Yasemin küçükken birlikte oynamayı en çok sevdiğimiz oyun, kaybolma oyunuydu.
Bu oyunu ben uydurdum. Arabaya atlıyorsunuz ve daha önce hiç gitmediğiniz, bilmediğiniz semtlere gidip kayboluyorsunuz.
Oyunun temeli geldiğin yolu kullanarak geri dönmemek. “Bakalım bu nereye çıkıyor?” diye daracık sokaklara dalmak, dik yokuşlara sarmak.
Aslına bakarsanız bu konuda müthiş bir yeteneğim var: Kaybolmak konusunda yani.
Yakınlarım bunu “yön duygumun olmamasıyla” açıklıyorlar ama bu aslında bir yetenek sayılmalı.
Hiç bilmediğin bir semtte karşına neler neler çıkabilir… İlginç bir pastane, bir küçük esnaf lokantası, bir sokak tatlıcısı, saçlarını savura savura kaldırımda yürüyen harika bir kadın, bir mahalle terzisi vs.
O yıllarda en güzel kaybolma yerleri Boğaz’ın iki yakasındaki tepelerdeki gecekondu mahalleleriydi.
Gerçi şimdi onların hemen hepsi “villa siteleriyle” doldu ki bu konuya da daha sonra bir hafta sonu yazısında takılmak istiyorum.
Yani Türklerin, cepleri para görünce, “içinde merdiven olan evlere taşınma tutkuları” üzerine! Bu villaları düzayak yapmıyor olmalarının nedeni bu tutkunun beslediği talep olmalı. Merdivenlerden ine çıka dizleri perişan etme tutkusu!
Bugün gayet havalı sitelere ev sahipliği yapan o gecekondu mahalleleri, Yasemin ve benim için “terra incognita” idi.
İskenderiyeli Batlamyus’u hatırlıyorsunuzdur umarım, onun çizdiği haritalarda (M.S. 100–170 yılları arası) en çok görülen yer adı buydu: Terra Incognita! Bilinmeyen Arazi!
İçimdeki kaşif çok geç doğdu
İnsanoğlunun bilinmeyene olan merakı olmasaydı, bugün acaba nasıl bir dünyada yaşıyor olurduk?
Tarihçi Aaron Sachs şunu yazıyor:
“Kaşifler daima kayıptırlar çünkü gittikleri yerlerde daha önce hiç bulunmamışlardır. Zaten onlar da tam olarak nerede olduklarını bilmeyi amaçlamazlar. Bana sorarsanız eğer, onların en büyük hüneri hayatta kalacaklarına, yollarını bulacaklarına ilişkin bir iyimserlik taşımalarıdır.”
Yani “içimdeki kâşif” dünyaya bir hayli geç gelmiş bulunuyor.
Çocukken en çok buna üzülürdüm. Her yeri keşfettiler, bana keşfedilecek bir yer kalmadı diye!
Daha önce de yazmıştım, çocukluk idolüm Kaptan Cook idi, James Cook. “Keşifler ve İcatlar Ansiklopedisi”nin onunla ilgili sayfaları neredeyse pançik pinçik olmuştu, döne döne o bölümü okuduğum için.
O yıllarda Antalya’da, bir çocuk için keşfedilmeyi bekleyen yerler hâlâ vardı. Ama o keşifler adımın tarihe yazılmasını sağlayacak keşifler değildi. Falezlerdeki mağaraları, Düzlerçamı’ndaki yılan yuvalarını keşfetti diye kimseyi tarihe kaydetmiyorlar maalesef.
Hata yapma toleransı şart
DDB reklam ajansının efsanevi başkanı Keith Reinhard, görevde olduğu yıllarda her çarşamba ajans içinde bir bilgi notu dağıtırmış. Ajansta çalışan herkese, sıfat ve pozisyon ayırt etmeksizin dağıtılan bilgi notları.
Bu notları çizgili kâğıda ama çizgilerin tersi yönünde yazarmış. Satırlar, birbirine paralel çizgileri dik açıyla kesecek şekilde!
Bunu yapmasının nedeni, ajansta çalışanlara kuralları ve tabuları yıkmanın, yaratıcılıktaki önemini hatırlatmak.
Reinhard bilinmeyene yolculuğu sadece coğrafi keşiflerle sınırlı tutmuyor; yaratıcılığın doğasında olduğunu savunuyor.
Bilinenin ötesine seyahat etmek, duyulmamış olanı araştırmak, korkutucu, basmakalıp zihinlerin ayak basmadığı yerlerden geçerek yol açmak, yaratıcı yeteneğin doğasında vardır.
Çizgili kağıda ters olarak yazdığı notlardan biri şöyle:
“Bilinenin ötesine seyahat etmek, duyulmamış olanı araştırmak, korkutucu, basmakalıp zihinlerin ayak basmadığı yerlerden geçerek yol açmak, yaratıcı yeteneğin doğasında vardır. Bu fikir–araştırma keşiflerinin başarıyla sonuçlanacağının bir garantisi olmadığından; kaşiflere arama isteklerini sürdürebilmeleri için, hata yapma toleransı tanınmalıdır.”
Bu hatalardan bol bol yaptım ben de. Patronlarım, o toleransı göstermeselerdi dört gazete ve 30’dan fazla derginin birinci sayılarında adım “genel yayın müdürü” diye geçemezdi.
Günümüzün plazalarında, her şeyi en iyi kendisinin bildiğini zanneden havalı CEO’ların kulağına küpe olsun. Yaratıcı yeteneğin doğasında hiç çiğnenmemiş yollardan yürümek de vardır.
İlk iş ‘‘doğru giriş”i bulmak
Geçen hafta size sözünü ettiğim çizgi roman kahramanı Corto Maltese “Kayıp Kıta Mu” isimli macerasında, volkanik bir okyanus adasında, eski bir tapınağın koruyucusu olan yerliler tarafından kaçırılan bir kadını ararken, yaşlı bir yerli rahiple karşılaşır.
Esasen nasıl çıkacağını bilmediği bir labirentin içindedir. Rahip labirentte ne aradığını sorar. Corto kısaca yanıtlar rahibi: “Bir kadını.” Rahip başını düşünceli düşünceli sallar: “Her kadın bir labirent değil midir zaten?”
Böyle bir cümle kurmak için, bilinmeyen bir adada, adı artık hiç hatırlanmayan gizli kalmış bir medeniyetin, bilge bir rahibi olmak gerekmiyor tabii.
Genel geçer bir düşünce bu, bütün kadınları kapsayan bir genelleme.
“Her genelleme gibi hatalı” diyeceğim ama bu yaptığım da bir genelleme olacak, korkarım ki!
Labirentin içinde saklanan “şeyi” bulabilmeniz için yapmanız gereken ilk iş “doğru girişi” bulmaktır.
Kadınlar da eğer gerçekten birer labirent iseler, kalplerine ulaşabilmek için meseleye nereden giriş yaptığınız önemli olmalı.
Bazen hatalı giriş denemeleri yapabilirsiniz, bu son derece normal. Anormal olan, bunu hiç denememektir.
Hayatımız, seçimlerimizden oluşur, doğru ya da yanlış. Bazen hata yaptığınızı zannettiğiniz bir hareketinizin çok daha sonra aslında en doğru seçim olduğunu da görmüyor musunuz?
Ya da tersi çıkmıyor mu? Doğru seçim yaptığınızı zannettiğiniz ama çok sonra bunun büyük bir hata olduğunu gördüğünüz…
Artık rahibe bir yanıt yetiştirebilirim sanıyorum: Bir kadını ararken bir labirentin içinde kaybolmak hiç de kötü bir şey değildir.
O yolculuk sırasında yaşayacağın heyecan, bazen ulaşmak istediğin yerin sana vereceğinden bile fazla olabilir.
Sonunda kaybolmak olsa da aşkı aramak için yola çıkmaktan daha heyecan verici bir yolculuk olabilir mi?