22 Aralık 2024, Pazar Gazete Oksijen
28.05.2021 06:00

Umutsuz olanın atı koşmaz

Zülfü Livaneli yeni romanı Balıkçı ve Oğlu’nda, her felakete direnen küçük bir köyün ve dev acılarla savaşan bir çiftin hikayesini ustalıkla anlatıyor. Onları ayakta tutan şey, Livaneli’nin “ahlaki bir tutum” olarak nitelediği umut: “Umutsuzluk yaymaya hakkımız yok. İkizdere, Artvin, Kaz Dağları direnişi gösteriyor ki bu insafsız kâr hırsı bitecek”

Zülfü Livaneli, üç yıl aradan sonra yeni romanı Balıkçı ve Oğlu ile geldi. Hem de ne gelmek! Görünürde sadece 140 sayfalık bir novellada, son derece minimal ve sade bir anlatımla, dev gibi güçlü bir öyküyü insanın ruhuna nüfuz ederek anlatıyor büyük usta. Ege’de bir balıkçı köyünde, tek çocuklarının ani kaybıyla acılaşmış, denizde bulunan bir bebeğin hayatlarına beklenmedik girişiyle tüm hayatları alt üst olan genç bir çiftin, Mustafa ile Mesude’nin bireysel dramlarının arka planında; Ege denizini aşmaya çalışan yabancı göçmenlerin toplumsal trajedisinden, denizde, karada ve havada sürmekte olan ekolojik katliama dek insanlığa ve dünyaya dair hem çağdaş hem de kadim pek çok meseleyi ele alıyor. Aile, aşk, ebeveynlik, evlat, kadın dayanışması, dostluk gibi kavramlar evrensel ve yerel mitlerle, söylencelerle iç içe geçerek satırlardan dalga dalga ruhlarımıza ulaşıyor. Tıpkı bu romanın gizli kahramanı Ege’nin denizinin dalgaları gibi… Bir solukta okunan Balıkçı ve Oğlu, okuduktan uzun bir zaman sonra bile sizi etkisi altına alan romanlardan; kadim öyküler kadar zamansız ve güçlü, çağdaş hikayeler kadar vurucu ve etkileyici… Zülfü Livaneli kuşkusuz ki bizim büyük edebiyat ustalarımızdan biri ve Balıkçı ve Oğlu da onun gücünün doruklarında kaleme aldığı incelikli bir eser.  Balıkçı ve Oğlu aynı zamanda Livaneli’nin İnkılap Kitabevi’ne geçtikten sonra ilk yayımlanan romanı olma özelliğine de sahip ve 300 bin ilk baskı adetiyle şimdi raflarda. Zülfü Livaneli ile hem yeni romanını hem de edebiyattan yaşama pek çok şeyi konuştuk. 

Zülfü Livaneli: “Bu romanı bitirince, daha öncekilerdeki gibi kadın karakterlerin çok güçlü olduğunu farkettim. Mutluluk’taki Meryem, Leyla’nın Evi’ndeki Leyla Hanım, Roxy, Son Ada’daki Lara vs. Hayatı yaratan ve sürdüren kadınlar daha güçlü.” (Fotoğraf: Gürcan Öztürk)
Zülfü Livaneli: “Bu romanı bitirince, daha öncekilerdeki gibi kadın karakterlerin çok güçlü olduğunu farkettim. Mutluluk’taki Meryem, Leyla’nın Evi’ndeki Leyla Hanım, Roxy, Son Ada’daki Lara vs. Hayatı yaratan ve sürdüren kadınlar daha güçlü.” (Fotoğraf: Gürcan Öztürk)

“Artık ölüm bile adil değil”

Balıkçı ve Oğlu’nun uzun süredir zihninizde yavaş yavaş oluştuğunu biliyorum. Bunun hem konu hem de üslup anlamında, ilk gençliğinizden bu yana Hemingway’e duyduğunuz sevginin yanı sıra başka nedenleri de var mı? Bir deniz romanı yazma isteği hep vardı bende. Bestelerimde de deniz çok geçer biliyorsunuz. Deniz; açıklık, özgürlük, mutluluk demek benim için. Çocukluğumdaki Hemingway hayranlığımın da etkisi olabilir tabii.  Bu öykü ilk hangi yönüyle aklınıza düşüp sizi baştan çıkardı ve neden şimdi hayata adım attı? Denizde bir sığınmacı cesedi bulma hikayesini, bu olayı gerçekten yaşayan genç bir kardeşim, çocukluğundan beri tanıdığım Mehmet Gürs anlatmıştı. Onun başına gelmiş böyle bir şey. O imge hiç kafamdan çıkmadı. Sonra başka biçimlere büründü.  Roman, mültecilerin dramından denizlerdeki kirliliğe, doğanın kapitalist nedenlerle acımasızca katliamına dek tam da şu anda yaşadığımız günümüz meselelerinden bahsediyor olsa da bir yandan da bir o kadar insana dair zamansız bir dramı merkezine alıyor; evlat kaybı ve sonrasında Mustafa ile Mesude’nin yaşadığı dilemma… Yani öykü bir yandan çok çağdaş bir yandan ise Yunan mitleri kadar zamansız. Bence iyi edebiyatın sırrı bu, sizce? Doğru.  Gerçek edebiyatın, zamanı ve coğrafyayı aşan bir ‘insani’ boyuta erişmesi gerekiyor. Ötesi folklor. Ama edebiyat bunu yaparken insanı bir mekân ve zaman içine yerleştiriyor elbette. O zamanın ve mekânın sorunlarını, karakterlerin psikolojisini etkilediği oranda kavrıyoruz. Kısacası insanı bütün boyutlarıyla ele alıyoruz. Yoksa mesaj vs gibi dertleri olan romandan hiç hoşlanmam ben. İnsanı doğru anlattığın zaman, o zaten ‘mesaj’ı içerir. Hatta gerçek roman, yazarın bilincini ve politik duruşunu da aşar. Faulkner, Yaşar Kemal’in Çukurovası gibi bir Yoknapatawha yaratırken, mesaj derdinde değildi ama karakterlerinin bilinçaltı bize Güney’in bütün dramını aktarıyor. Kısacası ‘insan’a, folkloru aşan evrensel bir bakış ve onun bilincinden, bilinçaltından bize yansıyanlar… İşte önemli olan bu.  1970’li yıllarda Stockholm’de yazdığınız Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm romanınızda Bülent adlı bir akademisyen bir kehanette bulunur. İlerde Asya’dan, Afrika’dan insanlar şişme botlara, sandallara binecek ve Avrupa’ya göç edecek. Bunu durdurmaya kimsenin gücü yetmeyecek gibi bir kehanet. Bunu o zamanlar okumayı nasıl başarabildiniz? Bir edebiyatçı içgüdüsü mü, kendisi de bir dönem ülkesinden uzak yaşamak zorunda kalmış bir mülteci empatisi mi yoksa Marx ve Engels’in teorilerini iyi hatmetmiş bir aydının öngörüsü mü? Hepsi birden sanırım. Eşitsizlik dünyanın en büyük sorunu. Anadolu’nun basitçe “Biri yer biri bakar/ Kıyamet ondan kopar” diye anlattığı hakikat. Das Kapital’in ya da Piketty’nin rakamlarla anlattığı da budur. Artı değer, emeğin sömürülmesi, ülkeler arası eşitsizlik, gelir dağılımında giderek dayanılmaz hale gelen adaletsizlik. Bizler, toplumlara sınıfsal açıdan bakan bir disiplinden geliyoruz. Hayat bizi her gün doğruluyor. Pandemi sorununa bakın. Adı bile pan, yani tüme ait, bütün insanlığın sorunu. Ama insanlık buna toptan cevap veremiyor, virüs kadar aklı yok. Hala rant, kar, rekabet, yoksul ülkelerin aşısız kalması… Utanç verici. Nazım’a kulak verelim: Bir eski Acem şairi : "Ölüm âdildir" — diyor,— "aynı haşmetle vurur şahı fakiri." ... Biliyorum, ölümün âdil olması için hayatın âdil olması lâzım, diyorsunuz...   Artık hiçbir şey adil değil; ölüm bile.  Romandaki sakin ve küçük balıkçı köyü hem denizden hem karadan ve havadan gelen ‘saldırılar’ (mültecilerin dramı, katil balon balıklar, denizi öldüren balık çiftlikleri, doğayı katleden madenler ve termik santraller) altında. Yine de o sakin kendi halindeki köylüler kendilerinden çok daha büyük olan bu güçlere karşı ezilmeyi değil, direnmeyi ve mücadeleyi seçiyorlar. O köy aslında bizim dünyamız. Geleceğimize dair sizden yeni kehanetlerde bulunmanızı istesem, bize yeni felaketler mi öngörürsünüz yoksa o köylüler gibi insanlığın birleşip, direneceğine ve kazanacağına dair inancınız kuvvetli mi? Umut, ahlaki bir tutumdur. Umutsuzluk yaymaya hakkımız yok. Biz, daha güzel, daha adil, daha kardeşçe bir dünya yaratmak için yıla çıkmış insanlarız. Ve bu mutlaka olacak. Doğayı, insanı, hayvanı, cümle mahlukatı yok eden bu insafsız kar hırsı mutlaka bitecek. İkizdere’ye bakın, Kaz Dağları direnişine bakın, Artvin’e bakın. İnsan şu anda özlediğimiz insan değil, henüz ilkel insan ama bir gün mutlaka gerçek insan olmak zorunda kalacak. (Nazilerin çarpıttığı, Nietszche’nin ‘üst-insan’ kavramı aslında bundan ibaretti.)  Unutmayalım: Umutsuz olanın atı koşmaz. Mesleğimiz umut bizim.  Öte yandan bu sade ama güçlü hikâyenin kalbinde ise bir çift var; balıkçı Mustafa ve onun güçlü, gururlu eşi Mesude. Her ikisini de okurken adeta bir film izler gibi karşımda kanlı canlı beliriverdiler. Anladığım kadarıyla her ikisini de çok severek, duyumsayarak, özenle yaratmışsınız. Mustafa ve Mesude sizin için ne ifade ediyorlar?  O çifti ben de çok seviyorum doğrusu. Tamamen kurgu. Acısını içine gömen, konuşamayan Mustafa ve güçlü kadın Mesude. Zaten bu romanı bitirince, diğer romanlarımdaki gibi kadın karakterlerin çok güçlü olduğunu farkettim. Mutluluk’taki Meryem, Leyla’nın Evi’ndeki Leyla Hanım, Roxy, Son Ada’daki Lara vs. Hayatı yaratan ve sürdüren kadınların daha güçlü olduğuna inanıyorum ben.  Bu çok katmanlı öykü bir yandan toplumsal trajedilerden bahsederken, bireysel dramlardan da bahsediyor demiştik. Tek çocuklarını kaybetmiş genç bir çift var karşımızda. Böylesine büyük bir acı çiftleri ya daha da yakınlaştırıyor ya da tamamen yıkıp ayırıyor. Ama kesinlikle dönüştürüyor. Böylesine durumlarda aşk mı daha güçlüdür yoksa acı mı? Ya da böyle bir sınavdan geçen bir çifti yalnızca aşkın gücü mü bir arada tutar yoksa dayanışmadan doğan sevgi mi?  Çocuk kaybetmek, doğanın düzeninin tersine dönmesi demek. Bu yüzden bize daha çok ve daha derin bir acı veriyor. “Vadesiz ölümler zor geldi bana” Geçen yıl çok sevdiğim dört yaşındaki Melisa’nın ölüm acısını yaşadık. Belki bu romanı yazmamda onun da etkisi oldu. Çocuk kaybeden çiftler çok ağır süreçlerden geçer. Birbirlerinin yüzüne bile rahat bakamazlar çünkü hep onu, o anı hatırlarlar. Bu yüzden pek çok evlilik dağılır. Unutmak insanın ilacıdır ama bu durum kolay unutulmaz.  Dünyanın trajedileri çağa göre değişse de temel insan dramları değişmiyor. Peki insanın temel değerleri bu değişimden pay alıyor mu yoksa sağlam kalmayı başarabiliyor mu? Bir yandan kadına olan şiddet ile göçmenler gibi sırtlarından para kazanılan çaresizlere yönelik şiddet ve zulüm artarken bir yandan hala onların trajedisinden acı duyan, kendi mutluluklarından dahi vazgeçebilecek Mesude ve Mustafa gibi iyi insanlar da hala var. Dünya ne kadar çok kötülüğe şahit olsa da insanlığın vicdanında şaşmayan bir vicdan dengesinden söz edebilir miyiz? Bir deyişte “İnsan kısım kısım, yer damar damar” denilir. Gerçekten de öyle. Genel bir insanlık tarifi yok, insanına göre değişiyor. İyilik ahlaki bir seçimdir, vicdanlı olmayı seçmektir. Ne yazık ki bazı dönemler insanı korkunç bir yaratık haline getiriyor. Çünkü halk dediğimiz şey; statik değil dinamik. Koşullara, döneme, bölgeye ve özellikle başındaki iktidara göre dönüşüyor. Bugünkü Alman halkı, İkinci Harp’teki halk değil. Çünkü o zaman Nazi propagandaları halkı zalim kılmıştı, bugün tekrar insanlık değerlerine döndüler. Bir kitabımda dediğim gibi; Her insanın içinde iyi ile kötü yanyana durur; bazı hükümetler iyiliği, bazıları kötülüğü açığa çıkarır. Çünkü insan, Aristoteles’in deyimiyle “antropos zoon politikon” yani siyasal bir canlı. Hikâyede bir mesel var. Süleyman Peygamber’in, öz ve üvey annelerin paylaşamadıkları çocuğa dair uyguladığı sınav meseli… Sanırım bu öykünün sorduğu sorulardan biri de bu; bir çocuğun annesi kimdir, onu doğuran mı yoksa emek ve sevgi veren mi? Kitapta bu meselin yanı sıra köydeki yerel hikaye ve efsaneleşmiş durumlardan eski halk hikayelerine ve mesellerine dek pek çok küçük yan hikayeden de bahsediyorsunuz. Bu tür halk hikayeleri ve mitleri sizin önem verdiğiniz, bir hikâyeyi zenginleştiren kaynaklar değil mi? Bu evrensel meseli Bertolt Brecht  de Kafkas Tebeşir Dairesi oyununda işlemişti. Muhteşem bir öyküdür. Zaten Doğu, kıssalarla düşünür. Mesnevi de öyledir. Benim için yüzyıllara dayanmış, ağızdan ağıza aktarılmış destanlar, halk hikayeleri, deyişler bir hazinedir. Her zaman aklıma gelir bunlar. Biliyorsunuz, büyük Rus yazarı Lermontov bile Aşık Garip hikayemizi yazmıştı. Folklor bir tuzak olabilir ama doğal bir seçilimle halkın asırlarca taşıdığı sözlü edebiyat muhteşemdir. Çünkü zaman içinde hiçbir yönlendirme olmadan ayıklanmıştır. Homeros halk hikayelerini derlemişti; Cervantes de öyle…  Öte yandan Balıkçı ve Oğlu için dünyaya ve çevreye karşı en duyarlı eseriniz diyebilir miyiz? Mustafa ve Mesude kadar deniz ve doğa da bu romanın karakterleri değil mi? Sizin de deniz ve doğayla özel bir ilişkiniz, bir sevdanız var; bu öykü için bu sevdaya adanmış bir öykü de diyebilir miyiz? Galiba öyle. Ben romanda şiirsellikten kaçarım, anlattığım dünya ve karakterlerle arama mesafe koyarım. Yoksa melodram olur. Ne var ki bu romanın gizli bir şiirselliği oluştu galiba. Yaşar Kemal, her roman kendi biçimini getirir derdi ve çok haklıydı.  ***

“İlaç içer gibi kitap okunmaz”

Karakter yaratmak sizin için edebiyatta olmazsa olmaz bir unsur. Bir öykünüze ya da romanınıza başlamadan önce size gelen ilk esin bir karakter midir yoksa öyküye dair herhangi bir detay olabilir mi? İlham anınızın nasıl doğduğunu merak ediyorum. Ve de öykünüzün karakterlerinin oluşumunu… Marcel Proust’a sormuşlar, karakterlerinizi gerçek hayattan mı alıyorsunuz diye. “Evet,” demiş, “her karakterde aşağı yukarı sekiz yüz kişi.” Elbette her yazar ilhamını hayal gücüyle zenginleştirdiği hayatlardan alır. Bazen bir imge başlatır romanı; bazen bir anı, bir olay… Çiçek dürbününü sallamak gibi bir şey. Her seferinde yeni kompozisyonlar çıkıyor ortaya, hayattan aldığınız izlenimler durmadan yeni bileşimler yaratıyor. Hayal gücü önemli tabii ama şöyle bir söz etmiştim bir yerlerde: “Sanat, yaratıcı hayal gücünün estetik bir ölçüyle disiplin altına alınmasıyla oluşur.” Sadece hayal gücü, insanı sanat dışı aşırılıklara götürür. Sanat bir disiplindir, ölçülü olmaktır. Sadece çalışma disiplininden söz etmiyorum. Estetik ölçünün şart olduğunu söylüyorum.  Öte yandan Edebiyat Mutluluktur’da da “kitabın içinde bir nabız atmalı” diyorsunuz. Şimdi biraz da Balıkçı ve Oğlu’nun içinde atan nabızdan bahsedelim mi… Görünürdeki onca sadeliğin altında giderek derinleşen, katmanlaşan ve nabzı hızlanan bir hikâye bu… Tıpkı deniz ve onun sahile vurup çekilen dalgalarının ritmi gibi… Ne kadar güzel söylediniz. Aklıma gelmemişti ama sözünüzü düşününce gerçekten de dalgaların ritmini duyumsadım ben de. Evet, nabız meselesi önemli. Para verip bir kitap alıyoruz, saatlerimizi, günlerimizi verip okuyoruz.  Çünkü yazarın bir iddiası var. “Ey okur, sana bir hikâye anlatacağım ve bunu öyle bir şekilde yapacağım ki zihnini, ruhunu zenginleştirecek ve okurken zevk alacaksın.” Okuma zevki önemli bir şeydir, ilaç içer gibi kitap okunmaz. Milyonlarca okur Dickens’ı, Balzac’ı, Dostoyevski’yi bir şey öğrenmek için okumadı, zevk aldığı için okudu. En ‘müşkülpesent’ yazar olan Borges, “Bir kitap kendini okutmayı başaramıyorsa bırakın hemen” der, çünkü dünya okunmayı bekleyen çok güzel kitaplarla dolu. Burada hüner kavramı ortaya çıkıyor. Nasıl ki bir konser piyanisti bizi, sahip olmadığımız bir hüner göstererek başka dünyalara sürüklerse, yazar da hepimize ait olan kelimeleri ve konuları apayrı bir biçimde düzenleyerek kendini bize okutmak zorunda. Tanrı çamurdan heykel yapıp içine can üflemiş ya. İşte o can yoksa, kalıp olarak kalır onca sayfa.  Kitabınızın biraz da biçeminden bahsetmek istiyorum. Bu kez bir novellayla karşımıza çıktınız. Üstelik son derece sade bir üsluba ve anlatıma sahip, gereksiz süslerden arındırılmış bir hikâye bu. Benzer söylemlerde olan Hemingway ve Yaşar Kemal’i de anarak, bir edebiyat eseri süslerinden ne kadar arınıp, sadeleşirse o denli güçlü ve mükemmel haline mi yaklaşıyor sizce?  Kesinlikle öyle. Süs gereksizdir. Gerçek şiir, Yunus Emre kadar yalındır. Sanki o dizeleri herkes söyleyebilirmiş gibi gelir ama söyleyemez. Eskiler sehl-i mümteni derdi bu sanata. Çok önemlidir. ***

“Yeni roman çok şaşırtıcı olacak”

Hala üstünde çalıştığınız yeni bir romanınız daha var. Kaplanın Sırtında. O hangi aşamada? Bize içeriğinden biraz bahsedebilir misiniz?  Dört yıldır yazmakta olduğum bir roman bu. Hemen hemen bitti. Sultan II. Abdülhamid ve ailesinin Selanik sürgününde Alatini köşkündeki ilk gecelerinden başlıyor. Bir insanlık dramı yaşanıyor orada. Bugünkü ideolojik tartışmaların ötesinde, sadece insanları anlatan bir roman bu da. Başrolde, 33 yıl, üç kıtadaki sonsuz mülklerin ve tebaanın mutlak efendisi olan bir insanın ve bir gün içinde yatak, yiyecek bile bulamadan kuru tahta üzerinde uyumak zorunda kalan bir ailenin hikayesi var. Ayrıca amcası Sultan Aziz’le yaptığı Avrupa seyahatinin de renkli sahneleri… Yurt dışında ve içinde o kadar çok araştırma yaptım ve öyle bilinmeyen gerçeklere ulaştım ki roman çok şaşırtıcı olacak.  ***

“Her kitabın kendi kaderi var”

Biraz da sizin diğer kitaplarınızdan bahsetmek istiyorum. Serenad kısa bir süre önce Amerika’da Boston Globe ve PopMatters tarafından yılın en sevilen ve yılın en iyi kitabı seçildi. Sanırım Serenad artık kendine ait bir yolda yürüyor. Kitapların yazarlarından ayrı kendilerine ait bir kaderleri olduğuna inanır mısınız? Ve sizce Serenad, neden ABDli okurlar tarafından bu kadar sevildi? Türkiye’de de en sevilen kitaplarımdan biri oldu o. Evet, her kitabın kendi kaderi var. Bazıları Yahudilerle ilgili bir trajedi anlattığı için romanın Amerika’da ünlendiğini düşünebilir ama tam tersi söz konusu. İkinci Dünya Savaşı ve Yahudiler konusunda o kadar çok film ve roman var ki artık insanlar bu konuyu izlemek istemiyor. Bu ortama rağmen Serenad’ın sevilmesi ise, Maximilian ile Nadia’nın sevdası ve Maya’nın bunu yavaş yavaş keşfetmesine bağlı sanırım.  Diğer kitaplarınız da İnkılap Kitabevi tarafından yeniden basılmayı sürdürüyor. Ve okurlarınız da yeni yayınlanan kitaplarınız kadar onlara ilgi göstermeyi... Engereğin Gözü, 25. yılını kutladı örneğin. Bir yazarı en çok ne heyecanlandırır, yeni yayınlanan kitapları mı yoksa eski kitaplarının yeni baskıları mı? Yeni kitap, yeni doğan çocuğunuz gibidir, üstüne titrersiniz ama öteki çocuklarınızı da unutmazsınız elbette. Köklü ve prestijli yayınevi İnkılap, kitaplarımı çok kaliteli bir kağıda, özenli bir şekilde basıyor. Gösterdikleri titizlik için teşekkür borçluyum.