23 Kasım 2024, Cumartesi Gazete Oksijen
01.10.2021 04:30

Merhaba hüzün…

Sonbahara hüzün yakışıyor en çok. Ve belki de tek bir devası vardır bu özel melankolinin o da kitaplarla teselli bulmaktır... Bu hafta Kitapsever sayfalar arasındaki hüzün kokusunun peşinden gidiyor

Bu satırları uzun bir aradan sonra, yeniden geldiğim Kitapsever’in adadaki evinin bahçesinden yazıyorum. Onunla son görüştüğümüzde, yaşadığımız o zor ve gönül sıkıcı günlerin ardından bir süreliğine otellerde yaşamaya karar vermişti hatırlarsanız. Gitti, ruhunu dolaştırdı ve ilk sonbahar yaprağının yerle buluştuğu gün, o da çok sevdiği adasına geri döndü. Ben de bulduğum ilk vapurla adaya onun yanına… Şimdi bu deftere yazarken, o giderek çoğalan sarı yapraklar saçlarıma, defterimin sayfalarının üstüne düşüyor, “pıt pıt!” diye. Sonbahara ‘hazan mevsimi’ adını takanlar, ne doğru söylemişler. Hüzün, neredeyse üstümüze giydiğimiz ikinci bir ceket gibi alışkanlıkla sarıveriyor bugünlerde bizi. Kitapsever, bütün gün hülyalı hülyalı dolaşıp ha bire Françoise Sagan’ın, Merhaba Hüzün adlı iç burkan güzellikteki novellasının giriş pasajını tekrarlayıp duruyor; “İçimde garip bir hüzün var. Bu ağır, olağanüstü duyguya üzüntü diyemiyorum. Önceleri çok çekici gelirdi bana bu üzüntü sözcüğü; ama şimdi onun bencillikten başka bir şey olmadığını anlıyorum; anlıyor ve utanıyorum… Çok kez sıkıntı, pişmanlık, hatta vicdan azabı duyduğum oldu; bugünse beni her şeyden ayıran yumuşak, sinir bozucu bir duygu, ipek bir ağ gibi sarıyor…” Yazdıklarımı dayanamayıp Kitapsever’e de okuyorum. “Aslında,” diyor ona çok yakışan bir parça hülyalı bir halde, “bu, ‘ipek bir ağ gibi saran’ duyguya biz toplum olarak da pek yabancı değiliz. Ne demiş Hilmi Yavuz, ‘Hüzün ki en çok yakışandır bize/ Belki de en çok anladığımız.’ Gerçekten de bu toprağın insanlarının hüzün duygusuyla ilgili özel bir bağı vardır. Batıda tam karşılığı bulunmayan bir kelime gibidir buralara has bu özel hüzün duygusu… Orhan Pamuk, bunu çok iyi bilir ve İstanbul adlı güzelim kitabında bütün bir bölümü ‘hüzün’ duygusuna ayırır ve der ki; ‘İstanbul ise hüznü bir büyük şehir olarak hep birlikte olumlayarak yaşar. İstanbul ile ilgili modern Türk edebiyatının, şiirinin ve müziğinin bu duyguyu önemseyerek, gururla sahiplenerek ve bir zafer haline getirerek yaptığı şey, hüznü, bir cemaat olarak şehri tarif eden, birleştiren bir merkez olarak kurmaktır. İstanbul hakkında yazılmış romanların en büyüğü olan Huzur’da kahramanlar şehrin tarihinin, yıkım ve kayıp duygusunun kendilerine verdiği hüzün yüzünden kırık iradeli ve yenilgiye mahkumdurlar. Aşk hüzün yüzünden, huzurla sonuçlanmaz. Siyah-beyaz İstanbul filmlerinde, en içe işleyen ve hakiki gözüken aşk hikayesi, esas oğlanın daha baştan verili, doğuştan ‘hüznü’ yüzünden, melodramla sonuçlanır. Bu popüler filmlere göre çok daha ‘yüksek sanat’ ürünü olan Tanpınar’ın Huzur adlı romanının kahramanları da, aynı şekilde ilişkileri ne zaman bir tıkanıklığa doğru ilerlese, ya bir Boğaz gezisine çıkar ya da İstanbul’un arka sokaklarına gidip yıkıntıları seyrederek hüzünlenirler, “Tıpkı senin gibi yani.” Bu son yorumu eklerken hafif muzipçe gülümseyip, göz kırpmayı da ihmal etmeden… “Evet,” diyorum. “Edebiyatın bazı isimleri doğuştan hüzünlüdür,” pek de üstüme alınmamış bir tavırla. “Tıpkı yaşamın hayal kırıklıklarıyla baş edemeyecek kadar kırılgan bir yüreğe sahip olan Sylvia Plath ve onun otobiyografik özellikler sergileyen başyapıtı Sırça Fanus’un hayatı taşıyamayacak kadar yorgun yürekli kahramanı gibi… Ama dünya edebiyatının Sylvia Plath’ı varsa bizim de, Enis Batur’un deyimiyle ‘Türk edebiyatının gamlı prensesi’, Tezer Özlü’müz vardır. Özlü, Plath’a nazaran demir gibi güçlü bir yüreğe sahiptir aslında ama aynı yürek dünyanın tüm acılarını hassas bir şekilde algılayacak duyarlılığa da sahiptir aynı zamanda. Şöyle der örneğin Kalanlar’da; ‘Nihayet yağmur başladı. Bu sabah artık yağmuru neden bu kadar çok sevdiğimi anladım. Ağlayan bir yüreğe benzediği için. Onun acısı yüreğimi ağrıtıyor.’ Her yağmur yağdığında Özlü’nün bu benzetmesi gelir benim de aklıma…”  Son cümlemi neredeyse fısıldayarak, aslında daha çok kendim için söylesem de Kitapsever’in hassas kulakları belli ki duyuyor ve sesinde, ondan beklenmedik belli belirsiz bir şefkat tınısıyla, “Edebiyata genel olarak baktığımızda ise ‘ağlayan bir yüreğe’ sahip olduğunu hissettiğimiz pek çok karakterle karşılaşırız,” diyor. “Carson McCullers’ın taşrada sıkışmış yalnız, çıkışsız ve hüzünlü kahramanları ile Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli’nin Zebercet’i ya da büyük şehirde yaşasa da aydın duyarlılıkları ya da aşk kırgınlıkları nedeniyle özel bir hüzünle sokakları arşınlayıp duran Aylak Adam’ı, birbirlerine benzer bir selam gönderirler örneğin. Tennessee Williams’ın Mrs. Stone’un Roma Baharı’nın olgun ve alımlı kadın kahramanıyla, Thomas Mann’ın Venedik’te Ölüm’ünün yaşlı erkek kahramanı, dünyanın en yaşlı şehirlerinden Roma ve Venedik’i hep benzer bir hüzün duygusuyla turlarlar; yitirilen gençliğe ve güzelliğe yakılan özel bir ağıt gibi…” 

Aşktan gelen hüzün

İçimden, ‘Benim duygusallığıma laf edene de bak hele!’ diye ince bir hoşnutluk duygusu geçirerek, “Hiçbir satır, Elizabeth Smart’ın nefis eseri Merkez İstasyonu’nda Oturup Ağladım’daki şunlar kadar net ve vurucu anlatamaz belki de aşktan kaynaklanan hüznü,” diyorum; “Yalnızlığınla baştan ayağa hüzünle kaplanmış olarak duyumsamıyor musun kendini? Evet, öyleyim, ya sen? Ah, yatak öyle soğuk ki.” Birden bir sessizlik oluyor. Altında oturduğumuz ağacın en tepelerinden, döne döne aşağıya doğru bir yaprak düşüyor. O bir an uzuyor, sanki dünya dönmeyip duruyor. Yaprak, ben ve Kitapsever bir oluyoruz adeta. ‘İçimde garip bir hüzün var. Bu ağır, olağanüstü duyguya üzüntü diyemiyorum… Evet, sonbahara hüzün yakışıyor en çok. Ve belki de tek bir devası vardır bu özel melankolinin; o da kitaplarla teselli bulmaktır,’ diye geçiriyorum içimden, hüznün o tatlı şurubu ağır ağır yüreğime işlerken… Son sözü ise yine Kitapsever söylüyor, Murathan Mungan’a selam ederek; “Yaz geçer, iyi gelir sözcükler.”