Boykot çağrılarına destek verdiği için TRT Genel Müdürü tarafından Teşkilat dizisinden çıkarılan Aybüke Pusat’ın bir videosunu Instagram’da izledim.
Video İbrahim Selim’in YouTube programından bir kesit.
Pusat videoda “iyi biri olduğum söylenince çok mutlu oluyorum. Çünkü ben iyi biriyim. İyi biri olmak için çaba harcıyorum ve tüm çabam biri tarafından görülüp takdir edilince de çok mutlu oluyorum. Çünkü çok kötü bir hayat yaşıyoruz yani bence negatif bir hayat yaşıyoruz” diye anlatıyor.
Tuhaf bir şey gibi geliyor önce ama bu videoyu izlerken o kadar mutlu oldum ki birkaç kez üst üste izledim.
Kuşkusuz ki sözleri söyleyenin, ekrandan taşıp insanın içine işleyen sevimli ve samimi görüntüsünün de bunda payı var ama “iyi biri olmak için çaba harcadığını” söyleyen birisi ile aynı kentte, belki de aynı semtte nefes alıp verdiğimi bilmek içimi rahatlattı diyebilirim.
Biliyorsunuz “kinine sahip çıkmak” peşinde olanlar da bizimle aynı yerlerde nefes alıp veriyorlar ve bunu bilmek de içimi nasıl daraltıyor, anlatamam.
İyilik yapmak, iyi birisi olmaya çalışmak insanın içini rahatlatan bir duygu.
Marcus Aurelius’un “iyilik yapmak insanlığın en büyük hazzıdır” dediği günden çok çok daha öncesinden beri de bilinen bir şey.
Hobbes’la işler değişti
Modernitenin doğuşuna kadar tarih boyunca ana fikir insanların içlerinde iyilik duygusu ile doğup yaşadıkları fikriydi.
İyilik, insan doğasının bir parçası kabul ediliyordu.
Aynı toplumda yaşayan insanlar, birbirlerine karşı aidiyet hisleri ile yüklüydüler.
Ne zaman ki “bireycilik” toplumların “yükselen değeri” haline gelmeye başladı, o günden beri de “iyilik” kuşku ile yaklaşılan bir şeye dönüştü.
Thomas Hobbes 1651 yılında Leviathan’ı yayınladığından beri de “iyilik”, psikolojik bir gariplik düzeyine indi.
Hobbes insanların kendi çıkarlarından başka bir şey düşünmeyen bencil varlıklar olduğunu düşünüyordu.
İnsanın varoluşu “herkesin herkesle savaşı” üzerine kuruluydu.
Hobbes başlangıçta yalnızdı ama sonra deyim yerindeyse tavşan gibi ürediler.
Bencilliğin “insanın doğasında olan temel dürtü” olduğuna ilişkin inanç bir çığ gibi yuvarlana yuvarlana büyüdü ve bugün insanlık o çığın altından çıkmaya çalışıyor.
Zaman zaman ortaya çıkan ve iyilik timsali gibi görünen insanların “gerçek yüzlerini ortaya çıkarma” dürtüsü, temel bir içgüdü haline gelmiş durumda.
Birisi durduk yerde bir başkasına iyilik yaptığında bunun ardında bir “çakallık” aramak neredeyse bir refleks haline geldi.
‘Kadınlar iyi erkekler bencil’
Rousseau iyiliğe meyleden bir benliğin oluşumunda çocukluk deneyimlerinin önemine vurgu yapan ilk düşünür.
20. yüzyıla gelene kadar da “iyilik” kadınlara özgü bir kişilik özelliği olarak kabul ediliyordu.
Özellikle anneliğe has bir duygu!
Bencillik ise erkeklere özgü bir kavram olarak görülüyordu ki bu yola meyleden kadınlara “erkek gibi” denmesinin nedenlerinden biri de buydu.
Tabii tek bir “iyilik” tarifinde birleşememek gibi bir sorunumuz da var.
Kim iyi insandır?
Bu soruya yanıtımız hayata nereden baktığımıza göre şekilleniyor aslında.
Gönlümüzdeki iyiyi paylaştığımız insanlarla bir arada olma eğilimine “homofili” diyoruz.
“Homoseksüellik” kavramı ile karıştırmıyoruz.
Homofili iki anlamlı bir kelime. Birincisi cinsel azınlıklara destek veren organizasyon ve bireyler için kullanılıyor. Burada kullandığım ise ikinci anlamı: Kendi fikirlerimize yakın bulduğumuz kişilerle bir arada olma eğilimi!
Benzediğimizi düşündüğümüz insanlarla aynı toplulukların içinde olmak, bize benzemediklerini düşündüğümüz insanlardan ve topluluklardan uzak durmak eğilimindeyiz.
“Aynılar aynı yerde olur” önermesindeki gibi yani!
Böyle bakınca boyutlandırma makinesinden geçirilmiş elmalara benziyoruz. Aynı boy ve olgunluktakiler aynı kasada olabiliyor.
Yankı odalarını seviyoruz
Sosyal medya algoritmaları da büyük ölçüde bunun üzerinden çalışıyor.
Kendimiz gibi olduğunu düşündüğümüz insanları takip ediyoruz, bununla da kalmıyor sosyal medya şirketleri önümüze getireceği “yeni” kişileri de bu ayak izlerimize bakarak belirliyor.
Aybüke Pusat’ın videosunu karşıma çıkaran şey de aynı algoritma.
Benim gibi insanlar belli ki bu videoyu çok seyretmişler, Instagram algoritması beni de ihmal etmemiş, “hadi bu da izlesin” diye önüme çıkarmış.
“Yankı odası” dedikleri şey böyle gerçekleşiyor.
Herkes kendi sesinin yankısını duyuyor gibi oluyor çünkü aynılar, aynı yerde olmaktan hoşlanıyor.
Donald Winnicott yarım yüzyıl önce “akıl sağlığının bir işareti de insanın başka birinin duygularını, düşüncelerini, umutlarını ve korkularını zihnen ve tam manasıyla görebilmesi ve aynı zamanda karşısındakinin de bunu yapmasına izin vermesidir” diye yazmıştı.
“Duygusal zekâ” da (EQ) diyorlar artık buna.
Ve iyilikten yoksun insanların en belirgin özelliğinin de duygusal zekâ seviyelerinin düşüklüğü olduğunu söylemek gerek.
TRT Genel Müdürü’nün sanki marifet yapmış gibi iftiharla açıkladığı “yaptırım” Aybüke Pusat’a ne zarar verdi bilmiyorum ama en azından beyefendinin EQ düzeyini öğrenmemize vesile oldu.
Türkçe öğrenme yapıyoruz!
Sosyal medyada protesto amaçlı boykot çağrısında şu yazılıydı: Filanca gün “Satın alım yapmıyoruz”!
Şimdiki tebeşirler de öyle mi ya da hâlâ tebeşir kullanılıyor mu bilmiyorum ama o lanet şey tahtaya belli bir açıyla sürtüldüğünde iğrenç bir ses çıkardı. Kulaklarınızı kapatıp duymak istemeyeceğiniz iğrenç bir ses.
Bu slogan karşıma çıktığında da aynı şey oluyor gibi hissediyorum.
Türkçenin bu kılığa girmesi sizi de rahatsız etmiyor mu?
Bu cümlenin doğrusu şudur: Satın almıyoruz!
İsteyen “alışveriş yapmıyoruz” da diyebilir tabii.
Dublaj Türkçesi, Türkiye’ye hâkim olduğundan beri bu tür fiil kullanımı genel bir kurala dönüştü.
Yoksa “dönme yaptı” mı demeliydim?
“Çıktı, indi, girdi, döndü” demek yerine “çıkış yaptı, iniş yaptı, giriş yaptı, dönüş yaptı” demek gibi.
Yıllar önce bir üniversitemizde “gastronomi yazarlığı” dersi verirken gördüğüm şey çocukların hemen hepsinin Türkçe bilgilerinin zayıflığıydı.
Bir fikri başı sonu belli cümlelerle ifade edemeyen çocukları suçlayabilir miyiz, bilmiyorum. Eğitim sistemimizin “test çözmeye” yoğunlaşıp derste öğrenmeyi ihmal etmesinin bir sonucu bu.
Günümüzün Türkçe öğretmenlerini rencide etmek istemem ama belki de bizim kuşağın öğretmenleri bu konulara daha çok önem veriyorlardı.