Tarihte devrimler ve savaşlar çoğu zaman iç içe geçmişlerdir. Birçok devrim bir savaş bağlamında ortaya çıkmıştır. 1776 Amerikan Devrimi ile Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nı beraber düşünmemiz gerekir. 18. yüzyılın en radikal hareketlerinden sayabileceğimiz Amerikan cumhuriyetçiliği ve anayasalcılığı ancak Amerika’daki kolonilerinin, İngiliz İmparatorluğu’na başkaldırısı sonucu gerçekleşen savaşla beraber anlam kazanır. 1789 Fransız Devrimi bir savaş anında ortaya çıkmamıştır belki, ama Büyük Devrim tüm Avrupa’yı sarsan bir savaşlar zincirini tetiklemiştir.
Risorgimento, yani İtalya’nın bir ulus-devlet olarak kurulmasıyla sonuçlanan devrimler süreci, aynı zamanda 1848’le başlayan bir savaşlar dizisidir. 1871 Almanya’nın birleşmesi de ancak Prusya-Avusturya-Fransa Savaşı çerçevesinde değerlendirilmelidir. 1917 Bolşevik Devrimi Birinci Dünya Savaşı’nın Rusya’yı kasıp kavuran yoğunluğu içinde cereyan etmiştir. Aynı zamanda 1917 Devrimi, Dünya Savaşı’nın tüm dinamiklerini değiştirecek, Anadolu’daki kurtuluş mücadelesinin başarısında önemli bir etken olacaktır. 1934-35’teki Çin Devrimi’ne uzanacak Büyük Yürüyüş ve arkasındaki gelişmeler ancak Çin-Japon Savaşı ile düşünüldüğünde tüm boyutlarıyla anlaşılır. 1979 İran Devrimi bir yönüyle Soğuk Savaş’ın en son büyük askeri çatışması olan İran-Irak Savaşı’nı tetikler. Arkasından İslam Devrimi, İran-Irak Savaşı bağlamında şekillenir.
Üzerine oldukça kapsamlı bir literatür olan devrimler, kuruluşlar ve savaşlar arasındaki organik ilişki tarihten örneklerle çoğaltılabilir. Türkiye Cumhuriyeti’ni var eden radikal olaylar zinciri de savaşlarla iç içe geçmiştir. Cumhuriyet’in kuruluşu ve arkasından gelen büyük siyasal ve toplumsal dönüşüm ancak Balkan, Birinci Dünya ve tabii Kurtuluş savaşları bağlamında anlaşılabilir.
Radikal bir proje
Türkiye Cumhuriyeti bir yönüyle Osmanlı İmparatorluğu’nun büyük çöküş sürecindeki dinamiklerle şekillenmiştir. Cumhuriyet kendini İmparatorluk’un antitezi olarak sunar. Diğer yönüyle ise Türkiye Cumhuriyeti Fransız Devrimi’yle klasikleşen devrimler zincirinin bir halkasıdır. Altı yüz yıllık imparatorluğun muazzam ama yıpranmış kurumsal yapısı radikal bir cumhuriyet projesiyle sonlanır. Aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti 18. yüzyıldan beri küreselleşen toplumsal ve kurumsal reform arayışlarının bir örneğidir. Cumhuriyet bu yönüyle bir “medeniyetleşme“ programıdır. Ve tabii son olarak Türkiye Cumhuriyeti bir milli-devlet tesis etme ve toplumu bir ulus olarak yeniden tasarlama ve örgütleme çabasıdır.
Ama bütün bu çok kapsamlı dönüşüm süreçleri Cumhuriyet’in içinde kurulduğu savaşlar (ve iç savaşlar) zinciriyle ancak anlam kazanır. Ancak savaşların dramatikliği içinde radikal değişim projeleri imkan bulur. Savaşlarda kazanılan meşruluklarla eski kurumlar ortadan kaldırılabilir, kurumsal sıçramaların önü açılır. Savaşlarla meydana gelen demografik altüst oluşlar uluslaşma gibi bir toplumsal yeniden örgütlenme sürecini, tüm kazanımları ve acılarıyla, olanaklı kılar. Ancak savaşların tetiklediği toplumsal hareketlenme ve mobilizasyon ile toplum kendini değiştirme iradesine ve cesaretine sahip olur. Diğer bir deyişle, büyük bir radikal sıçrama olan Cumhuriyet’i ancak Cumhuriyet’in içinden filizlendiği savaşların dönüştürücü özelliğini göz önüne alırsak hakkıyla anlayabiliriz. Savaşların yıkıcılığı kadar kuruculuk özelliğini dikkate alarak Cumhuriyet’i gerçekçi bir çerçeveye oturtabiliriz.
Ama bu değerlendirmeyi yapmak önemli bir şarta bağlıdır. Savaşın dönüştürücü ve kurucu gücünü ancak savaşların ölümcüllüğünü, acımasızlığını ve adaletsizliğini gözden kaçırmadan kabul edersek gerçekçiliğin yanında insani bir tavır almış oluruz. Savaşın yıkıcılığı ve kuruculuğu arasındaki yaman çelişkiyi “gelecekte kurulacak yaşam için” savaş adına değil barış adına kabul edersek savaşı tarih içinde doğru şekilde konumlandırmış oluruz. Zafer ancak kalıcı bir barışı getiriyorsa manalıdır şüphesiz. Hatta zaferle gelen barış sadece muzafferler için değil, yenilenler için de onurlu bir varoluş öneriyorsa, o zafer savaşın gölgesinden kendini kurtaracaktır.
Dumlupınar’da yeniden varoluş
Mustafa Kemal’in Başkomutan Meydan Muharebesi’nin ikinci yıl dönümünde Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı konuşma Kurtuluş Savaşı’nın bu son aşamasında elde edilen zaferin nasıl da yeni bir ülke kurmak için gerekli şartları yarattığını ve barışı sağladığını anlatır. 30 Ağustos’ta elde edilen zafer sadece yıllardır devam eden savaşlara son vermeyecektir. Aynı zamanda bu savaş kurucu bir nitelikle yeni bir ülke ve toplumu ortaya çıkaracaktır. Mustafa Kemal meydan savaşlarını betimlediği o konuşmasında, meydan savaşlarını milletlerin topyekûn, tüm maddi ve manevi unsurlarıyla beraber ettikleri bir mücadele olarak görür. 26 ve 30 Ağustos arasında Dumlupınar’daki meydan muharebesi, Mustafa Kemal’in betimlemesiyle kurucu bir andır. Bu savaş Türk milletinin esir alınmış ruhunu zincirlerinden kopartır. Türk milleti dört günlük savaşta yeni bir bilince erişir, yeni bir varoluşa evrilir.
“Efendiler, Afyonkarahisar – Dumlupınar Meydan Muharebesi ve onun son safhası olan bu 30 Ağustos Muharebesi Türk tarihinin en mühim bir dönüm noktasını teşkil eder. Tarih-i millîmiz çok büyük ve çok parlak zaferlerle doludur. Fakat Türk milletinin burada ihraz ettiği zafer kadar neticei kat’iyeli ve bütün tarihe, yalnız bizim tarihimize değil, cihan tarihine yeni cereyan vermekte kat’î tesirli bir meydan muharebesi hatırlamıyorum. Hiç şüphe etmemelidir ki, yeni Türk Devletinin, genç Türk Cumhuriyetinin temeli burada tarsîn olundu. Hayat-ı ebediyesi burada tetvîç olundu. (...) Efendiler, bu muazzam zaferin muhtelif âmilleri fevkinde en mühimi ve aslîsi Türk milletinin bilâkaydüşart hâkimiyetini eline almış olmasıdır. Bu hâdisenin tarihimizde ve bütün cihanda ne büyük, ne feyizli bir inkilâp olduğunu izaha lûzum görmem.”
Şüphesiz Mustafa Kemal’in 30 Ağustos tahlili, bir ulus-devlet kurma arifesinde, siyasal bir tez olduğu kadar, bir tarih tezidir. Bu zafer, esaret altındaki bir ulusu uyandırır, onu esaretten kurtarmakla kalmaz, ulusa devrimci bir irade kazandırır. Bu aynı zamanda küresel bir olgudur. Anadolu’daki zafer, milletlerin esaretten kurtulmalarının müjdecisidir.
Hâkimiyet-i milliye öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar, mahvolur. Milletlerin esareti üzerine kurulmuş müesseseler her tarafta yıkılmaya mahkûmdurlar.
Mustafa Kemal’in tezine göre uyanış ve devrim ancak savaş ve arkasından gelen zaferle mümkün olmuştur. Savaş, zafer ve devrim iç içe geçmiştir. Savaş ve zafer o kadar anlamlıdır ki topluma yeni bir varoluş kazandırır. Ama Mustafa Kemal anlatımını burada bitirmez. Zaferi betimlediği konuşması yeniden kuruluş tezi ile devam eder.
“(...) vatanı yeniden yapmak ve orada mesut ve hür yaşayabilmek için behemehal hâkimiyetine sahip olmak ve Cumhuriyet bayrağı altında bütün evlâtlarını toplu ve dikkatli bulundurmak lâzımdır. (...) Efendiler, artık vatan imar istiyor, zenginlik ve refah istiyor. İlim ve marifet, yüksek medeniyet, hür fikir ve hür zihniyet istiyor. Şeref, namus, istiklâl, hakikî varlık, vatanın bu taleplerini tamamen ve serian yerine getirmek için esaslı ve ciddî bir suratte çalışmayı emreder.”
Zafer ile sonuçlanan savaş sonucu yeni bir varoluş ve kuruluş iradesi kazanmış ulusun kendi vatanını yeniden kurması için gerekli şartlar oluşmuştur. Vatan, yeniden kurulmayı ve imar edilmeyi beklemektedir. Zafer sonrası ulus, yeni varoluşu ve iradesi ile, vatanını imar edecektir. Evet, savaş, zafer, şuur ve vatanın yapımı aynı zamanda bir medeniyet programıdır. Bu seferberlikle Türk milleti tekâmül eden diğer milletler arasındaki yerini alacaktır.
“Efendiler, milletimizin hedefi, milletimizin mefkûresi bütün cihanda tam mânasıyla medenî bir heyeti içtimaiye olmaktır. Bilirsiniz ki, dünyada her kavmin mevcudiyeti kıymeti, hakkı hürriyet ve istiklâli, mâlik olduğu ve yapacağı medenî eserlerle mütenasiptir. Medenî eser vücuda getirmek kabiliyetinden mahrum olan kavimler, hürriyet ve istiklâllerinden tecrît olunmaya mahkûmdurlar. Tarihi beşeriyet baştan başa bu dediğimi teyid etmektedir. Medeniyet yolunda yürümek ve muvaffak olmak, şart-ı hayattır.”
Mustafa Kemal imparatorlukların çöküşü milli-devletlerin kurulması döneminin bir insanıdır. Zihninde Dünya’nın milli-devletlerden oluşan, her milletin bağımsız bir şekilde medeniyet ve imar yarışında refah için çalıştığı bir dünya görüşü vardır. Mustafa Kemal’e göre yeni varoluş aynı zamanda küresel bir gelecek tasavvurudur.
“Efendiler, medeniyet yolunda muvaffakiyet teceddüde vâbestedir. İçtimaî hayatta, iktisadî hayatta ilim ve fen sahasında muvaffak olmak için yegâne tekâmül ve terakki yolu budur. Hayat ve maişete hâkim olan ahkâmın, zaman ile tagayyür, tekâmül ve teceddüdü zarurîdir.”
Yeni hayat ancak şuurlu bir yenilenme (teceddüd), ilerleme (terakki), olgunlaşma (tekâmül), ve başkalaşma (tegayyür) ila olacaktır. Mustafa Kemal topluma savaş ve zaferin kazandırdığı kendi kendini dönüştürme iradesini yeni bir gelecek inşa etmek için seferber etmeyi önerir.
Çoklu anlatı ve Mustafa Kemal’in tezi
Mustafa Kemal’in savaşlardan Cumhuriyet’e uzanan bu güçlü anlatısı daha sonraki yıllarda iyice gelişecek ve zamanla Türkiye Cumhuriyeti’nin milli ve resmi anlatısına dönüşecektir. Belki bu anlatının resmileşmesi ileriki on yıllarda anlatının etkisini azaltacaktır. Coğrafyamızın 1913-25 arasının tarihi Dünya tarihinin en karmaşık süreçlerinden biridir. Savaşlarla dolu o yıllarda imparatorluk yıkılmış yerine ulus-devletler kurulmuştur. Şüphesiz Mustafa Kemal’in bu karmaşık süreci sentezleyen anlatısı tek olası anlatı değildir. Anlatılardan birisidir. Tarihçinin görevi bu karmaşık dönemin farklı anlatılarını bir arada düşünmek, onları tarihselleştirmek, yani tarihsel bir bağlama oturtmak ve kendi sentezini kurmaktır. Ama bunu yaparken Mustafa Kemal’in keskin muhakemesinin eseri olan bu anlatıya hakkını da vermesi gerekmektedir.