Bir mehtaplı gecede İzmir’de görüşürüz
5-10 günden beri etrafımda birçok sesler, birçok sözler işitiyorum, fakat hiçbirine kulak asmıyorum. Gazetelerde birçok askeri mütalaa-ı münakaşata tesadüf ediyorum, fakat hiçbirini okumuyorum. Siz susuyorsunuz, düşman söylüyor. Türk askeri gelen noktadan felan hatlarımıza girmek teşebbüsünde bulundu.
Mühim zaiyatla geriye püskürtüldü. Felan yerden mukabil taarruza geçtik, felan tepeye vuku bulan şiddetli topçu hücumları akim kaldı ilh. haberler veriyor. Ben hiçbirine inanmıyorum. Kendi kendime diyorum ki:
“İsmet Paşa Sivrihisar’ın kayaları dibinde bir mehtaplı gecede İzmir’de görüşürüz" demişti. Bugün, yarın fakat mutlaka, mutlaka İzmir’e gireceğiz.
Güzel İzmir, vuslat gününün yaklaştığını hissediyor ve kafes arkasından nişanlısının yolunu bekleyen bir ma’şuka gibi kalbi çarpıyor.
(İkdam gazetesi, 31 Ağustos 1922)
Ne olmuştuk biliyor musunuz? Kurtulmuştuk…
Gazeteye geldiğim vakit, Anadolu’nun birdenbire kapandığını söylediler. İstanbul ve Türkiye’nin işgal altındaki köyleriyle, memleketin öbür kısmı arasında hiçbir temas yapmaya imkan yoktu. …Bütün günümüz, adeta merak sancısı içinde geçti. Yalnız yemekten değil, düşünmekten kesilmiştik. …Nihayet Rumca gazetelerde ilk rivayetler çıktı, biz, taarruza geçmiştik ve başımızı Yunan ordusunun çelik kayasına boş yere çarpıp duruyorduk. Türk ordusunun bir taarruz savaşına giremeyeceği fikri, bizim kuşağımız için değişmez gerçeklerden biri idi. Ordumuzun kahramanlığına bel bağlardık, fakat onun ancak dayanma mucizeleri verebileceğini sanırdık.
…Zaman geçtikçe umutsuzluğumuz arttı. …Ya hiçbir şey yapamadıksa, ya geriledikse? Mustafa Kemal’e kızanlar ağızlarını açmışlardı bile... Akşam üstü gene beynimizin içinde aynı burgu, kalbimizin içinde aynı ağrı Büyükada’ya gidiyordum. ...İçimizdeki sorunun, kimseden aramaya cesaret edemediğimiz cevabı kendiliğinden yayılıverdi:
Başkomutan Mustafa Kemal Paşa bütün karargahı ile beraber esir olmuş... Keder insanları öldürmez derlerse, bu söze inanınız. Kalp denen şeyin ne dayanıklı bir maddeden yapılmış olduğunu ben, o akşam üstü Büyükada vapurunun güvertesinde öğrendim.
…Ölümü bir uyku, rahat bir uyku gibi arayarak sabahı ettik. İlk vapurun en görünmez köşesine sığınarak, iki büklüm köprüye indik. Bütün Türkleri yas içinde bulacağımı sanıyordum. Meğer ne kadar soysuzluğa uğramışsız. Acaba sokaktakilerin hepsi, şu veya bu muhipler cemiyeti üyeleri mi idi? Bizimkiler utançlarından evlerinde mi kalmışlardı? Bu gülüşler, bu çırpınışlar, bu el sıkışlar ne idi?
Meğer bütün karargahı ile Başkomutan Mustafa Kemal değil, Yunan Başkomutanı Trikupis esir olmuş...
Size, kalbin ne kadar dayanıklı bir maddeden yapılmış olduğunu yukarıda söylemeseydim, burada söylerdim. Bir çocuk gibi sıçramaya başladım. Habere, havadise, telgrafa koşuyordum.
…Ben, ömrümde hiçbir edebiyat eserinde, ordulara ilk hedeflerinin Akdeniz olduğunu bildiren günlük emri okurken duyduğum zevki duymadım. Bu, bütün heyecanların üstünde bir heyecan veren, bütün şiirlerin üstünde bir şiirdi. Ne olmuştuk, biliyor musunuz? Kurtulmuştuk.
…Nemiz varsa, bağımsız bir devlet kurmuşsak, hür vatandaş olmuşsak, şerefli insanlar gibi dolaşıyorsak, yurdumuzu Batı’nın, vicdanımızı ve kafamızı Doğu’nun pençesinden kurtarmışsak, şu denizlere bizim diye bakıyor, bu topraklarda ana bağrının sıcağını duyuyorsak, belki nefes alıyorsak, hepsini, her şeyi 30 Ağustos Zaferi’ne borçluyuz.
(“Çankaya” kitabı, 1961)
Allahım! Ne muazzam zaferdi o
Yıl 1936. Taksim’deki ünlü Mısır Apartmanı’nda Yedigün dergisi adına Kandemir Bey hasta yatağında yatan Mehmet Akif Ersoy’la röportaj yapıyordur. “Vatan Şairi”nin ölümünden 5 ay önce verdiği son röportajıdır bu. Kandemir Bey yavaşça sorar:
-Ya Büyük Zafer üstadım. O anda ne duydunuz?
Kalbi durmuş gibi sarsılıyor, sonra bir anda yeniden canlanmış gibi nereden geldiği bilinmez bir ışıkla gözlerinin içi gülerek.. Ah! Ve bir lahza bırakıyor kendini bu eşsiz sevincin koynuna. Dalıyor. Ve sesinin ta içten dudaklarına dökülüşünü seziyorum. Allahım! Ne muazzam zaferdi o. Ortalık hercümerç oldu… Beş altı saat içinde bir başka dünya doğdu. Tekrar gözlerini yumuyor. Ve biz mest olduk!..
-O zaman bir şey yazmadınız mı?
Artık benim ne düşünecek, ne duyacak, ne yazacak hatta ne yaşayacak takatim kalmıştı… Bizim dilimiz tutulmuştu. Ordu, bizzat yazıyordu.
(Yakın Tarihimiz Dergisi, Cilt 4)