktada zaten. Dolayısıyla özellikle gay bir oyuncu oynasın istemedim.
Queer sinemacılardan bir eleştiri aldınız: “Bizi filmlerine konu edenleri Onur Haftası’nda, 8 Mart’ta yürüyüşlerde yanımızda görmek isteriz” gibi. Buna katılıyor musunuz yoksa bir filmin kendisi de direnişin parçası olabilir mi?
Bunu söylemek bile abes ama benim kadar sokakta görünürlüğü olan bir yönetmene bunu söylemeyi basit ve çocukça bir sataşma olarak görüyorum. 8 Mart’a zaten erkekler gitmiyor. Ben şimdi hangi Onur Yürüyüşü ’ne gittiğimi mi anlatayım? Bunları çok ciddiye alıp cevap vermek istemiyorum. Ama o eleştirileri yapan arkadaşlarla karşılıklı oturup konuştuğumuzda anlaşacağımızı düşünüyorum. Ayrıca senin de söylediğin gibi herkes farklı biçimlerde politika yapabilir. Kimi eylemlere giderek, kimi yazıp çizerek.
Selahattin Paşalı daha çok gençlik dizilerinden tanıdığımız bir oyuncuydu. Filmde harikalar yaratıyor. Filme nasıl dahil oldu?
Burada Ezgi’ye teşekkür etmem lazım. Beni Selahattin ile cast direktörümüz Ezgi Baltaş tanıştırdı. Henüz hiçbir dizisi yoktu o sıralarda. Craft’ ta bir oyunda oynuyordu. Ezgi “Tam senin istediğin gibi biri var. Bir git oyunculuğunu gör” dedi ve 2018 yılında beraber gidip sahnede izledik. Ondan sonra Selahattin benim güçlü adaylarımdan biri oldu. Üç dört kişilik bir listem vardı. O üç dört kişiyi emin olana kadar defalarca deneme çekimine aldım ve sonunda Selahattin’le yola devam etmeye karar verdim.
Metafora dayalı ve politik filmler yaptığınız çokça söyleniyor. Uğur Vardan’a verdiğiniz bir röportajda “Metaforculuk üstüme yapıştı, ne yaparsam yapayım metafor diye okunacak diye korkuyorum” demişsin. Politik veya metaforik bir yönetmen olarak adlandırılmaktan neden çekiniyorsunuz?
Aslında çekinmiyorum. Onu söylediğim zamanlar art arda bunu negatif anlamda söyleyenlerle karşılaştım sanırım. Onun baskısını hissetmiş olabilirim. Şu an için öyle bir kaygım kalmadı. Şimdi biraz daha özgüvenli olduğum için o konuda daha rahatım. Ben filmlerimi yaparken hep şöyle düşündüm: Filmlerim bir metafor olarak algılansın ama metafor olarak algılamayan bir insan da o filmden zevk alsın. Örneğin Tepenin Ardı’nı bir metafor değil de, bir ailenin bir gecesi gibi izleyen seyirci de filmden bir şeyler alabilsin istedim. Genelde sanatçılar üzerinde bu konuda büyük bir baskı var. “Ay yine mi aynı şey?” gibi tepkiler çok yaygınlaştı. Belki o dönemde de üzerime bir sıfatın yapışmasından tedirgin olmuş olabilirim. Özellikle Türkiye’de bir tekrar korkusu var ve bence bu sanatçıların bir stil geliştirmesini de engelliyor.
Her filmde farklı bir şey yapsa bu sefer de onu eleştireceklerine eminim. “Bu ne ya? Karakteri yok, her filmde başka bir şey deniyor” denir. Bu taşra sineması konusunda da böyle. “Yine mi taşra hikayesi?” deniyor. William Faulkner’ın Türkçe ’ye çevrilmiş bütün romanlarını okudum. Hiçbir zaman da “Yine mi taşra hikayesi William Bey?” diye bir soru aklımdan geçmedi.
Bu Yaşar Kemal’e “Neden New York’ta geçen hikayen yok?” veya Wes Anderson’a “yine mi simetri?” demek gibi.
Kesinlikle. Yaşar Kemal’e “Yine mi Çukurova?” demek gibi. Kemal Tahir’ e “Yine mi Çorum?” demek gibi. Bana bu çok abes bir eleştiri gibi geliyor. Taşrayı hep aynı şekilde ele almak seyirciye belli bir bıkkınlık hissi getirmiş olabilir. Ama bizim sinemamıza baktığımız zaman inanılmaz bir heterojenlik görüyorum. Nuri Bilge Ceylan’ın taşrasıyla Kurak Günler’in taşrasının ele alınış biçiminin ne benzerliği var? Aynı şey Özcan Alper’in filmi Karanlık Gece için de geçerli. “Kurak Günler ile çok benzerlik var” dendi. Evet tematik benzerliklerin yanında ortada çok başka iki film var. Meseleleri ele alışı, üslubu bambaşka. Bu eleştiriler beni bir dönem rahatsız ediyordu ama şu anda çok umursamıyorum. Çünkü ben konularımı seçerken en son baktığım şey nerede geçtiği. Mesela Kız Kardeşler ’in ilk taslağı şehirdeydi. Hikâyeyi geliştirirken köye evrildi. Yoksa “Taşra gerçeğini anlatayım, oradan yola çıkayım” gibi bir motivasyonla film yapmıyorum. Hikâye anlatmaya önce mekân seçerek başlamıyorum
Taşra olmasa da filmlerinizde coğrafyanın etkisi olduğu aşikâr. Baskın, göz ardı edilemeyecek coğrafyaları seçiyorsunuz.
Çok doğru. Niye taşrada geçen filmler çekiyorum çünkü ben 15 yaşıma kadar taşrada yaşadım. Karaman ve Konya’da büyüdüm. Oraların hayal dünyamda büyük bir etkisi var. İkincisi kasaba, köy, dağ, yayla bunlar benim çok sevdiğim bir kompaktlık hissi yaratıyor. Klasik trajedide zaman, mekân, olay birliği vardır ya; hikâyenin tek mekânda geçmesi de neredeyse doğal bir set ortamı yaratıyor. Filmlerimde yaratmaya çalıştığım klostrofobi duygusunu besleyen mekanlar bunlar çoğunlukla. Belki bu yüzden buralardan cezboluyorum. Kurak Günler ’de de diğer filmlerimdeki gibi bir mikro kozmos yaratmaya çalıştım. Filmlerimde en çok vakit ayırdığım şey mekân seçimi. Filmlerin bu anlamda bir başarısı varsa tesadüf değil, aylara yayılan bir mekân arama sürecinin sonucu.
Kurak Günler’in lokasyonunu nasıl seçtiniz?
Yürütücü yapımcımız Selim Güntürkün’le arabaya atlıyorduk, kendimize bir coğrafya belirliyorduk. Belli başlı kriterlerimiz vardı: Kurak olsun, çorak olsun. Orta Anadolu, Güney Doğu Anadolu’nun bozkırları mesela. Önce harita üzerinde belirliyoruz sonra uçakla bir şehre gidip, oradan başlıyoruz tura. Arabayla kasaba kasaba dolaşıyoruz. Aradığımız özellikte mekanları yerel halka soruyoruz. Şimdi bu iş de nispeten kolaylaştı, internette çok fotoğraf var, önce fotoğraflardan bir ön eleme yapıyoruz. Ama neredeyse bir yıla belki daha da uzun bir zamana yayılan bir süreç bu.
Coğrafya kader midir?
Politik bir insan olarak şunu söyleyebilirim: hem coğrafya kader, hem yaşadıklarımız da her zaman metafor bizim gibi coğrafyalarda… Bunu yıllar önce Fredrick Jameson yazmıştı “Üçüncü dünya romanı zorunlu olarak ulus metaforudur” diye. Çok iyi anlıyorum ne demek istediğini. Anlattığım hikâye daha büyük bir resme referans yapmayınca kendimi tam olarak tatmin olmuş hissetmiyorum. Bu memlekete dair, siyasete dair daha büyük bir cümleye referans vermedikçe yaptığın iş masal anlatmak gibi geliyor. Bu refleks Yaşar Kemal’de, Kemal Tahir’de de var. Bence Nuri Bilge Ceylan’ın son dönemlerinde de var. Temelde daha anlamlı, daha manalı bir şey yapmış gibi hissediyorsun memlekete dair daha genel bir cümleye gönderme yaptığında. Tepenin Ardı’ndaki beş karakterin hikayesini kendi içinde bir hikâye olarak da anlatabilirsin. Ama o hikâye düşman yaratma, paranoyaya değinince, “İşte şimdi memlekete dair bir şey söyledim” hissiyatı oluyor ve bende daha büyük bir tatmin yaratıyor.
Bunun biraz da kendine karşı oryantalist bir bakış olduğunu düşünür müsünüz peki?
Yok. Bence bu az gelişmiş ülke aydınının kendini bir şekilde kamusal aydın olarak görmesiyle ilişkili. Bu giderek azalacak ve bitecek zaten. Oryantalist eleştirisi Jameson’a da yapıldı, “Neden üçüncü dünyadan eserler zorunlu olarak böyle olsun ki?” diye, o da kendini savunamadı açıkçası. Tabii bu batının üçüncü dünyadan beklediği hikayelerle de örtüşüyor. Ama ben kendime ve edebiyatımıza baktığımda bunun kamusal aydın olma sorumluluğuyla ilişkili olduğuna karar verdim. Bizim Kemalist annelerimiz, babalarımızdan öğrendiğimiz bir şey bu: Bu memlekete karşı sorumlu olma duygusu. Okumuş insanların bu memlekete dair bir şey söyleme sorumluluğu duyması. Söylediğin sadece kişisel dünyayla ilişkili olmasın. Bu topraklara dair bir söz söyle. Bunun tabii ki aykırı örnekleri de var. Yaşar Kemal’in karşısında Yusuf Atılgan da var. “Bütün üçüncü dünya aydınları böyledir” demek çok yanlış ve asıl oryantalist olan da bu bana kalırsa ama ben kendi kişisel hikayemi anlatmaya çalışıyorum ve belki yetiştirilme tarzımdan, belki eski kuşağa ait olmamdan, belki de politik olmaktan kaynaklı bir sorumluluk duygusu beni rahat bırakmıyor. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’na sormuşlar “Nasıl eserler yapmak istersiniz?” diye; “Ben hep Proust gibi yazmak istedim” demiş. Kendisi de bir Proust çevirmeni zaten. Kayıp Zamanın Peşinde’nin ilk çevirmeni. “Üzerimizde memlekete dair o kadar çok yük vardı ki, kişisel bir şey yazmaya fırsat bulamadık” demeye getiriyor. Ben de hep bir şeyler anlatmaya çalıştığımda kaçınılmaz olarak memlekete dair politik bir laf üretme kaygısı kafasını uzatıveriyor.
Üzerindeki sorumluluğu yerine getirdiğinizi düşünüyor musunuz?
Bu son derece içsel ve bireysel bir sorumluluk duygusu. “Yaptım, bitirdim” diyemem. “Çok güzel yapıyorum” da diyemem. Ama belki bir noktada “Tamam yeter artık” deyip tamamen kişisel bir hikâye anlatmak isteyebilirim. Nitekim kafamda böyle taslaklar da var.
Anne ve babanızın o sorumluluğu aşıladığından bahsettiniz. Ne düşünüyorlar filmlerinizle ilgili?
Söylediğim belirli bir ethos aslında. Bana hiçbir zaman doğrudan “Vatana millete hayırlı bir evlat ol” demediler ama bu öyle bir ortamdan öyle bir kuşaktan gelmekten doğan bir hissiyat. Babam maalesef hiçbir filmimi izleyemedi. Çok erken rahmetli oldu. Tam Tepenin Ardı çıkarken kaybettik babamı. Onu izlemesini isterdim. Annem çok seviyor. İstanbul’a gelemiyor ama ben onlara link yolluyorum veya film Konya’ya giderse izliyor. Kız Kardeşler’e gitmişti mesela.
Taşrada geçen filmler çekmenizde geçmişinizin etkisi var, peki politik konulara eğilmenizde akademisyenliğinizin ne kadar etkisi var?
Hem akademisyen geçmişimin, hem politik kimliğimin etkisi var. Ben üniversite yıllarımdan itibaren öğrenci hareketinin içinde, daha sonra ÖDP’de aktif siyaset yaptım. 2007-2008’den sonra sinemayla daha yoğun bir şekilde uğraşmaya başladım. Yaşanan hayal kırıklıkları sonucunda, ÖDP’nin de dağılmasıyla kenara çekildim. Benim üniversite yıllarında kültür ve sanatla tanışmamla politikleşme sürecim iç içedir.
“Sinema diploması yok” denilerek Boğaziçi ’nde sinema dersi vermesi engellenen Özcan Vardar Avrupa Film Akademisi’nden En İyi Kurgu ödülünü aldı. Bu anlamda Boğaziçi direnişi ve Mithat Alam Film Merkezi’nde yaşanan talanla ilgili neler söylemek istersiniz?
Yönetmem olmamda Boğaziçi Üniversitesi’nin çok büyük payı var. Boğaziçi’ni bitirmeseydim yönetmen olabilir miydim bilmiyorum. Bunda hem okulun özgürlükçü havasının hem kulüp hayatının etkisi var. Boğaziçi’nde sinema-televizyon bölümü yok ama Mithat Alam Film Merkezi adeta bir sinema-televizyon bölümü gibi işlev gören bir yerdi. Ben de Boğaziçi Üniversitesi Sinema Kulübü’nde ve kısmen de Mithat Alam’da yetiştim, sinemayı orada öğrendim. Boğaziçi’nden bu kadar çok yönetmen çıkması tesadüf değil. Nuri Bilge Ceylan, Pelin Esmer, Reha Erdem, Derviş Zaim, Seyfi Teoman, Zeynep Dadak… Böyle bir mirasın talan ediliyor olduğunu görmek çok acı veriyor. Yaşadığımız onlarca travmadan bir tanesi. Sizin hayatınızda çok önemli olmuş, memleket için de çok önemli olduğunu bildiğiniz, örnek bir kurumun yağmalanması insana çok ağır geliyor. Umarım Mithat Alam’ı ve üniversitemizi yakın bir zamanda kurtarır ve eski haline döndürürüz.
Mithat Alam ekolünden gelen bir sinemacı olarak şimdi de SİNEMATEK’in sanat yönetmenisiniz. Biraz burada yaptıklarınızdan konuşalım.
Sinematek İstanbul’a ve İstanbul halkına yönelik bir sinema merkezi. Her üç ayda bir sinema klasiklerine yönelik programlar yapıyoruz. En son 1930’lar Fransız sineması programı yaptık. Film gösterimlerini söyleşilerle, panellerle, film analizleriyle destekliyoruz. Çok karma ve genç bir kitlemiz var. 12 Eylül döneminde kapatılan Sinematek Derneği’nin mirasını hareketlendirmeye ve onu yeni koşullar içerisinde yeniden tasarlamaya çalışıyoruz.
Sinema artık bir lüks tüketim öğesi. Bilet fiyatları, ulaşım maliyeti derken bir ailenin sinemaya gitmesi büyük masraf. Bir de bunun üzerine seyirciyi zorlayan bir sinema adabı var. Telefonunu açmayacak, sessiz olacak. Tüm bunlar sinemayı küçük bir zümreye hapsediyor mu?
Şu an enflasyon yüzünden her şeyin fiyatını duyunca şok oluyoruz. Ama aslında bilet fiyatları diğer mal ve ürünlerin fiyatlarıyla kıyaslandığında çok artmadı. Ama tabii bunun seyirciye yansıması böyle olmuyor. Ama bundan da önemlisi: Covid ile birlikte dijital platformlar hayatımıza iyice yerleşti. Seyircinin o rahatlıktan taviz vermesini beklemek çok zor. Bir arabaya, otobüse bineceksiniz, orada bir buçuk saat kıpırdamadan, tuvalete gitmeden filmi izleyeceksiniz. Sinemaya gitmek artık ya meraklısı için ya da hafta sonu çıkıp gezme pratiğinin bir parçasına dönüştüren gençler için anlamlı. Sinema seyircisi giderek gençleşiyor. Ama çoluğu çocuğu olan, bu maliyeti yüklenebilecek orta sınıflar artık kendi sinemalarını evlerinde daha konforlu bir şekilde kurdular. Tabii ki çok üzülüyoruz. Sinemanın sinemada izlenmesi gerektiğini, o atmosferin evde asla sağlanamayacağını düşünüyoruz. Filmlerimizi hep sinemada izleneceği düşüncesiyle yapıyoruz. Kurak Günler bütün filmlerim arasında en fazla sinemada izlenmesini tercih edeceğim filmim.
Kurak Günler Recep İvedik ile aynı gün gösterime giriyor. Gerçi biri sinemalarda biri bir dijital platformda ama sosyal medyada iki afişin yan yana konulup bir karşılaştırma yapıldığı paylaşımlar . “İşte Türkiye’nin gerçeği” gibi. Sinemada böyle bir ikilik olduğunu düşünüyor musunuz?
Ticari sinema ve sanat sineması diye tabir edilen filmler arasında bu tarz bir ayrışma dünyanın her yerinde var. Ben Recep İvedik izlerim. Bu konuda hiçbir züppeliğim yok. Ben her tür film izlerim. Recep İvedik’i de izledim, hiç önyargım iyok. Tabii bazı ticari filmleri sonuna kadar izliyorum, bazılarını on beşinci dakikada bırakıyorum, o ayrı.
Dizilerle aranız nasıl? Neler izliyorsunuz?
Televizyondan dizi izlemek mümkün değil. Her gece iki üç saat harcayacak vaktim yok. Dijitalde de bazılarının ilk bölümünü bile bitiremiyorum, bazılarına devam ediyorum. White Lotus’u çok sevdim, ikinci sezonunu izliyorum şu anda. Tüm sezonu bir oturuşta değil hafta hafta izlediğim tek dizi, eşim Anna ile beraber heyecanla yeni bölümü yayınlanmasını bekliyoruz. House of the Dragon izliyorum. Sırada Euphoria’nın ikinci sezonu var.
BluT içinV çektiğiniz Alef, Variety’nin 2020’nin En İyi Uluslararası Dizileri listesine girdi. Şimdi de Disney+’a yeni bir dizi çektiniz?
Evet. Dizinin ismi “Arayış”. Kabaca bir adada mesken tutmuş gizemli bir grubun içinde bir kadının kendini arayış hikayesi. Ay yapım imzalı bir dizi. Senaryosu yine bana ait değil.
Kurak Günler’in her yerine yayılmış bir şiddet sarmalı var. Ama bu şiddet savcıya ve polise sıçramamış gibi duruyor. Oysa biz bunun pek de mümkün olmadığını biliyoruz. Neden böyle bir tercih yaptınız?
Savcının uyguladığı bir şiddet var aslında. Hatta her önüne geleni göz altına almaya başladığı üzerine bir eleştiri de alıyor filmde. Onun da elinde bir iktidar ve güç var. Ama o gücü farklı şekilde kullanıyor. Niye belediye başkanının temsil ettiği kötülüğe ortak değil? Çünkü filmin bütün yapısı bunun üzerine kurulu. Daha kentli, bize benzeyen, naif bir çocukcağız böyle bir kasabaya koyulsa ne olur? Temel hedefim bu sorunun peşine düşmekti. Polis mevzusunu daha önce düşünmemiştim, ama sanırım polisi de çok kötü karakter gibi çizerek orayı daha fazla karikatürize etmeyi, daha karanlık yapmayı istemedim. Karakol polisi vardır ya, sempatik, bir özel harekât polisi değil, kamusal olayları bastırmakla görevli bir polis değil, basit, kasabada bir karakol polisi. Zamanında kariyer tercihini polislikten yana yaptığı için öyle olmuş. Sıradan vatandaştan bu anlamda farkı yok. Ama iktidarın baskı mekanizması içinde bir tür araçtır tabii ki. Filmimizin polisi de biraz öyle. Ne kadar isteksiz de olsa savcı tarafından göz altılarda kullanılıyor, en son da savcıyı göz altına alma sürecinde kullanılacak. Bunu hiçbir zaman görmüyoruz ama savcıyı gözaltına almaya gelecek kişi gene o olacak.
Filmlerinizde hep bir rakı masası ve rakı masasından maraz doğması durumu var. Kurak Günler’in de en beğenilen ve komik sahnelerinden bir tanesi rakı masasında geçiyor. Seyirciyi önce gevşetip, güldürüp sonra da suça ortak ettiğiniz bir sahne bu. Rakı masası metaforu sizin için ne ifade ediyor?
Rakı masası da tıpkı kasaba ve taşra gibi çok elverişli bir laboratuvar. Karakterlerin birbiriyle çapraz diyaloglara girebildiği, alkolün etkisiyle eteklerindeki taşları dökebildikleri, içlerindeki hasetleri ortaya serdikleri, ani duygu değişimlerinin olduğu bir mekân. Alkolle beraber gerilimlerin had safhaya ulaşması ve bir patlama noktasına gelmesi fikrinden hoşlanıyorum. Fırsat bulduğum her yerde de bunu kullanıyorum (Gülüyor). Bu hesapladığım bir şey değil aslında, nasıl ki “Taşrada film çekeyim” diye yola çıkmıyorsam, “Bu filmimde de bir rakı sofrası olsun” diye de yola çıkmıyorum. Ama karakterleri bir düelloya sokmak icap ettiği zaman hemen başını uzatıyor rakı sahnesi. Ama muhafazakâr karakterle dolu bir film çekersem ne yaparım bilmiyorum.
Filmde muhalifler mevcut iktidarın seçimleri kazanmayacağından emin ve siyasi stratejilerini bunun üzerine kuruyorlar. Bunu yaklaşan seçimlere yönelik bir yorum olarak mı okumalıyız?
Ben filmi 2018’de yazmaya başladım. 2023’ü düşünerek yazmadım. Önümüzdeki seçimler üzerine bir projeksiyon değil, geçmiş seçimlerde yaşadığımız hayal kırıklıklarını anlatan bir senaryo bu. Son yıllarda bütün seçimleri böyle yaşadık ya: “Bu sefer o kadar oy alamazlar” diye. Dünyada da benzer şeyler yaşanıyor. En son Macaristan’da Orbán’ın seçilmeyeceğine inanmıştı herkes, Brezilya’da Bolsonaro kıl payı kaybetti. Ama arada sevindirici seçimler de oluyor. Amerika’daki ara seçimler beklenenin aksine Demokrat Parti lehine sonuçlandı mesela. Daha doğrusu Cumhuriyetçiler beklediklerinin çok çok altında bir galibiyet aldı.
Tecavüz mevzu bile olmuyor
Filmde bir kadına tecavüz ediliyor. İlk anda bizi şoka sokan hikâyenin, film ilerledikçe aslında kimsenin umurunda olmadığını görüyoruz. Kadına şiddet, erkin elinde bir aksesuara dönüşüyor.
Tam da anlatmak istediğim buydu. Savcının umurunda aslında. Önünde bu dosyayı kapatmak gibi bir seçenek olduğu halde ısrarla meseleyi takip ediyor. Ama kasabanın hiç umurunda değil. Seçimlerde mevzu bile olmuyor. Su mevzusu bir anda her şeyin önüne geçiyor. Bizim memlekette her gün yaşadığımız şey bu. “Artık halkımızın midesi bunu kaldırmaz” dediğimiz anda başka bir konunun hemen öne geçmesi ve o korkunç olayın seçmen tavrını hiç etkilememesi. Bu suç hikayesi de bu realitenin küçük ölçekte bir yansıması.
Türkiye Oscar şansı yüksek film çekemedi
Kurak Günler Oscar’a seçilmedi. En İyi Yabancı Dilde Film kategorisi için “dünyanın her köşesinden gelen en iyi filmler” diye düşünüyoruz oysa otoriter ülkelerden gelen muhalif filmler bir filtreden geçiyor. Buna dair ne söylersiniz?
Bizim hiçbir filmimiz seçilemedi. Her filmimiz de o senenin en önemli adaylarından biriydi. Çok farklı mekanizmalar işliyor orada. Siyasi filtreler var. Maddi hesaplar var. Seçilen tüm filmler için konuşmuyorum. Bu sene Tayfun Pirselimoğlu’nun Kerr filmi gittiği için seviniyorum. Ama bir siyasi filtre var ve biz o filtreden şimdiye kadar çıkamadık. Çoğunluk Oscar adaylarının nasıl seçildiğini bilmiyor. Bir başarı hikayesi gibi anlatıyoruz, “Türkiye’yi Oscar’da temsil edecek” diyoruz ama bu Kültür Bakanlığı’nın belirlediği 15-16 kişilik bir jürinin verdiği bir karar ve tercihler çoğu zaman politik. Onun ötesinde bir filmin Oscar’da şansının olabilmesi için büyük festivallerden önemli ödüller almış olması, seyirci dostu olması, gişede iyi iş yapmış olması gerekiyor. Dolayısıyla benim filmlerim Oscar’a gitmiş olsa bile ben asla ham bir hayale kapılmazdım. O yüzden hiçbir zaman “Ah biz niye gitmedik” diye üzülmedim. Bazı arkadaşlar çok üzülüyorlar Oscar’a gidemedik diye. Gerçekçi olalım şimdiye kadar Oscar şansı çok yüksek bir film çekilmedi bizde. Nuri Bilge Ceylan bile sadece bir kere uzun listeye kaldı. Ama öyle bir film olur ki bu kriterleri haizdir, o zaman başka. Oscar’ın da bir başarı kriteri olarak görülmesine de karşıyım ayrıca.
Oscar’a değil ama Cannes’a gittiniz. Bu da dünya sinemasında tanınırlık açısından çok büyük bir aşama demek. Cannes bundan sonrası için size nasıl bir zıplama sağlayacak?
Valla göreceğiz. Tam ölçemiyorum çünkü her yeni filmde bir zıplama oldu. Venedik Film Festivali yarışma, Berlin Film Festivali yarışma diye aşama aşama gitti. Cannes da bir aşama daha zıplattı. Bunu dünya festivallerinin ilgisindeki artışta görüyorum. “Bu yönetmenin bundan sonraki filmi ne olacak?” takibine giriyorsun. Bu da çok önemli çünkü binlerce film üretiliyor her yıl. Bu kadar çok film yönetmeni arasında öne çıkmak bir sonraki filmin tanınırlığı açısından bir avantaj.
Bu soruyla bitirelim: Obruğun karşı tarafına geçmek için ne yapmak gerekiyor?
Kavgaya devam etmek gerekiyor. Mücadeleye devam etmek gerekiyor. Başka bir formül, kestirme bir cevap yok. Yapabileceğimiz tek şey bu. Ve bizim filmde de olduğu gibi yan yana durmak gerek bir de.