23 Kasım 2024, Cumartesi Gazete Oksijen
16.04.2021 06:00

“İnsan kaderin varlığını yaşı ilerleyince anlıyor”

Susanna Tamaro yeni romanı Büyük Bir Aşk Hikayesi’nde insanın hiç bitmeyen mutluluk arayışını anlatıyor. İtalyan yazara göre bu, efsanevi eseri Yüreğinin Götürdüğü Yere Git’e en çok yaklaşan kitabı

İtalyan yazar Susanna Tamaro, yalnızca dünyanın değil Türkiye’deki okurların da çok sevdiği ve kitaplarını başucu yaptığı, ‘efsane’ yazarlardan biri. İlk olarak gönlümüze Yüreğinin Götürdüğü Yere Git romanıyla taht kuran ve bu romanıyla günümüze dek 40 ülkede 16 milyondan fazla kopya satan Tamaro, uzun bir aradan sonra yeni bir romanla geri döndü. Kendi deyimiyle Yüreğinin Götürdüğü Yere Git romanına en çok yaklaşan bir yerde duran roman, adından da belli olduğu gibi yıllara yayılan büyük bir aşk hikayesini anlatıyor; Büyük Bir Aşk Hikayesi… Bir tesadüf eseri tanışan deniz kaptanı, sakin Andrea ile ateş gibi delişmen ve özgürlüğüne düşkün Edith’in 20’nci yüzyılın son yarısından başlayıp günümüze dek süren aşk ilişkisinin hikayesinin çevresinde Tamaro; esas olarak insanlığın, kaderin, aşkın, kadınla erkeğin, anne ile babanın ve var oluşun öyküsünü her zamanki duyarlı diliyle anlatıyor. Susanna Tamaro, Büyük Bir Aşk Hikayesi’ni Türkiye’den ilk olarak Oksijen’e anlattı. Tamaro’nun tüm eserlerini Türkçeye kazandıran, yakın dostu, değerli çevirmenimiz Eren Cendey’in İtalyanca aslından çevirisiyle… Uzun bir aradan sonra yeniden bir romanla, bir aşk romanıyla geri döndünüz. Neden “büyük bir aşk hikayesi” anlatmak istediniz? Hikayeler anlatmak benim en büyük tutkum. Ama olması gerektiği gibi bir hikâyeyi anlatmak için uzun bir hazırlanma süreci gerektiriyor. Sanıyorum bugün zamana dayanabilen aşk hikayelerinden söz etmek büyük bir tabuyla yüzleşmek anlamına geliyor. İlişkiler hayatı, bize artık sadece bir tüketim olarak gösteriliyor; bir şeyler yolunda gitmeyince aynı ilişkinin bir başka boyutuna girmek yerine ilişki değiştirmek öneriliyor. Karakterleriniz ve adeta bir diğer karakter olan adadaki ev nasıl doğdu?  Dediğim gibi, yaratmak yıllar alıyor. Sanırım bu romanımda 10 yıl kadar önce kahramanlar şekillenmeye başladı, o zaman bunun suyla ilgili bir roman olacağını anladım. Önce Venedik, sonra ada…  Bu hikâye aşk kadar tesadüfler ve kaderin insan hayatı üzerindeki etkilerine de dair…  Genç bir adam ve genç bir kadın bir gün tesadüf eseri tanışıyor ve bütün hayatlarının akışı -yol boyu bir dizi başka tesadüfün de eşliğinde- beklenmedik bir şekilde değişiyor. Aşk, tesadüfler ve kader üçlüsünün aralarındaki etkileşimi hakkında neler söylemek istersiniz?  Gençken kaderin var olduğu düşüncesi insanın aklına hiç gelmez ama yıllar geçtikçe ve hem kendi hem başkalarının hayatını gözlemlediğinde, tüm kültürlerde kader adını verdiği gizemli bir gücün insan denen varlığın varoluşu üzerinde etkisi olduğunu açıkça anlamaya başlar. Post modern dünya bu kavramı sildi, bizi insanın günlerinin efendisi olduğu şeklindeki düşünceyle çetin bir ortama kilitledi. Kader bizi daima beklenmedik, çoğu zaman şaşırtıcı olaylarla karşılaştırır; Andrea ve Edith’in tanışması da buna bir örnektir. Rastlantılarda aslında rastlantı yoktur, insanın yüceliği önünde açılan kapıdan içeri girmekte ya da onu kapalı bırakmayı seçmekte yatar.  

Hepimiz mutluluk arıyoruz

Andrea ve Edith birbirlerine tamamen zıt karakterler. Zaten biri denizi ve suyun sakinliğini diğeri ise dağların içinde saklı duran ateşi ve hareketi temsil ediyor. Aşk zıtlıkların çekimi midir?   Yeryüzünün enerjileri karakterlerimize yansır ve insanlar arasındaki çekime etki eder. Canlı gerçekliği okumada oldukça Taocu bakış açım vardır. Ahenk olması için enerjiler zıt olmalı ama çelişkili olmamalıdır çünkü ilişkilerini olumlu şekilde işleyebilecek iki insanın yeni gerçekliğine hayat veren zıtların ahengidir.
Kendi adımdan hep nefret ettim ve bana daha uygun bir adım olmasını hayal ettim. Bu huzursuzluğumu da romanda kahramanlarıma yansıttım.
 Edith “mutluluk arayan” anlamına geliyor. Bu hikâye için de ‘mutluluk arayışı’ diyebilir miyiz?  Evet, mükemmel bir alt başlık olurdu. Temelde hepimiz bilinçsizce de olsa mutluluğun arayışı içerisindeyiz. Elbette Edith ve Andrea bunu zorluklarla yüzleştiklerinde ayrılmak yerine, birbirlerine dayanak olarak birlikte büyümeye karar verdiklerinde buldular. Mutluluk belki de zamanın çoğunlukla fırtınalı sürecinde aşkı yaratmayı başarmaktır.

Salgın yazı konusunda yaratıcılığımı yok etti

Bu romanı pandemi öncesi yazıp bitirmişsiniz sanırım. Peki pandemi sizi ve yazma alışkanlıklarınızı nasıl etkiledi?  Evet, neyse ki salgının resmen patlamasından bir hafta önce kitabımı bitirmiştim. Gündelik hayatım pek fazla değişmedi çünkü zaten evde çalışan ve oldukça münzevi bir hayat yaşayan bir insanım. Beni kaygılandıran virüs değil, onun dünyamıza getirdiği ve getireceği değişimler.... Yazı anlamında yaratıcılığım yok oldu. Birlikte yaşama ölçütleri değişti ve çevremizde sürekli büyük bir kargaşa hissediyoruz: Doğru olan ne? Yanlış olan ne? Hiç kimse gerçeği tam olarak anlayamıyor ve bu koşullarda yaratıcılık maalesef yok oluyor. 

İlişkilerin hızı yüksek, derinliği az

Mektuplaşmaya hem kişisel anlamda hem de eserlerinizde değer ve yer verdiğinizi biliyorum. Burada da Edith’in mektuplarıyla karşılaşıyoruz. Çağın kaçınılmaz olguları olan whatsapp mesajlaşmaları ve emaillerden de bahsediyorsunuz ama yine de mektubun yeri ayrı… Günümüzde eski aşklar yok diye yeriniyoruz, bunun en önemli nedeni sizce değişen iletişim biçimlerimiz mi?  Evet, günümüzde iletişim araçlarının çoğalması derin ilişkilerde muazzam bir yoksullaşma yarattı. İlişkilerin hızı ve kısalığı bizi derinlere inme, kendimizin en karmaşık yanlarını aydınlatma konusunda engelliyor. Ve biz önce kendimizi tanıyamazsak, bu adı hak edecek ilişkileri oluşturmakta çok daha büyük güçlük çekeriz. Öte yandan ilişkilerimize ait anılarımız olması imkanını da yok ederiz. Sanki bizler ebedi bir şimdinin içinde asılı varlıklarmışız gibi ilişkiler yaşanıyor ve siliniyor.  

Doğaya hayret etmeyen kişi yoksuldur

Siz bir doğa sever ve belgeselcisiniz aynı zamanda. Romanınızdaki Edith’in babası da fosillere ilgi duyuyor. Bu motif nasıl girdi öykünüze? Tüm romanlarımda her şeyin merkezinde jeoloji yani bizi dünyaya getirerek bizden önce yaşayanlarla onların bize aktardıkları arasındaki ilişki vardır. Aslında biz insanlar, doğa denen olağanüstü bir ‘sahnenin’ içine yerleşmiş olarak yaşıyoruz. Doğanın bir parçasıyız ama dünyaya egemen olan mutlak kudret çılgınlığında bunu fark etmemiz çok zorlaştı. Doğaya karşı hayret ilişkisini yitirmiş kişi korkunç bir yoksulluğun akıntısına kapılmış gibidir.