28 Mart 2024, Perşembe
10.02.2023 04:30

Tavana bakıyordum ve birden yukarıda gökyüzünü gördüm!

Hayatını New York’ta havaalanında geçirmek zorunda kalan bir adamın hikayesini anlatan filmi hatırlıyor musunuz, bilmiyorum. Tom Hanks ile Catherine Zeta-Jones oynuyorlardı, yönetmeni Steven Spielberg’di.
Tom Hanks filmde yaşamını havaalanında geçirmek zorunda kalan bir Balkan göçmenini oynuyordu.
“The Terminal” adlı film aslında gerçek bir yaşam hikayesine dayanıyordu.

Mehran Karimi Nasseri isimli bir İranlı göçmen Paris Charles De Gaulle Havaalanı’nda “mahsur” kalmış ve 26 Ağustos 1988’den, 2006 yılının temmuz başına kadar havaalanından çıkamamıştı. Geçtiğimiz yıl öldüğünü okumuştum gazetelerde.

Nasseri Eylül 1999’a kadar kendisini terminalden kurtaracak çarelerin peşinde koştu, bürokrasiyle mücadele etti ve sonunda terminalden çıkma izni de aldı ama artık “terminal” hayatı haline gelmişti.
Para sorunu da olmadığı halde (çünkü öyküsünü Dream Works şirketine 250 bin dolar karşılığında satmıştı) terminalde 7 yıl daha yaşadı.

Çalıştığım gazetelerde Nasseri’nin öyküsü ile ilgili haberler yayınlanırdı ve ben düşünürdüm:
Aslında hepimiz kendimiz için yarattığımız böyle bir terminalin içinde yaşayıp gidiyoruz. Neyi beklediğimizi bilmeden, beklediğimiz, beklediğimiz, beklediğimiz bir hayat. Pazartesi sabahı erken saatte ülkemizin bir bölümünü yerle bir eden deprem haberiyle uyandığımdan beri Türkiye büyük bir terminal gibi görünüyor gözüme.

İçim o kadar daralıyor, ruhum o kadar sıkılıyor ki neyi duymak istediğimi bile bilmeden televizyonun karşısında, elimde kumanda haber kanalları arasında gezinip duruyorum. Sanki bir terminalde yaşamak zorunda kalmış, oradan çıkıp gerçek hayata karışabilmek için bürokrasiden iyi bir haber bekleyen Nasseri gibiyim. Ve farkındayım ki o haberi boşuna bekliyorum.

110 bin kilometrekarelik bir alanda yaşayan 15 milyon insanın soğukta, kar ve yağmur altında yardım beklediği gibi. 783 bin 562 kilometrekarelik bir alanda bir tek iyi haber duyabilmek için bekleyen 84 milyon 780 bin kişi gibi.

Çağdaş Amerikan müziğinin en önemli isimlerinden biri olan John Adams’ın bir operası var: I Was Looking at the Ceiling and Then I Saw the Sky. Sahnedeki yedi genç, Los Angeles Depremi’nin yaşamlarını ve dünyaya bakışlarını nasıl değiştirdiğini operada şu sözlerle anlatıyorlar: “Tavana bakıyordum ve birden gökyüzünü gördüm!”

Operanın yazarı, depremin insanların ufuklarını sınırlayan “tavan”ı nasıl yıktığını ve gerçekte “gökyüzünün” nasıl olduğunu gösterdiğini anlatıyordu. Artık hiçbir şey eskiden bildikleri gibi olmayacaktı: Aşkları, yaşamları, dünyaya bakışları…

Acaba bu depremin ardından birdenbire gökyüzünü görmüş olabilir miyiz?

Daha önce yaşadığımız deprem felaketlerinin ardından gökyüzünü niye görememiştik sorusu da duruyor bir kenarda.

O büyük depremin ardından “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” dedik dedik, ne değişti? Vergilerimizin boşa harcandığını görebilmiş miydik?

1999 Körfez Depremi’nden bu yana en çok duyduğumuz şey neydi? “Deprem öldürmez, doğru yapılmamış bina öldürür” değil miydi?

Bundan sonraki depremlerde binalar yıkılmasın, insanlarımız ölmesin, çürük binalar hastane ve okullar öncelikli olmak üzere güçlendirilsin diye yıllarca deprem vergisi ödemedik mi?

Biliyorum, ben de dahil kimsenin siyaset konuşacak takati yok. Sadece politikacıları suçlamanın da bir anlamı yok zaten. Aramızda DASK primlerini düzenli ödeyen kaç kişi var? Kaçımız deprem kuşağında yaşadığımızı bildiğimiz halde oturduğumuz binanın durumuyla ilgiliyiz? Onun için sorun sadece siyasette değil diyorum.

Bu son depremin gelmekte olduğunu, neredeyse gerçekleşeceği tam noktayı söyleyerek tahmin eden bilimcilerin sözlerinin artık yabana atılamayacağını hepimiz bir kez daha gördük. Gerçi aynı şeyi Körfez ve Elazığ depremlerinde de görmüş olmalıydık.

O depremlerden önce de aynen bu son depremde olduğu gibi, hem de aynı bilimciler tarafından uyarılmamış mıydık? Ve aynı bilim insanları İstanbul depreminin de bilemediniz 20-30 yıl içinde gerçekleşebileceğini söylüyorlar.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Aralık 2019’da bir deprem çalıştayı düzenlemişti. Deprem Güçlendirme Derneği Başkanı Sinan Türkkan bu çalıştaydaki konuşmasında İstanbul’daki riskli 2 milyon binanın en az yarısının, güçlendirme çalışmasıyla depreme dayanıklı hale getirilebileceğini anlatmıştı.

Türkkan “Yeniden yapımla gerçekleştirilen kentsel dönüşüm yaklaşık 18 ay, güçlendirme ile kentsel dönüşüm 6-8 ay kadardır. Güçlendirme yapılması düşünülen binanın maliyeti, yıkıp yapma maliyetinin yaklaşık üçte birine denk gelmektedir. Binanın yıkılıp yeniden yapılmasında müteahhit payı da araya girdiğinden, mevcut konutlarda ciddi alan kayıpları oluşmuş, yaşanamayacak küçüklükte pek çok yapı ortaya çıkmıştır” diye anlatıyor.

Yıkılıp yeniden yapılan binalarda KDV’nin yüzde 1, buna karşılık güçlendirme projelerinde KDV’nin yüzde 18 olduğuna dikkat çekip mevzuattan kaynaklanan zorluklara işaret etmişti. Ancak bu konuda en önemli sorun vatandaşların, yaşadıkları binaları güçlendirmek için gereken finansmanı sağlamasında yaşadığı zorluklar!

Cumhurbaşkanı, New York’ta BM İklim Zirvesi’nde, Suriyeli sığınmacılar için 23 milyar euro harcanarak 200 bin konutluk köyler, kasabalar inşa edeceğini söylemişti. Bu parayı “göçmen korkusuyla gönüllü olacak” devletlerden bekliyordu ama “onlar vermezse biz kendi imkanlarımızla da yaparız” demeyi de ihmal etmemişti.

Öyle görünüyor ki bu paranın dörtte birine İstanbul’u depreme hazır hale getirmek, en azından “yassı kadayıf gibi yıkılacağı öngörülen” 50 bin konutu yeniden yapmak ya da güçlendirmek mümkün olabilecek. Yaptığı binaları satamayıp krize giren müteahhitleri kurtarmak için Varlık Fonu 2 milyar lira yatırdı, bilmiyorum hatırlıyor musunuz?

Satılamayan otomobiller satılsın diye, kamu bankalarından ucuz krediler dağıtıldı. Deprem güçlendirmesi için vatandaşın ihtiyaç duyduğu parayı, düşük faizle ya da faizsiz olarak vermek devletimizin aklına bir türlü gelmiyor ama...

Yoksa sahtekâr tarikat şeyhlerinin bir üfürükle İstanbul’un üzerine gelen depremi, başka yerlere gönderebileceğine mi güveniyorlar? Samuel Beckett ünlü oyunu “Godot’yu Beklerken”i 1948 yılında yazmıştı.

Oyunda Godot’yu bekleyenler, bulundukları yeri ve zamanı unutarak gerçeklikten kopan, çekip gitme isteği duyduklarında da bunu yapacak gücü kendilerinde bulamayan karakterlerdi. Neden beklediklerini tam olarak bilmedikleri halde beklemeye devam eden insanlar. Adına kısaca “düzen” deyip geçtiğimiz ve neredeyse bütün hareketlerimize hâkim olan sistem bize bunu öğütlüyor ve bizden bunu bekliyor.

Okulu bitirmeyi bekliyoruz önce, sonra emekli olmayı. Aşkı bekliyoruz, sevgililerimizi, kavuşmayı.
İddialı değilim ama yaşamımız boyunca sanırım en çok duyduğumuz sözlerden biri de bu: “Bekle, daha zamanı değil!”

Şimdi de depremi bekliyoruz.

Bir deprem oluyor, milletçe dehşete kapılıyoruz, sonra unutup yine beklemeye başlıyoruz. Terminaldeki yaşamının dışına çıkamayan, kendi küçük dünyasındaki terminali evrensel gerçek zanneden Nasseri gibiyiz. 

Erkam Bey’in yardım gemileri nerede?

Hatay’ın yıkılıp kara ulaşımının da kesildiğini öğrendiğimde aklıma ister istemez Binali Bey’in gemici çocukları geldi. “İşte” dedim, “torbalıktan çuvallığa terfi etmiş ağızları büzecek fırsat!” Biliyorsunuz Binali Bey’in oğlu, ilim neredeyse oraya giden insanlar gibi, yardıma ihtiyaç neredeyse oraya yardıma koşan bir karakter.

Pandemi döneminde bir uçağa atlayıp elindeki Bond çantaya doldurabildiği kadar maske ve el dezenfektanı koyup Venezuela’ya kadar götürdüğü dün gibi aklımda kalmış. Gemicilik mesleğiyle bu yardımsever karakterinin bir araya geleceğini ve Hatay’a bir gemi dolusu yardım malzemesi götüreceğini tahmin etmiştim.

Kaç gündür bekliyorum, heyhat! Bu yazıyı yazdığım saate kadar ne gemilerden bir ses vardı ne de yardımdan bir eser! Merak ettim, Venezuela’ya maske götürmek için 13 saat uçan Erkam Bey kardeşimiz, olup bitenleri A Haber’den izlediği için mi depremzedelerin yardıma ihtiyacı olmadığını düşündü?