18 Kasım 2024, Pazartesi Gazete Oksijen
26.11.2021 04:30

“Arkadaşımı yedirtmem arkadaş” kültürü

Bugün aslında Uğur Yücel’den söz edecektim, öyle planlamıştım. Niye Uğur Yücel derseniz, geçenlerde verdiği bir demeç nedeniyle notlarım arasına girmişti. Tabii buna ne kadar “demeç” adını verebiliriz, ondan da emin değilim. Daha ziyade bir “ego patlamasına” işaret ediyor. Şöyle demiş: “45 yaş üstüne burun kıvırıyorum. 35’ten yukarı kullanım kılavuzu istiyorum. Yatakta aniden paket olursak sorumluluk ona kalmasın.” Bunu okuduğum gazetede Uğur Yücel’in bir de fotoğrafı var, benim yaşlarımda olmalı. Kendisi Adonis’e pek benzemiyor, Apollon da sayılmaz. Kaldı ki Kıvanç Tatlıtuğ bile olsan insan bu yaşlara gelince, söylediğine filan biraz daha dikkat etmeli diye düşünürüm. *** Sabah yazmaya başladığım yazının bundan sonrasını sildim. Uğur Yücel değerli bir sanatçı ve değerli bir sanatçı için o yazdıklarımın yayınlanmasını istemedim. Keşke o da kendi değerinin farkında olup, böyle abuk sabuk konuşmasaydı diye aklımdan geçirdim. Onun için sevgili okuyucular, bugün aşk – meşk meseleleri yerine dikkatinizi başka konulara çekmek istiyorum. Önce bir sınav yapacağım, bakalım “Doğulu” musunuz, yoksa “Batılı” mı?

NE DERSİNİZ?

Çok yakın bir arkadaşınızın kullandığı otomobille giderken bir yayaya çarpıyorsunuz. Arkadaşınızın 40 kilometrelik sürat limiti olan bir yerleşim bölgesinde 70 kilometre yaptığını biliyorsunuz. Olayın tek tanığı sizsiniz ve arkadaşınızın avukatı ifadenizde süratinizin 40 kilometre olduğunu söylerseniz arkadaşınızı çok ciddi bir cezadan koruyacağınızı söylüyor.  Şimdi sorular: Arkadaşınızın avukatına ya da arkadaşınıza ne yanıt verirsiniz? a. Arkadaşım olarak yalan ifade vermemi bekleme hakkına kesinlikle sahiptir. b. Arkadaşım olarak yalan ifade vermemi bekleme hakkına bir miktar sahiptir. c. Arkadaşım da olsa yalan ifade vermemi bekleme hakkına kesinlikle sahip değildir. İfadenizi alan savcı ya da hâkime ne anlatırsınız? a. Onun 40 kilometre hızla gittiğine tanıklık ederim. b. Onun saatte 70 kilometre hızla gittiğini söylerim. Siz yanıtlarınızı düşünürken bu anketin dünya ölçeğinde yapıldığını belirteyim. Kuzey Amerikalılar ve Kuzey – Orta Avrupalılar ifadede kesin doğruluktan yana tavır almışlar. Her 100 İsviçreliden 97’si, her yüz ABD’liden 93’ü doğru ifade vermekten yana. Dünyanın nispeten az gelişmiş bölgelerine gidildikçe doğru ifade verme eğilimi de azalıyor. Aynı şekilde Akdenizliler de yalan ifadeye daha çok eğilimli. 100 Yunan’dan sadece 57’si, Bulgarların yüzde 53’ü, Nepallilerin yüzde 36’sı, Venezuellalıların yüzde 32’si “Doğru ifade veririm” diyor. Geri kalan çoğunluk, arkadaşını korumak için yalan ifade vermeye hazır.  Kazazedenin ciddi bir sakatlanma ya da ölümle karşılaştığı bilgisi kendilerine verilince Kuzey Amerika ve Kuzey Avrupalıların doğru yanıt verme isteği daha da artmış. Buna karşılık Akdeniz kültürünün etkisinde olan Fransızlar “Eğer yaya ciddi şekilde sakatlanmış ya da ölmüşse, arkadaşımın benden ciddi bir destek bekleme hakkı vardır” görüşündeler. Buna karşılık İngilizlerin yayanın başına gelen felaket büyüdükçe arkadaşlarına yardım etme eğilimlerinde ciddi bir azalma görülüyor.  Sizlerin ne yanıt verdiğinizi elbette bilmiyorum ama biz Türklerin genel eğilimimizin arkadaşımızı korumak yönünde ağır bastığını söylemeliyim. Hep derim, Türkler ile Yunanlar bu konularda bir elmanın iki yarısı gibidir.

BİZDEN Mİ DEĞİL Mİ?

Bunu bilince, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun çıkacağını söylediği “helalleşme yolculuğu” üzerine kopan kıyameti anlayabilmek kolaylaşıyor. Dikkatsizliği ya da bir büyük hatası nedeniyle ağır bir trafik kazasına yol açan arkadaşımızı koruma eğilimimizin bir başka boyuttaki yansıması bu sadece. “Bizden” olduğunu varsaydığımız, kendimize yakın gördüğümüz ya da aynı siyasi hareketin içinde yer aldığımız kişilerin eylemlerini olumlamaya yönelik bir tutum içinde oluyoruz. “Öteki” olarak konumladığımız kişilerin eylemleri ile “bizden” olanların eylemleri aynı sonucu doğuruyor olsa bile tavrımız “ötekini” suçlamak, “bizden” olanı aklamak! Onun için de “ne helalleşmesi, hesap sorulsun” diyenlerin sayısı toplumun iki kesiminde de daha yüksek çıkıyor. Ve unutmayalım ki bizim ülkemizde ses ne kadar yüksek çıkarsa, insanlar haklılıklarına o kadar çok inanıyorlar. Kendinden emin bir şekilde yüksek sesle konuşmanın, sağa sola buyruklar vermenin Türkiye’de ne kadar sonuç alıcı bir davranış biçimi olduğunu ilk öğrendiğimde 17 yaşımdaydım. Bebek yaşta ilkokula kaydedilmiş olmanın bir sonucu olarak daha bıyıklarım bile çıkmamışken Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin yurduna kaydoluyordum ve elbette yüksek sesle konuşarak iş yaptıran da ben değildim. Aramızda ‘Sedat Hoca’ dediğimiz, bir süre öğretmenlik de yaptığı için yaşça bizden hayli büyük olan arkadaşımız Sedat Göçmen, kalın bıyıklarının ve hepimizden 10 santim yüksek boyunun verdiği avantajla kayıt memurlarına buyruklar vererek üç kişilik odalardan birine yerleşmemizi sağlamıştı. İlerleyen yıllarla birlikte bu tecrübeden sık sık yararlandım.  Bizimki gibi kültürlerde yüksek ses tonu çevredekileri kendi başına motive eden bir iletişim taktiği olarak öne çıkıyor. Özellikle kayıtsız Doğu toplumlarında ses tonundaki alçalma ve yükselmeler konuşmanın ciddi olmadığı kanısını uyandırırken bize çok yakın davranış kalıplarına sahip Latin toplumlarında bu abartılmış iletişim tarzı, kişinin bütün yüreğiyle işin içinde olduğunu gösteriyor ve çevresini harekete geçirebilmesini sağlıyor. Özellikle siyasetçilerin ellerinde mikrofon olmasına rağmen neden illa bağıra çağıra konuşma ihtiyacı hissettiklerini de daha iyi anlayabiliyoruz. “O ses” bunun farkında olduğu için de karşısında kendisini dinleyenler on kişi bile olsalar aynı şekilde konuşmaya devam ediyor. Hatta gözlerimi kapattığımda evinde bile aynı şekilde konuştuğunu duyar gibi oluyorum ki Allah çevresindekilerin yardımcısı olsun.

YÖNETİCİ BABA

Bu bilgileri Trompenaars ve Hampden – Turner’in Türkçeye “Küresel İş Yönetimi ve Kültürel Çeşitlilik” ismiyle çevrilen kitabından derledim. (Çeviren: Zülfü Dicleli) Kitabın yazarları kendi araştırmalarına dayanarak çeşitli kültürlerde yöneticilerin nasıl görüldüğünü tespit etmeye de çalışmışlar: Yönetici bir tür baba mıdır yoksa işini en iyi yapan kişi midir? Bu araştırmadan çıkan sonuç da ‘ilişki’ temelli kültürlerin insanlarının yöneticilerini bir baba gibi görmeye eğilimli olduğunu gösteriyor. Örneğin Mısırlıların üçte ikisi bu görüşte. Umman, Singapur, Venezuella, Filipinler, Kuveyt, Romanya, Rusya, Endonezya gibi ülkelerde yaşayanlar da yöneticiyi bir tür baba gibi görme eğilimindeler. Türkiye’de de her üç kişiden biri yöneticisini bir tür baba yerine koymaya eğilimli. Oysa gelişmiş sanayi toplumları işin nasıl yapıldığı ile ilgili. Avustralya, Kanada, İsviçre gibi ülkelerde ezici bir çoğunluk (Yüzde 97 ve yüzde 92 aralığı) yöneticiyi “işi yapan insan” olarak görüyor.  İşin ilginç yönü birleşmeden sonraki Almanya’da ortaya çıkan tablo. Eski Doğu Almanya’da yaşayanların yüzde 54’ü yöneticiyi bir tür baba gibi görme eğilimindeyken, batıda yaşayan Almanların ancak yüzde 13’ü bu eğilime yakınlar.  Troçki, Bolşevik devriminden sonra Stalin ile giriştiği mücadelede (elbette o tarihte böyle bir araştırmadan haberi olamazdı) Rusya’nın bir Doğu toplumu olduğunu ve toplumun ‘baba otoritesi’ ihtiyacıyla işçi sınıfının yerine parti merkez komitesini, merkez komitesinin yerine de parti genel sekreterini koyacağına dikkat çekmişti. Dediği gerçekleşti ve Stalin, Rusya Ana’nın babası olarak Çar’ın yerini almakta gecikmedi. Nitekim bugün bile Rusya’da yaşayanların yarısı yöneticiyi bir tür baba olarak tanımlıyorlar. Böyle toplumlarda yöneticiler de bundan azami şekilde yararlanıyorlar elbette. Otoritesi sorgulanmayan bir babanın bütün eylemlerini, kararlarını kayıtsız şartsız kabule hazır büyük kitleler var. Onun için de son günlerde muhalefete hâkim olan “seçim çantada keklik” havasının hüsranla sonuçlanma ihtimalinin göz ardı edilmemesi gerekir.
Mehmet Y Yılmaz
Mehmet Y Yılmaz