Angelina Jolie‘nin kırmızı halıyı sallaması ile başlayan festival, Lady Gaga’nın Joker: Folie a Deux filminde oynadığı Harley Quinn karakterinin, içindeki karanlığı yansıtan Dior kostümü ve harika Philip Treacy şapkasıyla, halının tozunu attırmasıyla sonlandı. Joker’in devam filmi, perdeyi sallayamadı ama Gaga hayranları için ne gam! Onlar kraliçeleri için bir gece önceden kırmızı halının kenarına kamp kurdular, pembe şemsiyeleri ve uyku tulumlarıyla 24 saate yakın Gaga’yı beklediler. Bu yılın en kalabalık kırmızı halı gecesi onunki oldu 4 Ekim’de vizyona girecek filmden uzunca bahsederiz ama maalesef dağ fare doğurdu diyelim ve şimdilik geçelim.
Üç erkek yıldızdan bahsetmeden 2024 festivalini kapatmak olmaz elbet. Efsane iki isim Brad Pitt ve George Clooney, Ocean serisinden yıllar sonra Wolfs filmi için tekrar bir araya geldiler 20 Eylül‘de Apple TV’de yayınlanacak filmin galası için festivale gelen iki aktörün, tüm anları kameralara yansıdı. Birbirlerine sataşmaları, özellikle Clooney’nin esprileri ve arada yaptıkları minik danslar tüm hafta boyunca konuşuldu ve izlendi.
Üçüncü yıldızımız Daniel Craig ise Venedik’te havaalanından çıkıp, vaporettalara gidene kadar yer alan tüm billboardlardan bizleri selamlıyordu. Loewe markasının kış kampanya yüzü olan aktör o fotoğraflarda gördüğümüz tuhaf saç kesimi ile kırmızı halıda da yürüdü. Luca Guadagnino‘nun yeni filmi Queer’in başrolündeki aktör, en çok konuşulan isimlerden oldu. Yönetmenin ünlü yazar William S. Burroughs’un aynı adlı kitabından uyarladığı filmde Craig, eşcinsel bir yazarı oynuyordu. Yine zamanı gelince çok konuşacağız ama filmden geriye kalan en önemli şey James Bond imajını yerle bir eden Craig’in cüretkar performansıydı.
Son yıllarda sıklıkla duyduğum/okuduğum bir duruma açıklık getirmek isterim izninizle. “Film 10 dakika ayakta alkışlandı “ “12,5 dakika avuçlar patladı” gibi gala sonunda çalışmaya başlayan alkış metreler ve üzerine yapılan yorumları asla ve kat’a gerçeği yansıtmıyor. Elbette alkış süresinde filmin beğenilmesinin etkisi de var ama bunun konu ediliyor olması son yılların modası. Daha önceki yıllarda filmin alkış sürelerinin hesaplandığını hiç duymuyorduk. Galalarda salonda çok fazla sayıda koltuk ayrılan film ekipleri, sponsorlar, oyuncu ve yönetmenlerin hayranları gibi faktörler o alkışın süresini etkiliyor. Önünüzde, arkanızda ayakta sizi selamlayıp, birbirine sarılan ünlüleri görünce, siz de o alkış dalgasına kendinizi kaptırmış buluyorsunuz (şahsımca bizzat deneyimlenmiştir). Sabah basın toplantısında yuhalanan bir film, akşamları galada 12.6 dakika alkış alabiliyor(!) Konuyu bilgilerinize arz ederim.
Gelelim, ödüllere
Bu satırları okuduğunuza göre zaten biliyorsunuz ki Venedik; Berlin ve Cannes’la birlikte dünyanın en önemli film festivallerinden. Sinema yılı, Berlin‘le açılır, Venedik’le kapanır, dolayısıyla 2024 yılı festival sezonunu kapadık. Yılın geri kalanında ve elbette gelecek yılın başlarında izleyeceklerimiz belli oldu. Hollywood‘dan gelecek bazı büyük filmler ve elbette hoş sürprizler olacaktır. Ama yılın üç büyük festivalini de takip etmiş biri olarak şunu söylemeliyim : Ortalama bir yıl geçirdik, geçen yılın filmlerine göre daha “harika” filmler yoktu. üç büyük festivalde de! Venedik’te yarışmanın en iyisi hangisi derseniz, öne çıkıp, “ben en iyisiyim” diyen bir film yoktu bence. Isabelle Huppert başkanlığındaki jüri, isabetli seçimleriyle festivalin en iyilerini ödüllendirdi.
Yürek yaralayan, hele orta yaşı aştıysanız sizi daha derin düşüncelere sevk eden, ilk İngilizce uzun metrajı The Room Next Door’la Pedro Almodovar, Altın Aslan’ın sahibi oldu. İki yıldız oyuncunun (Julianna Moore ve Tilda Swinton ) karşılıklı döktürdükleri film, arkadaşlık ve ölüm üzerine bir bir hikaye anlatıyor. Yönetmenin 2019’da çektiği Pain and Glory’yle bir “ikili” olarak da okunabilecek filmde, yıllar sonra buluşan iki eski arkadaştan birinin kanserle mücadelesini ve diğerinin ona desteğini izledik. Almodovar’ın bayıldığı kitch flashback’lerin de eksik olmadığı film, bu kez New York’u mesken tutuyor. Kuşların fısıldadığına göre bizdeki ilk gösterimi için fazla beklemeyeceksiniz.
En iyi ikinci film ödülü sayılan Gümüş Aslan ve hadi üçüncülük ödülü diyelim Jüri Özel ödülü, iki genç kadının oldu. İtalyan Maura Delpero, Vermiglio filmiyle kamerasını 2. Dünya Savaşı sonlarında bir İtalyan köyüne çeviriyordu. Dağların arasında kaybolmuş bir köyde yaşayan on çocuklu bir ailenin hikayesini anlatıyordu film. Harika senaryosu ve inandırıcı karakterleri ile, kalbimize yerleşiveren filmi,bir kez daha izlemek için sabırsızlanıyorum. İkinci uzun metrajı olan April’le Jüri Özel ödülünü kazanan Gürcü yönetmen Dea Kulumbegashvili, izlemesi biraz zor olan filminde, ölüm temasının etrafında dönen bir filme imza atıyordu. Deneysel sinemaya yakın duran anlatımıyla Dea, yaklaşık 10 dakikalık tek planlı kürtaj sahnesi gibi hazmı hayli zor görüntüler eşliğinde bir kadın doktorun hikayesini anlatıyordu.
En iyi kadın oyuncu ödülü açıklanırken tırnaklarımı yiyordum! Uzundur bir oyuncunun “ En İyi” seçilmesini bu kadar istememiştim. Geçen haftaki yazımı okuyanların hatırlayacağı üzre, Nicole Kidman’ı uzunca övmüş ve Babygirl filmindeki performansından bahsetmiştim. Halina Reijn’in yazıp yönettiği filmde oyuncu, yatakta domine edilmekten hoşlanan, dominant kadın rolüyle uzundur izlediğimiz en iyi performansını sergiliyordu. Annesinin ödül günü ölümü nedeniyle Venedik’ten erken ayrılan oyuncu, ödülünü annesine adadığını söyledi yönetmeni aracılığıyla.
Fransız sinemasının en iyi aktörlerinden Vincent Lindon’un Erkek Oyuncu ödülü de beni en mutlu edenlerdendi. The Quiet Son adlı filminde aktör, işçi sınıfından bir babayı oynuyordu. Büyük oğlu neo Nazi bir gruba dahil olunca, baba için kabus dolu günler başlıyordu. Aşırı sağın giderek güçlendiği Fransa’dan gelen bu film, klasik bir anlatımla, Dardenne Kardeşler, Ken Loach filmlerini akla getiriyordu. Delphine ve Muriel Coulin kardeşler filmin yönetmenleriydi.
Yönetmen ödülüyse 3,5 saatlik süresiyle yarışmanın en uzun filmi olan The Brutalist’in yönetmeni Brady Corbet‘e gitti. 70 mm. çekilen ve festivalde öyle izlediğimiz film, Nazi soykırımından Amerika’ya kaçan Macar bir mimarın hikayesi. Kapitalizmin tipik örneği bir aileyle yolu kesişen ve onlar için anıt bir bina yapacak olan mimarın hikayesi bana göre özellikle sonlara doğru inandırıcılığını kaybediyordu. Ama görkemi ve bazı yönetmen numaralarıyla The Brutalist kesinlikle dikkat çekiciydi.
İzleyen herkesin gönlünü fetheden Brezilya filmi I’m Still Here, usta yönetmen Walter Salles’in kendi ülkesinde geçen bir dönem filmiydi. Uzun yıllar süren cunta döneminde politikacı babaları polis tarafından alınıp, kaybedilen bir ailenin yıllara yayılan, gözyaşı garantili hikayesini anlatıyordu film. Aynı acılarlardan geçmiş bir ülkenin çocukları olarak eminim bizler için daha da etkileyici bir film olacak I’m Still Here. Özellikle filmin kadın oyuncusu Fernanda Torres’in performansı çok konuşuldu.
Festivaldeki Türk filmleri
Ülkemizden üç film de festivalin Orizzonti bölümünde yer aldı. Murat Fıratoğlu’nun yazıp yönettiği ve başrolünü oynadığı Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri, Jüri Özel ödülü alarak hepimizi mutlu etti. Orizzonti Extra filmlerinden Gecenin Kıyısı, Almanya’da yaşayan Türker Süer‘in ilk uzun metrajıydı. 15 Temmuz’un yaşandığı geceden iki kardeşin öyküsünü anlatan filmde Ahmet Rıfat Şungar ve Berk Hakman iki kardeşi oynuyordu. İki film de Türkiye prömiyerini yaklasan Adana Film Festivali’nde yapacak, o zaman ikisinden de uzunca bahsederiz.
Festivalden dönüş günü izlediğim Neredeyse Kesinlikle Yanlış adlı kısa film genç bir yönetmeni tanıttı bana. Cansu Baydar‘ın yazıp, yönettiği film; İstanbul’da yaşayan Suriyeli iki kardeşin bir gününü anlatıyordu. Birbirine benzeyen göçmen hikayelerinden çok farklı bir yerde duran ve güçlü bir kadın portresi çizen bu 20 dakikalık filmi de uzun uzun konuşmak-yazmak isterim. Şimdilik, Cansu Baydar ismini sinema hafızanıza kaydedin derim.