Kötü bir bilim kurgu filminde yaşıyor gibiyiz: Türkiye beş yıldır yanlış zaman diliminde sıkışıp kaldı. Güneş, doğması gereken saatten bir saat sonra doğuyor her gün. Ülkenin nüfusunun çoğunluğunun yaşadığı batı bölgelerinde milyonlarca insan, evrimin kurduğu biyolojik saatlerini altüst edecek şekilde zifiri karanlıkta kalkıp uyku sersemi yollara dökülüyor her kış “sabah”ı. Küçücük çocuklar ağlayarak uyanıyor, anneler evlatlarını evden kör karanlığa yollamaktan korkuyor, okullar gün doğmadan ders başı yapıyor, öğrenciler derslerden bir şey anlamıyor. On milyonlarca insan güne kötü başlayıp kötü devam ediyor. Sosyal medyada aksini iddia edenler bulunsa da gezegenimiz Dünya gerçekte top gibi yuvarlak. Bu doğanın kanunu; yeterince kütlesi olan her cisim, onu daha da küçültmek isteyen yerçekimiyle buna direnen iç kuvvetlerin dengeye vardığı küresel bir şekle girmek zorunda. Bu nedenle biçimsiz kaya parçaları olduklarını gördüğümüz asteroitlerden daha büyük olan her gökcismi bu şekilde.
Ve dönüyor...
Diğer gezegenler gibi Dünya da Güneş’in çevresinde dönüyor. Her yıl bir tur atıyor. (“Yıl” dediğimiz süre böyle tanımlanmış.) Ama Dünya’nın tek hareketi Güneş çevresindeki bu sonsuz dönüş değil. Bir de Mevleviler gibi kuzey-güney ekseninin çevresinde dönüyor. Bu ikinci dönüş de bir gün sürüyor. Dünya’nın kuzey-güney ekseni, Güneş çevresinde döndüğü düzleme dik (yani Kuzey Kutbu’nun Güneş’e mesafesi her zaman Güney Kutbu’nun Güneş’e o andaki mesafesine eşit) olsaydı, öykümüz bundan ibaret olacaktı: Bir Mevlevi dönerken yandan tutulmuş bir fenerle aydınlatıldığını düşünün. Fenere yakın olan yanı tepeden tırnağa aydınlık, öbür yanı ise karanlık olur ya? Dünya da öyle olacaktı; Kuzey veya Güney Kutbu’nda durduğumuzda daima ayağımızın altından geçen bir çizgi geceyi gündüzden ayıracaktı. Ama Mevlevi benzetmesi burada bozuluyor. Çünkü Dünya o düzleme dik değil, 23.5 derece eğik! Anlaşılan uzak geçmişte bir veya birkaç başka gökcismiyle çarpışmış, kuzey-güney ekseni bu darbeler sonucu kaykılmış, o gün bugündür de uzay boşluğunda o şekilde dönüyor. Bu eğim nedeniyle Dünya’nın Güneş çevresindeki turunun yarısında kuzey yarımküre, diğer yarısında da güney yarımküre daha çok ışık alıyor. Mevsimler böyle doğuyor. (Bunu kafada canlandırmanın en iyi yolu, bizden çok daha vahim bir eğimi olan Uranüs’ü düşünmek. Uranüs vaktiyle öyle fena bir darbe almış ki kuzey-güney ekseni 98 derece eğilmiş, bu yüzden kuzey yazında kuzey yarımküresinde güneş hiç batmıyor, güney yarımküresinin ise neredeyse tamamı sürekli karanlıkta kalıyor mesela.) İşte bu yüzden yazın geceler kısa oluyor, Güneş gökyüzünde daha çok vakit geçiriyor. Saatler (eskiden her şehirde diğerlerinden bağımsız olarak yapıldığı gibi) güneşin tam tepeye vardığı an 12’yi gösterecek şekilde ayarlanırsa gündoğumu sabahın dördü gibi çok erken bir saate geliyor (ne kadar kuzeydeyseniz o kadar erken), eh, çoğu insan o saatte uyuduğu için de günışığının ilk birkaç saati “boşa gitmiş” oluyor. 1784’te tam teşekküllü bilim insanı (ve ABD’nin kurucularından) Benjamin Franklin bu nedenle “yazın saatleri bir saat ileri alalım ki gün ışığından daha çok yararlanalım” demiş. Bu fikrin birçok yerde hayata geçmesi 20. yüzyılı bulmuş. Çözüm 24’te
Bu iletişim çağında her şehrin saatinin ayrı olması düşünülemez tabii. Öte yandan tüm dünyada aynı saatin kullanılması da (bunu da öneren olmuş) kabul görmemiş. Çözüm birbirlerine eşit uzaklıkta 24 meridyen saptanması olmuş. Dünya yüzeyi bunları merkez alan 24 saat dilimine bölünmüş. Mesela 30 derece doğu boylamı, Kocaeli’nden geçiyor. Saatiniz o dilimdeyse orada Güneş tam tepedeyken 12’yi gösteriyor. Ülkeler doğal olarak kendilerine uyan meridyenin belirlediği saat dilimini kullanıyor, “yaz saati”ne geçeceklerse de ilkbaharda saatleri ileri, sonbaharda da geri alıyor. Bize uygun değil
Doların 10 TL’ye vardığı şu günlerde ekonomi alanındaki müthiş öngörüsüyle hatırlanan bakan Albayrak döneminde Türkiye kendisini, eskiden sadece yazın kullandığı 45 derece doğu boylamının saat dilimine sabitledi. Sorun şu ki bu meridyen bizim için fazla doğuda. Türkiye topraklarından geçmiyor bile. Ermenistan’da filan yaşıyorsanız sizin için uygun ama yazının başında anlattığım gibi bizim için değil. Energy Reports dergisinin Kasım 2021 sayısında Cambridge, İTÜ, Bilkent ve Renmin Üniversitelerinden beş hocanın önemli bir araştırması yayımlandı. Sonuç: Kalıcı yaz saati uygulaması Türkiye’de ölçülebilir miktarda enerji tasarrufuna yol açmamış. Yarattığı biyolojik eziyetse ortada. Sizce akıl ve mantık neyi gerektiriyor bu durumda?