Türkiye’den göç eden doktorlar Düsseldorf’da buluşmuş geçen hafta sonu ve sosyal medyada bir fotoğraf paylaşmışlar. “Giderlerse gittik” demişler piknikvari fotoğrafın altına. Saray’daki beyefendinin “(Hekimler) Giderlerse gitsinler” demesine cevaben. Altta da yorumlar. “Vay nasıl mücadeleyi bırakıp gidersiniz!” de var, “İyi ettiniz, kaçtınız kurtardınız kendinizi” de. Ne kurtulmak var oysa ne de “mücadeleyi bırakmak.” İkisi de az az, belki.
Muhtemelen sadece hasta yakınları tarafından öldürülmek ya da dayak yemek istemeyen insanlar fotoğraftakiler. Yapmak için çok uğraştıkları mesleklerini hakkınca yapmaya çalışanlar. Aldıkları maaşlar market alışverişlerine yetsin, belki ayda bir-iki de sinemaya filan gidebilsinler. Bir de tabii insan muamelesi görsünler, misal kürsülerden kendilerine “sürtük” ya da “çürük” denmesin. İstediğimiz şeyler küçücük ve listenin en başında -hepimiz için- normal, hatta mümkünse sıkıcı bir hayat yaşamak var. Fakat olmuyor. Ya düşman ya da ‘lüzumsuz’ hissettirildiğin bir ülkede sığınmacı gibi yaşamak zorunda bırakılıyoruz.
Hep korkarak, hep tedirgin, hep kavga ihtimali için tetikte. Böyle zamanlarda hep aklıma Arjantin’deki direnişçi genç kadın geliyor, sırtına bebeğini bağlayıp Buenos Aires otobanlarında polisle çatışan. “Hepsi, hafta içi çalışıp hafta sonu tangoya gidebilmek için” demişti. Bizimki de o hesap. Ama olmuyor işte.
O fotoğraftakiler bu küçücük, insani gereksinimler için bambaşka ülkelerde, zor şeylere katlanacaklar. Ufak tefek, belli belirsiz aşağılanmalar, yabancılık yüzünden her bir küçük işin (markette hangi peynir alınacak, çöp ne zaman dışarı çıkarılacak) uzun uzun sürüp insanı deli etmesi, her türden alışamama, bitmeyen bir eğretilik hissi, sünüp duran bir “rahatlayamama” vs vs. Siz hep mutlu Instagram fotoğraflarını göreceksiniz ama onlar gizli gizli, kelimenin en klişe anlamıyla “gurbetlik” çekecekler. Çekilecek çile değil gitmek, ama işte kal diyen olmadığı gibi, “Hemen git! Umurumuzda değilsin!” diyen çok. İstenmediğini bildiği için gidiyor insanlar. Sırtlarında bu hüznü taşıya taşıya. Bu işin bir tarafı. Öte tarafı daha beter. Daha önce sormuştum bu soruyu, yeniden sorayım bu fotoğraf vesilesiyle:
Ya terk edilen?
Bir ülkeyi terk edince terk edene ne olduğunu biliyoruz da terk edilen ülkeye ne olduğunun hesabı nasıl yapılır? Gidenin bıraktığı boşluğu belki metrekare ile hesaplayabiliriz de beraberinde neleri alıp götürdüğünü nasıl bileceğiz? Muhtemelen, bir sabah ateşli çocuğunuz kucağınızda devlet hastanesine girdiğinizde, bir hemşire, boş ve yorgun bir yüzle “Uzman doktor yok” diyecek. “Özel”e paranız çıkışmıyorsa kucağınızda çocuğunuzla koşacaksınız başka hastanelere. O zaman mı anlayacağız mesela bir doktorun gitmiş olduğunu? Bir mühendisin? Bir yazılımcının? Bir gazetecinin? Bir öğretmenin? Bir şairin?
Bilmiyorum gazeteciler, öğretmenler, mühendisler ya da şairler için bu istatistikleri tutan var mı. Sanmam. Sonunda bıraktıkları boşluklardan anlayacağız gittiklerini
Herkes bir boşluk bırakacak giderken diye düşünsek, memleketimiz boşluklardan oluşan bir toprak parçası mı olacak? “Bölünmez” ama eriyip giden bir toprak parçası...
Doğa boşluk kabul etmez. Diyalektik bir mesele. Gidenlerin bıraktığı boşluklar dolacak. Muhtemelen o boşlukları doldurmaya pek hevesli, daha düşük kalibre birileri tarafından. İşlerini yalandan yapanlar, eksik yapanlar ama itaat edenler tarafından doldurulacak boşluklar. Gazetecilere olduğu gibi. Yeni normal onların düşük seviyesinde belirlenecek. Standartlar aşağıya çekilecek ve yeni güzel, yeni doğru, yeni yanlış bu yeni standartlar tarafından belirlenecek. Alışılır, şaşırırsınız. 80 darbesinden sonra da böyle olmuştu.
Böyle böyle eblehleşecek yüzü ülkenin. Bundan galiba 10 yıl önce idi, “Türkiye vitrini havalı bir Afganistan’a dönüşecek” demiştim. Bir ülke böyle böyle, geri bırakılan boşluklarla bozulur çünkü. Bir anda kötü adamlar gelip iyi adamları dövüp iktidar koltuğuna oturmazlar. Sonra bir bakmışsınız, geri dönülecek bir ülke bile kalmamış. Düsseldorf’da buluşan doktorlar o neşeli görünen pikniklerde böyle şeyler konuşacaklar muhtemelen. O fotoğraflar sadece geride kalıp da aslında gitmek isteyenlere güzel görünecek.
Türk Tabibler Birliği İkinci Başkanı Ali İhsan Ökten’in dediklerine bakılırsa pandemiden sonra 10 bin doktor istifa etmiş ve istifa hızı her gün artıyormuş. Bilmiyorum gazeteciler, öğretmenler, yazılımcılar, mühendisler ya da şairler için bu istatistikleri tutan var mı. Sanmam. Sonunda sadece geride bıraktıkları büyük ve parça parça boşluklardan anlayacağız gittiklerini. Türkiye adlı resimli bulmacanın parçaları döküldüğünde göreceğiz ki harita aslında insanlardan ibaretti, topraktan değil. Şimdilerde maalesef yeniden gündeme gelen Tansu Çiller’in artık mazi olmuş Kardak Krizi sırasında söylediği laf geliyor aklıma, “Bir çakıl taşını bile vermeyiz.” Sonunda vermedikleri taşlarla oturacaklar birbirlerine ebleh suratlarıyla baka baka. Doktorsuz, hemşiresiz, şairsiz...
Mehmet Ali Alabora “Meyhane/Istanbul Elsewhere” diye bir iş yapıyor son birkaç yıldır. Tan Morgül’le beraber dünyaya yayılmış Türkçe konuşan insanlarla dijital ortamda rakı masaları. Gidenlerin masaları. İstanbul’u kuruyorlar sanal alemde, herkes beraberinde götürdüğünü koyuyor masaya. Çok gülünüyor da efkârlı şey sonuçta. Memleket konuşuluyor tabii, ne konuşulacak! Mehmet Ali sanal masalarda tek tek dolaşıp o bitmeyen hayat enerjisiyle şakalar yapıyor, insanları tanıştırıyor. “Önümüze bakalım arkadaşlar, geçecek bugünler” der gibi. Ben, Şimdi İçin Mektuplar (lettersfromnow.com) diye bir iş yapıyorum, mektuplaşıyoruz okurlarla karşılıklı. Sonra da sanal ortamda buluşuyoruz her ay.
Özleniyor muyuz?
Eminim gidenlerin hepsi bir şey yapıyor memleketle bağını sıkı tutmak için. Klişe ama gerçek: Hepimizin aklında dönmek ve bir zamanlar sevgili Aydın Engin’in dediği gibi hepimizin kapısının arkasında hazır bekleyen bir bavul. Götürdüklerimizi geri getirmek istiyoruz tabii. Ne yapacağız yoksa elin memleketinde bu kadar hikâye ile! Mesele acı ve zor günler değil, onlara alışıyorsun ama insan en çok neşelenince özlüyor evini. Ama soru şu: Ev de bizi özlüyor mu?
Hepimizin aklında dönmek ve Aydın Engin’in dediği gibi arkamızda hazır bekleyen bir bavul. Götürdüklerimizi geri getirmek istiyoruz tabii. Ne yapacağız yoksa elin memleketinde bu kadar hikâye ile!
Atina’da Yanis Varoufakis ve Jeremy Corbyn’le akşam yemeğinde ‘rakı’ istedim. İçmiyorum rakı Türkiye’den gittiğimden beri. Memlekette değilken rakı içmek lüzumsuz duygusallaştırıyor insanı. Sevmem o süfli halleri. Getirdiler bir kadeh. Fakat bu ne! Şnaps gibi bir şey. “Uzo” dedim, “Yanlış söyledim.” Geldi uzo, buz, su. İçiyorum ama İngilizce konuşuyorum, berbat bir şey. Rakı içince insan Türkçe konuşmalı çünkü, öyle değil mi? Rakıyı özlemişim yine de. Ama soru şu: Rakı beni özledi mi? Bir masada özleniyor muyum mesela? Aklına geliyor muyum kimsenin?
Böyle saçma ve lüzumsuz derecede klişe sorular geliyor insanın aklına. O neşeli piknik fotoğrafının arkası böyle yani. Önü? Parçaları bir bir dökülen, gidenin ardından sanki kimsenin ağlamadığı bir ülke. Yine de bugünlerde sık sık söylediğim bir cümleyi tekrar ederek bitirmek isterim: Mutlak bir zafer olmayabilir ama mutlak bir yenilgi de yok. O zaman şimdilik sağlığınıza! Senin de sağlığına Mehmet Ali!