Bir taraftan Yeşil Mutabakat da hayatınıza girdi… Paris Anlaşması’ndan sonra umutlarımız çok artmıştı. Fakat Trump yönetiminde Amerika’nın çekilmesi büyük bir hayal kırıklığı oluşturdu. Geçen yıl olumlu gelişmeler art arda geldi. Japonya, Güney Kore, Güney Afrika gibi ülkeler peş peşe karbon nötr olmayı hedefledikleri tarihleri açıkladılar. Başkan Biden ABD’nin Paris Anlaşması’na döneceğini belirttikten sonra çok iddialı bir yol haritası ortaya koydu. Ama buradaki tetikleyici esasen Avrupa Birliği’nin Yeşil Mutabakatı oldu. Yeşil Mutabakat Türkiye’nin ihracatını çok etkileyecek. Peki siz bu kapsamda neler yapıyorsunuz? Bu dış ticaretinin yüzde 50’sini Avrupa Birliği ile gerçekleştiren ülkemiz ve Topluluğumuz için çok önemli. Pandemi öncesi AB’nin Yeşil Mutabakat ilanı, pandemi sürecinde de hiç vazgeçmeden, kararlılıkla bu alandaki çalışmalarını sürdürüp, agresif hedefler koyması belirleyici faktör oldu diyebilirim. Yeşil Mutabakat uluslararası ticarette köklü değişikliklere yol açacak. AB’nin iklim değişikliğiyle mücadelesinin merkezine koyduğu bir program olsa da, esas itibarıyla üye devletlerin dijital dönüşümünü hızlandıracak, rekabetçi üstünlük kazanmalarını sağlayacak ve istihdamı artıracak bir ekonomik büyüme modeli. Sınırda karbon vergisi kararıyla da tüm endüstrileri ve sektörleri etkileyen bir durum da ortaya çıktı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Paris İklim Anlaşması’nı Meclis’in onayına sunmayı planladıklarını açıklaması ülkemiz için önemli gelişmelerden biri oldu. Önümüzdeki ay gerçekleşecek BM İklim Değişikliği Konferansı 26’ncı Taraflar Toplantısı’ndan önce Türkiye’nin Paris Anlaşması’nı onaylamasını, ardından da Türkiye’nin 2053 yılı net sıfır hedefi için eylem planlarını belirlemesini bekliyoruz. Biz de ürünlerimizi, girdilerimizi, tedarik zinciri mimarisini o gözle değerlendirmeye başladık. Tedarik zinciri açısından da çok büyük bir ekosistemin merkezindeyiz. Dolayısıyla kendi teknolojilerimizi geliştirerek, karbon emisyonumuzu azaltmamız, ürün tasarımlarımızı değiştirmemiz yeterli olmuyor. Onun girdisini üreten tedarik zincirinin de aynı bilinçle ve hassasiyetle hareket etmesi çok önemli. O bakımdan da bizim Topluluk içerisinde uyguladığımız bu Karbon Dönüşüm Programımızın büyük bir etki gücü olduğuna inanıyoruz. 
Ofislerimizde 48 farklı dil konuşuluyor
Bir tarafta hizmet sektörü, bir tarafta beyaz eşya, otomotiv var…Nasıl bir etki ekosisteminiz var? Koç’un tüm ekosisteminde dönüştürücü bir etkisi var ve bu etkinin tedarik zincirimizde yıllardan beri farklı şekillerde somutlaştığını görüyoruz. Bugün Türkiye otomotivde, beyaz eşyada dünyanın en büyük üretim merkezlerinden biri ve bunda Koç Topluluğu’nun çok büyük bir katkısı var. Otomotivde de beyaz eşyada da dünya çapında üretim yapan tedarikçilerimiz var. Ana şirketin beklentileri, ana şirketin mühendislik gücünün, Ar-Ge gücünün tedarik zincirine yansıması, oradaki kalite kontrolleri, verilen destekler bu sanayiyi, tedarikçilerimizi geliştirdi, büyüttü. Tedarik zincirindeki diğer yan sanayi şirketlerimiz de ayrı ayrı ihracatçı haline geldi. Benzerini Karbon Dönüşüm Programı sürecinde de başaracağımıza inanıyoruz. Düşünün ki; 150’den fazla ülkeye ihracat yapıyoruz. Türkiye dışında 64 üretim tesisimiz ve pazarlama şirketimiz var. Ofislerimizde 48 farklı dil konuşuluyor. 110 bin çalışma arkadaşımızla, 10 binin üzerinde bayimiz, servislerimiz ve tedarikçilerimizle iyi bir etki gücüne sahibiz. Kendi dönüştürücü etkimizin arkasındaki unsurlardan en önemlisini “samimiyet” olarak görüyorum. Bir konuda liderlik ediyorsak, paydaşlarımız bu konuda samimiyetle elimizden gelenin en iyisini yaptığımıza emin oluyor. Söylemlerimiz ve sahadaki faaliyetlerimiz arasındaki tutarlılığı görüyorlar. Bu dönemde sürdürülebilirlikten konuşmak modaymış gibi algılayan yapılar var. Oysa dipten gelen bir değişim sağlayamazsanız “mış gibi” yapmış oluyorsunuz. Şirketlerin sürdürülebilirlik karnesi gerçekçi mi? Evet, dijitalleşme, sürdürülebilirlik sanki moda tabirler gibi görülüyor. Oysa işlerimiz açısından, oradaki sorumluluğumuz açısından baktığımızda “gayet gerçekçi bir yaklaşımla” süreci değerlendiriyoruz. Sürdürülebilirlikle ilgili parametreler, dinamikler iş modelimizin önemli bir unsuru ve girdisi olmak zorunda. İklim krizi en büyük sürdürülebilirlik riski ve özel sektör olarak çok büyük sorumluluklarımız var. Orman yangınları, kasırgalar, seller, bütün bunlar işlerimizi, tedarik zincirimizi etkiliyor. İş dünyası olarak bu riski yönetmek zorundayız. İkincisi artık talep de o yönde. Tüketicinin talebi, yatırımcının talebi, çalışanın talebi… Sizden bu konularda somut adımlar ve taahhütler bekliyorlar. Dolayısıyla iş modelinizi öyle bir kurgulamanız lazım ki bütün bu talebe cevap verecek, riskleri yönetecek, tehditleri bertaraf edecek, fırsatları değerlendirebilecek şekle gelsin.Ağır bedel ödememek için dönüşüm şart!
Yeni dünyada Türkiye’nin avantajları ve dezavantajları neler? Türkiye’nin üretim gücünü artırması için neler yapması gerekiyor? Türkiye’deki özel sektörün en büyük avantajı iyi karnesi ve bunun getirdiği özgüven. Biz artık “Yapabilir miyiz?” diye sormuyoruz, şartlar oluştuğunda yapabileceğimizi gördük, herkese de gösterdik. Bilhassa 1995 yılında Avrupa Birliği ile Gümrük Birliği’nin tesis edilmesinden sonra pek çok sanayi kolunda mühendislik ve üretim yetkinlikleri geliştirdik. Hizmet sektörlerimiz de büyüyen sanayimizle birlikte hem çeşitlendi, hem güçlendi. Bugün artık rekabetçi bir ulusal kapasite var ve başardıklarımız bize ilerisi için cesaret veriyor. Ancak, bu kapasiteyi yarının gereklilikleri doğrultusunda sonraki versiyona yükseltmemiz gerekiyor. Hızla gelişen yeni teknolojiler, yeşil dönüşüm dinamiği ve toplumsal taleplerdeki değişim, bugün tatmin edici görünen iş modellerimizin bir kısmını değiştirecek, bir kısmını ise ortadan kaldıracak. Sadece fiziksel altyapımıza değil, ondan da çok insan kaynağımıza yatırım yapmamız şart. Yeni nesilleri geleceğin henüz adını dahi bilmediğimiz iş alanlarında küresel rekabete hazırlayacak formasyonla yetiştirmek zorundayız. Mevcut iş gücümüzü de uygun eğitim programlarıyla hazırlamamız gerekiyor. Aksi halde ağır ekonomik ve sosyal bedeller öderiz. Sizin bir de global anlamda yüklendiğiniz sorumluluklar oldu bu süreçte. Türkiye’den bir CEO’nun bu görevleri almasından çok gurur duyduk… Oradan bu tarafa baktığınızda neler görüyorsunuz? Uluslararası küresel platformlarda yürüttüğümüz çalışmalar, bize ülkemizi temsil etme fırsatı veriyor. AB ile güçlü ticaret bağlantıları olan, ancak AB menşeli olmayan şirketlerin duyarlılıklarını ve her şeyden önce ülkemizin menfaatlerini gözeten bir yaklaşımla iki konunun savunuculuğunu üstleniyoruz. Öncelikle, AB ile sahip olduğumuz ticari ilişkileri göz önünde bulundurarak, tedarik zincirlerine yönelik daha kapsayıcı adımlar atılması ve yeşil dönüşümü teşvik edecek fonlardan AB’ye üye olmayan ülkelerin de yararlanmasını sağlayacak mekanizmaların geliştirilmesi gerektiğini savunuyoruz. Özellikle gelişmekte olan ülkelerin inovasyon ve teknoloji geliştirme kapasitesine bu fonlar yoluyla kaynak sağlanmasına ihtiyaç var.