Türkiye Cumhuriyeti’nin en kısa tanımı, ‘’Kuldan yurttaş yaratmak’’ olabilir. Osmanlı yüzyılları boyunca padişahın kulu olan halkın, Fransız Devrimi’nde ortaya çıkan ‘citoyen’e dönüşmesi ancak bir kültür devrimiyle mümkün olabilirdi. Gazi bu yüzden ‘’Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür’’ demişti. Yeni idare ve yeni insan.
Bu ideal büyük ölçüde başarıldı. Hatta toplumu salam gibi bölme dönemine kadar, hükümetlerin hatalarına rağmen bir ulus birliği oluştu. Yeni cumhuriyet kadroları yetişti ama daha sonra, İtilaf Devletleri’nin Osmanlı’yı parçalaması gibi, Cumhuriyet toplumunu da dini, mezhepsel, ideolojik, etnik olarak doğradılar. Her hafta cuma namazına giden Atatürkçülerle dolu olan ülkede ‘Kemalist-Dindar vs’’ gibi kutuplar yaratmaya çalıştılar. Ne yazık ki bazı aydınlar da bu bölünmeye teorik destek verdi.
Bize özgü bir İslam’ı yaşayan, ibadet eden, bir yandan da ülkesinin kurucusuna saygı duyan kitleler yokmuş gibi topluma nifak tohumları ekmeye çalıştılar.
Çünkü bu toplumu bölme talimatı büyük yerden gelmişti.
90’lı yıllardan beri ‘Üç Kutuplu Türkiye’ yazılarını bir uyarı olarak yazmıştım ama rüzgara karşı tek başına yürümek kolay olmuyor.
Kırılma noktası nerede oldu biliyor musunuz?
Bu ülkede geçmişi hortlatıp tekrar şeriat-laiklik kavgası başlattıkları zaman ‘’Batı’’ laiklerin değil dincilerin yanında yer tutup Atatürk’ü yok etmeye çalıştı.
Atatürk aleyhine üretilen binlerce iftira ve gözden düşürme videosunun kendiliğinden oluşması mümkün mü? Planlı bir troll saldırısı bu.
Burada şöyle bir soru ortaya çıkıyor: Eskiden Düvel-i Muazzama dediğimiz, şimdi ‘’Batı’’ diye özetlediğimiz ABD merkezli güç neden bir İslam ülkesinde uygulanan laikliği çağdaşlığı istemiyor da bizi Orta Doğu karanlığına itmek istiyor?
Neden Atatürk’ün Batılılaşma programından nefret ediyor?
Zor sorular bunlar.
Ve cevabı bu yazının çerçevesini aşar ama en azından 1’inci Harp sonucunda, Batı’nın yüzlerce yıllık rüyası olan Osmanlı’yı bitirme planının gerçekleştiği ve sonra hiç beklenmedik şekilde, Osmanlı Genelkurmayı‘nın dahi bir lider çevresinde birleşerek yeni bir ülke kurduğu dönemi iç ve dış kaynaklardan okumak yarar sağlayabilir.
Cihan harbinden galip çıkmış ama maddi-manevi yorulmuş olan ülkelerin, Lozan’da bu yeni devlete geçici bir süre nasıl razı olduğunu ama 74 Kıbrıs çıkarması gibi olaylardan sonra bu yeni devleti yıkma faaliyetlerini artırdığı dönemleri de iyi okumak gerekir.
Taviloğlu koleksiyonu ve Cumhuriyet
Yakın dostum Mustafa Taviloğlu’nun resim merakını, 1950’lerden başlayarak elindekini avucundakini resme yatırdığını, bunu bir tutkuya ve yaşam biçimine dönüştürdüğünü biliyordum ama İstanbul’da yedi mekanda açılan dev koleksiyonu görünce bambaşka bir anlayışa kavuştum. 2400’den fazla değerli tabloyu bir seferde sindirmeye imkan olmadığı gibi, sergilerin sadece resim sanatının estetik değerleri üzerinden değil, tarihsel boyutu yeniden hissettirmesi ve düşündürtmesi açısından da değerlendirilmesi gerektiğini kavradım.
İslam’da yasak olan resim ve heykel yerine, perspektife ihtiyaç duyulmayan minyatür ve hat sanatında usta isimler yetiştiren imparatorluğun, son yüzyıldaki modernleşme çabalarıyla emeklemeye başlayıp cumhuriyet devrimiyle birlikte kanatlanan resim birikimini somut olarak gösteren bir koleksiyonla karşı karşıyayız.
Fatih Sultan Mehmed’in Bellini’ye yaptırdığı portresi ve birçok değerli resim sarayda teşhir edilirken, oğlu II’nci Beyazıd’ın tahta geçer geçmez ilk iş olarak bütün tabloları saraydan attırması ya da Pargalı İbrahim Paşa katledildikten sonra Sultanahmet’teki köşkünün bahçesindeki heykellerin kırılması bağnazlığın en çarpıcı örnekleri arasındadır.
Resim ve heykel her zaman bu toplumdaki ilerici-gerici kavgasının simgesi olmuştur.
Aradan geçen yüzyıllar ve modernleşme çabaları bu karanlığı hafif hafif aydınlatmaya başladı.
Halife Abdülmecid’in Geromê etkisi yansıtan tabloları, Osman Hamdi Bey’in çalışmaları, Hoca Ali Rıza, Şeker Ahmet Paşa gibi ilk dönem ressamlarından sonra sıra iki paşa ailesine geliyor. Şakir Paşa ve Abidin Paşa aileleri. İki aile de Türk resmine büyük katkılarda bulunan ressamlar yetiştirmiş.
Sergileri gezerken dikkatimi çeken özelliklerden birisi de cumhuriyet dönemi ressamlarının kent ve kırsaldaki emekçilerin hayatına eğilmeleri oldu. Tarlada çalışan köylü kadınlar, arabacılar, balıkçılar, esnaf, hamallar, kasketliler, yemenili insanlar, kısacası günlük hayatın bin türlü hali.
Ara Güler’in resimlerinde de bu insan manzaralarını görürüz, Nazım’ın şiirinde, Yaşar Kemal’in romanında, Sait Faik’in öyküsünde de.
O kuşaklar için cumhuriyet buydu; Saray’dan, cülus törenlerinden, şaşaalı törenlerden kurtulup, yüzlerce yıldır bir sır gibi saklanmış olan halkı görmek demekti.
Sergileri dönem gözüyle incelerseniz bu halkçı eğilimin, sonradan daha kentli ve soyut tarzlara yöneldiğini açıkça görebilirsiniz.
Sanat, zamanın ruhunu kavramak açısından da ayrıca önemli.
Bu sergiler kaçırılmamalı, okullar gezi düzenlemeli, gençler gitmeli çünkü 101 yaşına gelen cumhuriyeti derinliğine kavramanın bir yolu da bu.