''Ama bu biraz cinsiyetçi değil mi?''
Yarı Amerikalı yeğenlerimden biri 12 yaşında. Yılda bir kez görüyorum kendisini ve kısıtlı zamanda, bütün anti-emperyalist duygularımla (!) çocuğa Akdenizlilik, Egelilik, Avrupalılık, “bizim memleket” filan gibi kavramları yüksek dozda ve aniden zerk etmeye çalışıyorum. İki yeğenim ortada değilse dünyanın en kozmopolit insanı benim ama sıra onlara gelince “Aman çok da Amerikalı olmasınlar!” Halalık – bunu bütün halalar bilir- teyzelikten daha karizmatik bir makam. Garip bir iktidarı var. Bu gücü sonuna kadar sömürerek bu yaz da kendisine “tavla” öğretmeye karar verdim. “Pencüse severler güzeli gencüse” bölümüne kadar geleceğim, ihtiraslı bir hocayım. “Tavla öğreteyim mi sana?” dedim. “Biliyorum ben” dedi. Gösteriyor ama gösterdiği kız tavlası. “O’olum o kız tavlası” diye, kozmopolit dış görünümümün içine, ta derinlere saklanmış ka’ave ağzıyla böyle dedim çocuğa. Cevaben azarı işittik, “Ama bu biraz cinsiyetçi değil mi?” Dersimizi aldık ve tavlaya başladık. Kapı almak, zar sallamak, kaçmak filan, aklımda ne kaldıysa anlatıyorum. Bendeniz üniversite ikide çalışmaya başladığım için tedrisatım çok eksiktir. Ne king bilirim ne üç-beş-sekiz ne de tavlayı saymadan oynayabilirim. Fakat bu içler acısı halim bile beni yıldırmıyor, havalı bir şekilde kuralları ve numaraları gösteriyorum. Çocuğa fena halde yenildik tabii, çünkü daha üçüncü oyunda beni düzeltmeye başladı.
Başka bir dilde yaşamak zorundalar, başka bir memleketin şakalarıyla, Türkçe’nin o akide şekeri tadından, uzakta... Duygu coğrafyalarını o ülkenin referans sistemine göre kurmak zorundalar
Kaç çocuk ‘yabancı’ olarak büyüyor
Şimdi “Dede” ile oynayacak, heyecan ve Amerika’da öğretilen cinsten bir özgüvenle bekliyor. “18 yaşıma gelince dedemle rakı içmek istiyorum” dedi dün gece, bizde ailecek bir neşe, bir gurur. Bunu Amerikan aksanlı İngilizce ile söylüyor olması bile umurumuzda değil, o derece kendimizden geçiyoruz. Benim yeğene tavlayı koltuk altına sıkıştırmayı öğretiyorum, “Öğren de gel” demeyi ezberletiyorum filan ki beni Türkçe aşağılayabilsin. İnsan neler yapıyor çocuklar “yabancı gibi büyümesin” diye. Şu anda acaba kaç çocuk “yabancı” olarak büyüyor? Gidenler gidiyor ya onların çocukları uzaklarda durmadan büyüyor.
Başka bir dilde yaşamak zorundalar, başka bir memleketin şakalarıyla, Türkçe’nin o akide şekeri tadından, iç komedisinden ve derin anlam tuzaklarından uzakta, duygu coğrafyalarını o ülkenin referans sistemine göre kurmak ya da yeniden kurmak zorundalar. Birkaç yıla anne ve babalarının o yabancı dilde bilmediği kelimeleri kullanmaya başlayacaklar, o anne-babalar çocuklarının söylediği sözcüklere telefonlarındaki sözlükten bakarken bulacaklar kendilerini. Biraz gurur, biraz korku ve zorlama bir kabullenme hissiyle.
Anne-babalar iki arada bir derede (nasıl çevirirsin bunu başka dile?) kalacaklar: Çocuk “bizden” olsun diye uğraşmalı mı yoksa bırakalım rahat ve yabancı hissetmeyeceği bir hayat mı kursun ve sonunda bize biraz yabancı olsun? Sanırım bir anne-babanın geçeceği en büyük engel bu. Derin olgunluk gerektiren bir karar. Almanlar gibi mi paylaşsın yani? Esprileri Fransızlar kadar kötü mü olsun? İngilizler gibi saklasın mı duygularını? Amerikalılar gibi “naif” mi olsun?
İnsan yabancılaşma korkusuyla yerlileşiyor galiba. Ya da hiç hesaplamadığı kadar “özüne” dönüyor. Avrupa’da yaşayan, “ünlü yazar hala” havamı böyle böyle bitiriyorum gözlerinde
Benimle Amerikalı gibi konuşma!
İnsan biraz da sonunda nasılsa memlekete dönülecek diye, dönüldüğünde çocukla çok kötü dalga geçerler endişesiyle hazırlamak da istiyor. Yani hiç mi küfür bilmesin mesela? Saçma sapan geliyor kulağa da kendimiz büyürken öğrendiğimiz, öğrenmek zorunda kaldığımız karmaşık kod sistemini düşününce... Tuhaf bir varsayım elbette, sonunda geri dönüleceği, memlekete öyle ya da böyle gidileceği. Son tahlilde o “yarı-yabancı” belki de hiç gitmek istemeyecek. Muhtemelen kendini o yabancı memlekette evde hissedecek.
Yeğenle tavlayı bitirdik, denize giriyoruz. Yanında Amerikan futbolu topu. Amerikalılar gibiyiz, tam bir skandal. Bana topu atmayı, atarken nereden tutulacağını öğretiyor. Amerikalılara -en azından biz büyürken- karmaşık hislerle bakılırdı.
O sıtma görmemiş rahatlıkları imrenme ile karışık bir öfke yaratırdı insanda. Diyorum içimden “Acaba şimdi bize de mi öyle bakıyorlar?” İnce bir utanç. Amerikalı yeğenimin “o kadar da Amerikalı olmadığını” bilsinler istiyorum. Muhallebi çocuğu değil yani! Aidiyet duygusunun ne kadar karanlık ayrıntısı varsa içimden dışıma çıkıyor. Çocuğun da hiçbir suçu yok. Lokantada bacağını masaya dayayarak oturuyor oğlan. “Yapma oğlum, ayıp” deyiveriyorum. O sözcük nasıl çıkıp geliyor içimin içinden, belli değil. Bizim gibi kendine dışardan bakmaya alışık değil.
Çocuk “bizden” olsun diye uğraşalım mı? Yoksa bırakalım rahat ve yabancı hissetmeyeceği bir hayat mı kursun ve sonunda bize biraz yabancı olsun? Sanırım bir anne- babanın geçeceği en büyük engel bu
O da son derece Türkiyeli bir patoloji, öğretmeyeyim diyorum. Çünkü utanç duygusuyla “ayıp” kavramı arasında fersah fersah bir kültürel mesafe var. Ayıp bizim coğrafyaya ait bir gayya kuyusu. Ama işte söylemiş bulunuyorum.
“Ben, sen değilim” diyor büyük yeğen. 15 yaşında. “I need some space” (Biraz kişisel alana ihtiyacım var) deyince içimdeki bütün Türkiyelilik ortaya çıkıyor mesela. “Ne kişisel alanı oğlum!” diye çıkışırken buluyorum kendimi, “Amerikalı gibi konuşma benimle.” Cevabı aynen alıyorum, “Ben Amerikalıyım!” Buyur bakalım.
İnsan kendini ne sanırsa sansın, yabancılaşma korkusuyla yerlileşiyor galiba. Ya da hiç hesaplamadığı kadar “özüne” dönüyor. Avrupa’da yaşayan, “ünlü yazar hala” havamı böyle böyle bitiriyorum gözlerinde.
Hamburger nedir bilmeyen hala
Neredeyse sıkıcı teyze kıvamına geleceğim, o kadar berbat durum. Hemen kurtarmam lazım karizmayı, başlıyorum anlatmaya. Dünyanın çeşitli yerlerinden hikayeler, maceralar. Gözler büyüyor, itibarım dakika dakika yükseliyor. Lokantadayız, yemek bekliyorum. Dur durak bilmiyorum, Hindistan, Arjantin, Beyrut, Kongo anlatıyorum durmadan. Hamburgerleri bekliyoruz, iki oğlan da açlıktan bayılacak, gözlerinin beyazı görünecek neredeyse, ben hala devam: Danimarka, Irak, İran... Derken hamburgerler geliyor ama ekmekler Ege! Bunların ikisinde de bir memnuniyetsizlik. Garsona “Hamburger değil bu” gibi bir şeyler söyleyecek oluyorlar, sesim yükseliyor, “Ya kardeşim” diyorum, “Koy işte iki ekmeği üst üste, al sana hamburger!” Bir saniyede yine sıfıra düşüyoruz tabii. Hamburgerin ne olduğunu bilmeyen köylü hala! Çocuklar nereden bilecek, yabancılık korkusu hep bir mücadele. Mücadele onlarla değil, içimizdeki irili ufaklı, nerede ve kim olduğunu bilmediğimiz canavarlarla.