Hep söylerim ve bu söylediğime gerçekten de inanırım; “İnsanım, insanca olan hiçbir şey bana yabancı değildir!”
Homo sum; humani nihil a me alienum puto!
Terentius’un bu sözü bizim koca sakallı Karl Marx’ın da en çok sevdiği özdeyişlerden biriydi.
Kitabı, artık hiçbir aradığımı bulmama izin vermeyecek kadar karışmış kitaplığımda bulamadığım için kontrol edemedim, hafızam “1844 El Yazmaları’nda okumuştun” diyor.
Kartaca’da doğmuş, bir köle olarak Romalı senatör Lucanus’a satılmış, oyunlar yazmış Terentius’u da bu vesileyle rahmetle analım, dünyaya doyamadan, 25-35 yaşları arasında öldüğü tahmin ediliyor. Doğumu M.Ö. 194.
İnsanlara özgü şeyleri yargılamam diyorum ama insan ruhunun garabeti bazen beni de şaşırtmıyor dersem yalan olur.
Zaten Marxist ahlak anlayışı da böyle bazı durumlara şaşırmamıza engel değildir.
Çünkü insan doğasına uygun, onun özgür gelişiminin kapılarını açabilecek bir toplumsal hayat içinde yaşamıyoruz.
İnsan tabiatı, tek tek herbireyin doğasında bulunan, kişiden kişiye değişen soyut bir şey değildir; gerçekliği toplumsal ilişkilerden kaynaklanır, onun bütünüdür.
Bu kavramlara kafayı taktığım yıllarda bunları böyle bir gazetede yazmam da mümkün olamazdı.
O yıllarda böyle şeyler yazmak, komünizm propagandası yapmaktan 7.5 yılllığına hapsi boylamama yol açabilirdi.
Türkiye “dön baba dönelim, aynı yere gelelim” ülkesi.
TBMM çoğunluğu sağ olsun, artık 141-142 yok ama şimdi de “terör örgütüne üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek” diye nevzuhur bir suç var. Aman diyeyim, dikkatli olun!
Lafı uzattığımın farkındayım ama benim de böyle bir ruhsal sorunum var.
Konuşurken “evet, öyle” diye yanıtlayıp konuyu kapatabileceğim bir şeyi yazarak anlatmam bilgisayarın tuşlarının eskimesine yol açıyor.
Geçen gün Special Victim Unit’in yeni sezon bölümlerinden birinde, ilk kez duyduğum ve insanlara özgü olmakla birlikte yadırgadığım bir ruh durumuyla karşılaştım: Dendrofili!
O sarılanlar değil
Bu, ağaçlara karşı cinsel çekim duymak ile ilgili eğilimi tarif ediyor.
Ve hayır, Nazım Hikmet’in “yani sen elmayı seviyorsun diye / elmanın da seni sevmesi şart mı” diye tarif ettiği durumla hiç ilgisi yok.
Dendrofiller, doğa yürüyüşlerinde filan karşımıza çıkan ve huzur bulmak için ağaçlara sarılan insanlar gibi de değiller.
Bu arkadaşlar belirli bir ağaca âşık oluyorlar ve ona sarılarak cinsel tatmine ulaşıyorlar.
Kime ne zararı var derseniz, bence kimseye bir zararları yok. Ancak ağaçların da bir canı olduğuna, ruhları olduğuna inanıyorsanız, böyle bir ilişki için rızalarının sorulmuyor olmasından rahatsızlık duyabilirsiniz ki beni de esasen bu huzursuz eder: Bakalım ağaç da senin kadar bu işten zevk alıyor mu?
Bu yazıyı yazmaya karar vermeden önce ağaçlar ile olan ilişkimi gözden geçirdim. Hayır dendrofil değilim. Zaten biliyorsunuz, sıradan bir insanım, daha önce de yazmıştım; soğuk sarışınları daha çok beğeniyorum.
Ama yine de mesela Charlize Theron ya da Gwyneth Paltrow uğruna, bir dut ağacına bile kıyamam.
Dut ağacının ne kötülüğünü gördün de “dut ağacına bile” dedin diye merak edenler için söyleyeyim, bir kötülüğünü görmedim ama meyvelerinin olgunlaşma döneminde altında oturmayı da kimseye önermem.
Benim için özel birkaç ağaç var.
Bir tanesi Bodrum’da, bahçemde. Bahçeye getirdiğimiz gün, yol kenarında öylece yatan koca bir kütüktü.
Biz neyiz ki...
Şimdi gölgesinde bir koyun sürüsü uyur, 15 yılda o hale geldi. İri ve yağlı zeytinler veriyor. Bodrum’da uyandığımda sabah onu görmek yaşam enerjimi yükseltiyor. Dev gibi gövdesi bir heykel sanki; hayli yaşlı bir ağaç. Ziraat mühendisi kuzenim Ersel, 150-170 yaşında olduğunu tahmin etmişti.
O ağaca bakınca bir insanın kendisini çok önemsemesinin ve vazgeçilmez görmesinin ne kadar anlamsız olduğunu düşünürüm. Abdülhamit’i, iki dünya savaşını, meşrutiyeti, cumhuriyetin kuruluşunu bile görmüş bir ağaç bu! Recep Tayyip Erdoğan’ı da beni de geride bırakacağına eminim.
İkincisi çok narin bir bodur ağaç. Bir arkadaşım hediye etmişti; bir yabani elma.
Baharda çiçeklendiğinde zarif bir gelinlik giymiş genç bir kız gibi salınır. Onu epeydir görmedim, eski evimin bahçesinde kaldı. Ağaç bu; hadi gidiyoruz deyince gelemiyor.
Üçüncüsü ise her yıl bu vakitte varlığını sizlere de hatırlattığım bir manolya ağacı.
Bebek’te İnşirah Yokuşu’nun alt başındaki beyaz konağın bahçesinde yaşıyor.
O ağaca neden bu kadar bağlıyım ve neden her sene o eşsiz güzellikteki çiçeklerini açmasını heyecanla bekliyorum, yanıtını asla bulamadığım sorular bunlar.
Bir kadın olsaydı keşke, o zaman daha anlamlı bir ilişkimiz olurdu.
BAHARIN HABERCİSİ
Onunla bir şişe şarabı paylaşamam, ona yemek yapamam, ona hoşuna gidecek armağanlar veremem.
O da benim beklentilerimi karşılayamaz zaten.
Göğsüme yaslanıp uyuyamaz, kendimi iyi hissetmem için ne kadar yakışıklı, akıllı filan olduğumu söyleyemez vs.
Bu manolya cinsinin yaprakları kışın dökülür.
Bilimsel adı ‘Magnolia liliflora’. ‘Mulan manolyası’ da deniliyor.
Baharın geldiğini her şeyden önce o pembe-beyaz çiçeklerin Bebek’teki ağacın her yanını basmasıyla anlarım.
Çiçeklerini açtığında yürüyüş rotamı biraz değiştirerek altından geçerim. Bazen sabah esintisi çiçeklerinin taç yapraklarını üzerime de döker, sevgiyle yıkanmış gibi hissederim kendimi.
Her bahar başlangıcında Bebek’teki bu anıtsal ağaç çiçeklendiğinde bunu yazarım.
Bu yazı onun için size yabancı gelmiyor.
Daha önce duymayanlar da gidip görsünler isterim.
Ben de tekrar tekrar görmeye doyamam.
Yalnız bir endişem var. Bu güzel ağaç bakım istiyor gibi geldi bana. Bazı dallarının budanması da lazım ama bu yıl için artık çok geç.
Radikal’de yazmıştım, bir keresinde o ağacın altından geçerken arabanın radyosunda İspanyolca bir şarkı çalıyordu: ‘Yo Soy La Tierra De Tus Raices (Ben senin köklerinin toprağıyım)!
Fıkır fıkır bir Latin şarkısı. Rosana söylüyor, adı ‘El Talisman’.
Aşkı bundan güzel tarif eden belki başka birçok şiir, şarkı sözü vardır ama benim için bu basit sözler sanki evrendeki her şeyi açıklıyor gibi.
İçinde bir kök beslemeyen toprak, toprak mıdır?
Tersinden de sorabiliriz. Köklerini bir toprağın içine salmadan, onunla bütünleşmeden hangi ağaç büyüyebilir ki?
Bizlerin ihtiyaç duyduğu toprak aşktır arkadaşlar!
Başlangıçta bizi sadece heyecanlandıran kişiyi içine alarak, büyütüp besleyebilecek bir toprak!
Kökle toprak birleştikçe, birbirinden ayrılmaları imkânsız hale geldikçe yaşamın derin anlamına da ulaşabiliyoruz.
Kök ve toprak olabilmeyi başardığımızda da güzel çiçekler açabiliyor dünyamızda.
İstanbul’daysanız mahallemize bekleriz, çiçekleri dökülmeden o güzelliği sizler de görün.