Haziran ayının, yani bir anlamda yaz mevsiminin gelişini adada karşılamaya karar vermiştik, kitap kurdu olan yakın bir dostumla. Birlikte ilk ada vapuruna atladık ve kendimizi sahile attık. Aynı Sait Faik’in Dülger Balığının Ölümü’nde anlattığı gibi, bizim üstümüzde de adeta cazip bir titreme vardı etrafımızdaki güzellikten. “Hani bazı yaz günleri hiç rüzgâr yokken deniz üstünde bir meneviş peydahlanır. İşte öyle bir cazip titremeydi bu. İnsanın içini zevkle, saadetle dolduruyordu.”
Sait Faik külliyatıyla her yerini tanımak
Deniz havası karnımızı acıktırmıştı. “Hadi kahvaltı edelim,” dedim. Bizimki beni duydu mu, duymadı mı anlamadım. Yanında ta buralara kadar getirdiği kitaplarına ve özellikle de Sait Faik külliyatına gömülmüş, etrafına bakacağına, o yine adayı kitaplardan öğrenmeye çalışıyordu. Sait Faik’in Sivriada öyküsünden bir parçayla karşılık verince soruma, anladım ki belli etmese de beni dinliyormuş… “Martılar ve karabataklar bu, denizin yüzünde zaman zaman sıçrayan, kaynaşan, dalan, yeniden çıkan balık kümelerine doğru hızla süzülüyorlar, batıyorlar, kanat çırpıyorlar, karabataklarla mihal kuşları dalıyorlar, bir deniz üstü canlı sabah kahvaltısı iştahı içinde, bütün canlılar faaliyetteydi.”
Ada maceraları saymakla bitmez
Doğrusu kahvaltı için biraz iştahım kaçmıştı ama bu güzel günde keyfimi de kaçıracak değildim. Oturduğum yerde zevkle hafifçe gerinerek, ben de gönlüme göre bir ada düşünü yine edebiyattan anımsadım. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur’una uzandım… “İskele ağır bir bahar kokusu içindeydi. Hemen herkesin elinde büyükçe bir çiçek dalı vardı. Birkaç kişi yeni açmış gül demetleri taşıyorlardı. Bütün kalabalık bir çiçek yağmasından geliyor gibiydi.” O da altta kalmadı tabii. Hemen, bir bölümünde Büyükada’dan söz eden Demir Özlü’nün Bir Küçük Burjuvanın Gençlik Yılları’ndan nefis bir alıntıyla karşılık verdi bana; “Büyükada’ya gemi yaklaşırken, Splendit Oteli, beyaz ahşap kaplamalı önyüzüyle, yuvarlak kubbeleriyle görünür. Adanın yumuşak, yukarı Akdeniz iklimi insanın yüzünü okşar. İskele alanındaki, yaz mevsimine özgü kalabalık insana kalabalıktan biri olduğunu, kendi küçük varlığıyla birlikte, orada yaz kalabalığı içine karışıp gitmesi gerektiğini, yalın bir mutluluğun, tutkusuz bir yaşamın en doğru yaşama biçimi olduğunu düşündürür.” “Eh!” dedim, “Yaz kalabalığı içine karışmaktan bahsedene de bak. Sözde adaya geldik, yine başını kitaplardan kaldırmıyorsun.” Dostum oralı bile olmadı. O zaten nereye giderse gitsin kendine ait edebiyat adasında yaşamaya alışkındı.
Gizemli ve ürkütücü
“Sen bunları bırak şimdi. Ada demek biraz da egzotizm, biraz da macera demek. Sen hülyalar içinde dolaşırken, ben hemen bir ‘adalarda geçen en sevdiğim macera romanları listesi’ yaptım mesela” dedi ve listesini sıralamaya başladı. “Daniel Defoe’nin Robinson Crusoe, William Golding’in Sineklerin Tanrısı, Robert Louis Stevenson’ın Define Adası, H.G. Wells’in Doktor Moreau’nun Adası adlı romanları ile Akdeniz kokulu bir Yunan adasında geçen bir roman; Louis de Bernieres’den Yüzbaşı Corelli’nin Mandolini.” Susmuştu. Ama ikimiz de listesinin burada bitmediğini biliyorduk. Onun en sevdiği başucu romanlarından birini de bu listeye dahil edeceğini çoktan tahmin etmiştim. Zaten son olarak Yunan adası diyerek, sıradaki romanın ipucunu da vermiş oluyordu. Gerilimi artırmak isteyen usta bir oyuncu gibi tam dozunda, kısa bir süre sustuktan sonra, “Tabii John Fowles’ın Büyücü’sünün bu listede ayrı bir anlamı var. Fowles, en önemli eserlerinden biri olan Büyücü’de bir Yunan adasında geçen gizemli, zaman zaman ürkütücü ancak bir o kadar da görkemli ve lezzetli bir öykü anlatır.”
Suman’ın sofrası, Maalouf’un ‘dostları’
Bunun üstüne ben de altta kalmadım elbette. “Ben de okurken dilinin güzelliğinden kendimizden geçtiğimiz, koşa koşa Büyükada’ya gittiğimiz Defne Suman’ın orada geçen Kahvaltı Sofrası’nı önemle hatırlatırım sana. Geçen yaz ikimizin de çok sevip, neredeyse huşu içinde okuduğumuz, Ertuğ Uçar’ın Ayrılığın Haritası romanını da unutmayalım lütfen,” dedim.“Ah evet nasıl unuturum, görünürde bir yaz tatili yolculuğuydu ama bir çiftin tüm hayatını ve ilişkilerini etkileyen, dahası genç bir kadını dönüştüren bir yolculuğu anlatıyordu. Tıpkı tüm yolculuklar,” gibi deyince ben de ekledim, “Tabii ada varsaişin içinde mutlaka ütopya-distopya kavramlarının iki ucunda dolaşmak neredeyse kaçınılmazdır. Örneğin Zülfü Livaneli’nin şimdiden çağdaş klasikler arasına giren romanı Son Ada’da, başlangıçta her türlü anarşiden arındırılmaya çalışılan bir adanın, bir ütopyanın hikayesi anlatılırken her şeyin giderek nasıl tam bir distopyaya dönüştüğü vurucu bir şekilde resmedilir. Amin Maalouf ise, son dönemde çıkan Empedokles’in Dostları’nda bu kez geleceğe yönelik bir kurguyla Atlas Okyanusu kıyısındaki küçük bir adada yarı distopik bir dünya çizer.” Tam sözümü bitirmiştim ki “Sen de duydun mu? Sanki biri ‘Hişt! Hişt!’ diye sesleniyor,” dedi. Duymamıştım ama yine de o sesin nereden geldiğini anlamıştım tabii. Çünkü Burgazada’daydık ve bu ‘Hişt! Hişt!’in kimin çağrısını olduğunu ikimiz de çok iyi biliyorduk. İkimizin de dudaklarından Sait Faik’in belki de en bilinen satırları döküldü; “Nereden gelirse gelsin dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, hayvandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin!.. Bir hişt hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları… Hişt hişt!”