25 Nisan 2024, Perşembe Gazete Oksijen
Haber Giriş: 26.08.2022 04:30 | Son Güncelleme: 29.08.2022 23:42

Prof. Dr. İlber Ortaylı: Dış politika ekseninde Taarruz ve siyasi etkileri

30 Ağustos Zaferi’nin bir dönüm noktası olduğunu belirten Prof. Dr. Ortaylı şu tespitte bulundu: Senin lider olduğunu nereden bilecekler? Liderlik öyle bugünkü gibi iki nutku güzel atmakla falan olmaz o zamanlar. Bakarlar; Sırat köprüsünü nasıl geçiyorsun milletle? Öyleleri lider olur zaten
Prof. Dr. İlber Ortaylı: Dış politika ekseninde Taarruz ve siyasi etkileri

Sakarya Zaferi’nden Büyük Taarruz’a kadar geçen 11 aylık hazırlık dönemi en az taarruz kadar önemliydi. O 11 ay boyunca bir yandan ordu savaşa hazırlanırken bir yandan da son ana kadar barış imkanı olup olmadığı araştırılıyordu. Misakı Milli’nin kabul edildiği bir barış sağlanamayacaksa bile en azından diplomasinin tüm imkanları kullanılarak düşman sayısı azaltılmaya çalışılıyordu. Prof. Dr. İlber Ortaylı’yla dış politik gelişmeler ekseninde Büyük Taarruz’u ve siyasi sonuçlarını konuştuk:

Büyük Taarruz’a baktığınız zaman ilk gözünüze çarpan nedir?

Komutan kadrosu. Harbe giren komutanların ortalama yaşları 40 civarındadır. Mustafa Kemal Paşa 41. Birkaçı zaten general olarak başlamışlardı İstiklal Savaşı’na… İçlerinde en kıdemlileri Fevzi Paşa’dır. Fevzi Paşa yaşça da üstlerindedir. Ve şurası artık belli ki çok düzgün, çok vatanperver, çok imanlı bir komutan olmasına rağmen herhalde Anadolu mücadelesinin muvaffak olabileceğine dair bir kesin tavrı ve kanaati olmadığı içindir ki gecikmiştir. Yani hatta Mustafa Kemal Paşa bir parça kırılmış bile kendisine, fakat sonunda katıldı 1921 yılında. Hiç münakaşa çıkarmayan, ana hedefi benimseyen, onun etrafında iyi düşünen değerli bir kurmay. 

1914 yılında Avrupa’daki siyasi durumu gösteren Almanya menşeili bu harita, aslında
her şeyin başlangıç noktası. (Kaynak: Yüz Yıl Sonra Savaşan Çizgiler/ İzzeddin Çalışlar-Mesut Tufan)

İkincisi albay olarak geldi; İsmet Paşa. Ordunun tanınan kurmaylarından. Çünkü Ahmet İzzet Paşa Yemen İsyanı’nda İsmet Bey’i kurmay olarak seçti. O zaman binbaşıydı daha. Olacak iş değil, kurmay başkanının yüksek rütbesi yok. Ama ısrar etti Ahmet İzzet Paşa ve aldı. Ve çok iyi oldu. Çünkü her ikisinin de askerliklerinin dışında diplomat oldukları da ortaya çıktı. Yani Yemen İsyanı bastırıldı, kabilelerle, imamla anlaşıldı ve bize Birinci Büyük Harp’te ihanet etmedi Yemen… İtalyanların çabasına rağmen Yemen’de isyan çıkmadı. Onun için bu “Lawrence of Arabia” fikrini her yere dağıtmayın.

Üçüncüsü tabii Kut’ül Amare. Amare’deki komutan Sakallı Nurettin Paşa. O zaman miralaydı. Bir de Halil Bey var, o da yaveriydi. Maalesef meşum şöhretli Alman Mareşal Falkenhain bu cepheye tayin edildi. Enver’in “güzel huyu”, tepedeki her noktaya Alman tayin etmek gibi. O zaman hemen kavga ettiler ve son hafta çekildi Nurettin Paşa oradan. Fakat onun harekat planını Halil Bey götürdü, öyle bir meziyeti vardı ve muvaffak oldu. Yani iki kolorduyu kuşattık ve esir aldık Britanyalıları…

Fransa Yunanistan’ı istemedi

Bunların her biri tecrübeli generaller gibidir. Bütün Birinci Cihan Harbi’nde bu gibi komutanlar pek yok. Efendim bana Ludendorff, Mackensen, Foch, Petain falan demeyin. Onlar da kıymetli komutanlardı, ama emirlerinde Fransız motorize orduları var, emirlerinde Alman orduları var. Üstelik bu bizim komutanlar 1. Dünya Savaşı’ndan çıktıktan sonra bir de İstiklal Savaşı’nı yürütüyorlar. Dolayısıyla o dönem bunlar kadar tecrübeli, bunlar kadar bilgili komutanlar yok. Bu açık bir şey. Onun için 30 Ağustos aslında 9 yıllık bir harbin neticesidir. Yarbaylıktan generalliğe kadar yükselen 1. Cihan Harbi’nin büyük komutanları aslında bunlardır. Harpten sonraki direniş hareketinin de büyükleri bunlardır.

Kazım Karabekir Büyük Taarruz’da neden hala Doğu Cephesi’nde; Enver Paşa’ya karşı mı duruyor?

Orada durması lazım çünkü Doğu’da sorun tam bitmiş değil. Kazım Karabekir Paşa çok iyi bir kurmay, çok soğukkanlı bir adam, hiç hayallerle falan işi yok ve Enver’den nefret ediyor. Milli Mücadele’nin kurmay heyetinin de içinde. Fakat çok taraftar değil aşırı gitmeye. “Tamamını alalım derken tuttuğumuzu tutamayız” diyorlar. Akdeniz’i Atatürk’ten başka hedefleyen yok. Ve ama Akdeniz diyen -o zaman “Ege Denizi” adı yoktu- Komutan da Meriç’ten öteye geçmiyor. Çünkü manasız artık.

Trakya’yı zor kurtarıyoruz. Trakya için neredeyse bir kere daha savaşacaktık. Yunanistan hala daha orada kalayım gayretinde. Ama kimse de İstanbul’un 50 km ötesinde yabancı kuvvet görmeyi istemeyeceği için bir kere daha savaşacaktık. Müttefikler kalamayacaklarını görüyorlar. Çok zor kontrol edilen bir mıntıka çünkü ve onların tesiriyle çekildi Yunanistan. O yüzden Taarruz’dan bir ay sonra Mudanya’ya gittiğimiz zaman zaten İstanbul’u boşaltıp bize geri verme fikrine yatmıştı Müttefikler.

Bıktıkları için mi?

Tabii savaşamıyorlar artık. Buna “Pirus Zaferi” denir. Yani iki kişi kavga ediyor, kazanan da berbat vaziyette. Birinci Harbin sonu buydu. Herkes dökülüyordu. Kimsenin bir dört yıl daha askerleri silah altında tutacak hali yoktu.

Kendi ülkelerindeki iç karışıklıklar, siyasi çalkantılar da Anadolu’da asker tutmalarına uygun değildi tabii…

Bir kere sistem değişti, banknot sistemine geçmemiz mecbur oldu. Banknot artık içerideki altın rezervini ifade eden, karşılayan bir senet değildi. Yani o paranın üzerinde her an değiştirebilir yazıyor ya, laf o. Harpte girilen karşılıksız banknot basma işi devam ediyor. Bu ne demek? Her yerde enflasyon. Her yerde sıkıntı. Zaten bütün sanayi altüst olmuş. Üretim düşük. Onu artırmak lazım. Öyle bir şey içine girmiş ki hepsi hem iş kuramıyor hem işi geliştiremiyor hem de işsizlik var. Felaket bir durum. Almanya’da isyan çıktı, tıpkı Macaristan’da olduğu gibi. Yani hiçbir yerde iyi değiller.

Bu durumda tabii istemiyorlar başka topraklarda asker tutmayı. Sırf bunun için mesela İngiltere Yunanistan’a bırakacaktı vekaleti… İngiltere Başbakanı Lloyd George Yunanistan’ı Anadolu’da kullanabilmek için muazzam bir şekilde Venizelos’u pompaladı ve bu politikayı İstanbul için de devam ettirmek istediler. Ama bunu da Fransa istemedi. Fransız Mareşal d’Espèrey hemen “Çekiyorum Çukurova’daki orduyu, 50 bini buraya getiriyorum” dedi.

Fransa halkı da istemiyor…

E çünkü Anadolu’da orduyu daha fazla tutmak istemiyorlar; çok masraflı bir şeydir o. Ne yiyecek ne içecek o askerler… Mesela birtakım konakları işgal etttiler değil mi İstanbul’da; sonradan ortaya çıkıyor ki meşhur İbnülemin Mahmut Kemal’in Beyazıt’taki konağının kütüphanesi mahvolmuş. Fransız askerleri çok değerli kitapları, el yazmalarını tuvalet kağıdı olarak kullanmışlar. O yüzden askeriniz bir yerde uzun süre kalacaksa bu büyük bir ekonomik külfet demek. Fransızlar da istemiyorlar artık Doğu’daki bu macerayı. Kamuoyu tamamen karşısında. Birinci harpten evvelki hayatlarından “Belle Époque” (Güzel çağ) diye bahsediyorlar.

Peki İngiltere’yle Fransa arasındaki bu ayrışma tam da Taarruz öncesinde Türk tarafının en büyük avantajlarından biri mi oluyor?

Tabii, Dörtyol’da başlayan Güney’deki direniş Fransa’yı Adana, Maraş, Urfa’dan çekti. Fransa’nın mütareke sınırı ta Malatya’ya kadar gidiyordu, Adana vesaire hepsi onun. Üstelik Güney hatlarından, yani Yukarı Mezopotamya bölümünden de çekildi. Bugünkü Suriye sınırına geldi. İtalya zaten gayri memnun. Tam aldatılmış İtilaf Devletleri içinde… Trieste’yi bile Yugoslavya’ya veriyor İngilizler. İzmir’i istiyor İtalya, oraya da Yunanları sokuyor. Mecburen, fait accompli’yle (oldu bittiyle) Aydın demir yolu hattının güneyine yerleşiyor.

Hakkının yendiğini düşünüyor İtalya?

Yeniyor da zaten. Temel devletlerden birisin, üstelik 1915 yılında girmişsin Harbe. Yani öbürkülerle aynı anda değil, ama fazla gecikmeden girmiş.

Avusturya’yla savaşmış…

Tabii çok ağır savaştı orada ve Avusturyalıları yendi. Hatta denir ki “Tanrı Avusturya’yı niye yaratmış? İtalyanlar zafer görsün diye.”

İtalya’nın işgal politikasında da diğerlerinden farklılık var; halka zulmetmiyor. Sizce neden?

Çünkü karakteri o. Bu zihniyet çok önemlidir. İtalya bir Akdeniz ülkesidir ve Akdeniz medeniyetini taşıyan bir kuvvettir. Yani Doğu’dan Batı’ya, Batı’dan Doğu’ya taşır. Günlük hayatın içindedir. Doğu’daki bütün limanlarımızda İtalyan aileler vardır. Levantenler Fransızca’dan önce İtalyanca kullanırlardı. Lingua franca oydu. Onun için İtalya başka bir ülkedir. Bir de Kuzey Avrupalılara has aşırı Helenofili falan gibi bazı takıntılar bu adamlarda yoktur. Ben akademik boyutlarda da onların bu farklı yapılarını gördüm; karşınızda Alman, Fransız, İngiliz, İsveçli tavrı yoktur İtalyanlarda… Mesela Adalar’da eşit davranmış insanlara hakikaten.

Çocuklara çikolata, hastalara ilaç vermişler…

İstiklal Savaşı’nda hücumbot da verdi, silah da verdi. Bıkmışlar artık Müttefik Devletleri’nden, ama tabii masaya oturduğunda onlarla aynı tarafta duruyor, bir şeyler elde etmek istiyor, mesela kapitülasyonların kalkmaması için gayret ediyor. Kapitülasyonlardan kendi de geçiniyor çünkü. Ama hiçbir zaman artık İngiltere için adımını atmaz kesinlikle.

Sakarya’dan sonra Taarruz’dan evvel o aradaki 11 aylık dönemde İtalya’yla Fransa’nın denklemden çıkması Anadolu için büyük bir fırsat değil mi?

Tabii, Taarruz’a geldiğimiz zaman bu meseleyi artık halletmiştik biz. Sakarya’dan sonra Fransa’yla biliyorsunuz bir anlaşma yaptık. Ondan sonra Paris’te temsilcilik bile açtık. Onun için diplomatik bakımdan bir rahatlama var tabii. Fakat her şeye rağmen şu da açıkça ortaya çıktı: Savaşa son verecek umumi müdahale söz konusu olunca iki taraf birbiriyle oynamaya başlıyor yine. Çünkü işin içinde en ağır konunun kapitülasyonlar olacağı çok açık. Londra Konferansı sırasında olsun, arada İngiltere-Fransa’nın anlaşmaları olsun, ne Ege’nin ne Trakya’nın ne de Antalya bölgesinin boşaltılıp verilmesi söz konusu.

“Türkler bir sabah karşınıza çıkar”

Yani Türk ordusunun Sakarya Meydan Muharebesi’ndeki galibiyeti olmasa İtalya ve Fransa yine de Anadolu’dan gitmeyi isterler miydi ki?..

Yok, kimse direnmezse Anadolu’dan niye çekilsinler… O zaman koca bir ordu tutmalarına da gerek kalmazdı zaten.

Dolayısıyla “Sakarya, Büyük Taarruz’un önsözüdür” denebilir mi?

Sakarya çok çok önemli. Düzenli ordunun ilk zaferi. Yunan ordusu orada çok fena bitti. Çok kötü askerler değil onlar. Aralarında iyi komutanlar da var, fakat Anadolu’nun içlerine girecek ne stratejileri var ne lojistikleri var; boyuna İngiltere’nin verdiği parayla dayanmak zor. Girdikleri hiçbir yerdeki direnişe karşı koyamıyorlar, asayişi sağlayamıyorlar. Ve bir de eski orduların ve devletlerin centilmenliği yok ortada. Kaba adamlar oldukları için falan değil. Alman ordusu daha kabadır, ama bir ordunun bir yerde asayişi tutmak için belirli bir ölçüde hakkaniyetle davranması lazımdır, Yunan ordusunda bu yok. Balkan Savaşı’nda da öylelerdi. Girdikleri yerde tarumar ettiler ortalığı. Ve sürdüremediler ilerlemeyi, dağıldılar.

Yunan General Ioannis Metaksas baştan uyarmıştı ama…

Çünkü çok iyi bir asker, iyi bir komutan Metaksas… O yüzden zaten Venizelos, kralcı olmasına rağmen Küçük Asya seferinin komutanlığını ilk Metaksas’a önerdi. Çok da akılcı davrandı. Fakat Metaksas reddetti. “Küçük Asya macerasından vazgeçin” dedi, “Onların ordusunu dağıttığını mı zannediyorsun, bunlar başka türlü adamlar. Ordularını yine toparlar ve bir sabah aniden karşınıza çıkarlar” dedi. Sakarya’da tam da bu dediği oldu. Yani adamlar Milli Mücadele ordusu dağıldığı zaman gerçekten dağıldığını zannediyorlar. Hayır dağılmıyor. Dağılan asker gidip bakkalda peynir satmıyor. İşleri güçleri yine aynı teşkilatları yerin altından, üstünden devam ettirmek. Yapıları o çünkü; temas aramak… Senden görünüyor, sulhe razı olmuş görünüyor. Yani Mustafa Kemal Paşa için neydi Plan A? İstanbul’daki macerası tamamen herkesin çok hürmet ettiği, aklı başında, İttihatçılara karşı, sulhsever bir general. Öyle miydi peki? 19 Mayıs’ta ortaya çıktı ne düşündüğü ve ne olduğu.

“Osmanlı’nın 1683’te başlayan çekilmesi ilk kez Sakarya’da durdu” sözü doğru mudur?

Bu hüküm abartmadır, çünkü 1683’teki duraklama fasıla fasıla yaşanmıştır. Osmanlı ordusunun 1699’da zafer kazandığı bile vaki. Evet, Zenta’da fena darbe yedik ve bir padişahın sefere gidişi sondur orada, ama arada iyi şeyler de oldu. 16 yıl daha savaştık. Bütün Osmanlı tarihi böyledir zaten. Bir adım ileri iki adım geri… Sonra arada 1. Dünya Harbi’nde, Balkan Savaşı’nda kazanılanlar var, Kut’ül Amare var, Gelibolu var. Ardından İran’da İngilizleri durdurma var. Ondan sonra Bakü’yü istirdat ediyorsun, nerede görülmüş bu?

Bir tek Fatih diplomasiyi reddetti

Sakarya’dan sonraki 11 ay boyunca çözümün savaş yerine barışla sağlanabilmesi için Ankara hükümeti diplomatik yolları denedi mi sizce?

Biz diplomasiyi her zaman kullanırız. Yani Osmanlı Devleti’nde diplomasiye her zaman müracaat edilir. Diplomasi araçlarını reddeden ilk ve tek hükümdar Fatih Sultan Mehmet’tir. Çünkü istediğinin hiçbir şekilde uzlaşmaya gelir yanı yok. Hatta diplomasi diyen adamlarını mimliyor ve sonra yok ediyor. Onun dışında herkes diplomasiyi denedi. İttihatçılar bu malzemeyi iyi kullanamadılar. Mustafa Kemal tabii ki kullanıyor, aklı başında bir adam çünkü. Diplomasi nedir biliyor. Sofya’dan yazdığı raporlara sonradan bakıldığında bile diplomatik açıdan korkunç güzel raporlar olduğu görülüyor. Taarruz öncesinde de diplomasiyle adım adım gittik, tarafları bertaraf ettik, sayılarını azalttık.

Diplomasiyi zaman kazanmak için kullandığı düşünülebilir mi?

Kullanıyor tabii, İsmet Görgülü’de bütün o sayılar vardır. 11 ayın içinde cephane mevcudunu iki misline çıkarıyoruz; toptu kamyondu uçaktı alınıyor, temin ediliyor fakat yine de Yunanların elinde bizimkinin iki katından daha çok var. Bu nedenle o 11 ay çok önemli; mübayaa ve imalat-ı harbiye. Askeri yönden çok ciddi bir hazırlık var.

Yani o 11 ay boyunca nasıl “savaş istenirse savaş” için bir hazırlık varsa “barış istenirse barış” için de hazırlık vardı diyebiliyor muyuz?

Var, ama sonuç çıkmayacağını da görüyor. “Oyalama” diyor Müttefiklerin hamleleri için. Çünkü hem kapitülasyonlar var hem de arazileri de tamamen bırakmaya o kadar niyetli değiller. Kısmen tamam bir şeyler yapılıyor. Sevr’in doğmadan öldüğünü kabul ettiler, ama daha iyisini mi önereceksin, o belli değil. Lozan’ın kendinde bile o arrogance (kibir) devam etmiştir. Lloyd George meselenin ne olduğunu bile anlamıyor bence. Yahut eski malı eski tezgahtarlıkla satmaya çalışıyor. O olmaz.

26 Ağustos’a giden yolda Ankara hükümetinin elini en rahatlatan antlaşma hangisi oldu; Moskova mı, Kars mı, Ankara mı?

Bunların hepsi ilerlemedir. Bunların getirdiği statüler iyidir. Kolay değil, orduyu alıyorsun garba naklediyorsun. Moraldir. Yavaş yavaş birtakım bölgeler geri alınmaya başlıyor. Ardahan, Kars, Adana, Maraş, Antep…O anlaşmalar sayesinde Türk ordusu Doğu’da, Güney’de sırtını güvenli bir yere dayayıp Batı’ya yönelebiliyor. Zaten Kazım Karabekir Paşa orada… Bunlar mühim. Fakat bütün bu diplomatik başarıya rağmen bir de ne var; Meclis’in içinde çok büyük bir muhalefet var. Böyle bir konvansiyonel sistem olmaz devrim meclislerinde… Ne Fransa’da ne Rusya’da… Mustafa Kemal, bir yandan askeri hazırlık yapıp bir yandan diplomasi yürütürken bir de Meclis’teki muhalefetle baş etmek zorundaydı. Hep ikna etmeye çalışıyor ve çok zordu. Büyük bir sinir harbi yaşandı.

“Türklerden komünist olmaz”

Bir de Bolşeviklere bakalım; 1917’de Bolşeviklerle Anadolu’daki Milli Mücadele’yi birleştiren en önemli faktör ne oldu?

İyi geçindik Bolşeviklerle, çünkü biz kimin karşısındaysak onlar da onun karşısındaydı.

Emperyalizmin mi?

E tabii emperyalizm ve Batılı itilaf devletleri. Çünkü Batılı devletler Beyaz Ordu’yu destekleyerek harbe giriyorlar. Rusya toprağında Fransız,  Çek vs. generaller, askerler falan var. Bizde de durum benzer olunca ortak çıkarımız onlara karşı olmaktı.

Acaba hiç milli mücadeleyi desteklemenin karşılığında Ankara’nın da Bolşevizmi benimsemesini beklediler mi?

Yok, o yürümez onu en baştan gördüler. Bizde kimse komünist değil çünkü. General Mihail Frunze’yi okudunuz mu bilmiyorum, hep tavsiye ediyorum, Kızılordu’nun komutanıdır, Ukraynalıdır, çok iyi bir komutandır, entelektüeldir. Türkiye seyahatnamesi bir entelektüel varak olarak önemlidir. Ve gözlemlerinin en önemli kesimi de şu, “Bu memleket budur, bizim gibi olmaz.”

Büyük yardım alınıyor mu Bolşeviklerden?

Valla o çok şüpheli, birtakım insanlar diyor ki “Bolşevikler, Rusya Müslümanlarının topladığı ianeleri verdi.” Ee o da müspet bir şey, üstüne oturabilir, vermeyebilir. Para geldi, silah da geldi.

Hindistan’daki Müslümanlar’dan da epey yardım geliyor…

Aynen, onlar da orduya yardım için kullanıldı, artanıyla da İş Bankası kuruldu. Bunlar sır değil. Yani epey bir paraydı çünkü. Hindistan dediğin zaman fakiri var, zengini var. O tarihte dünyada 300 milyon Müslüman var ve bunun büyük kısmı Hindistan’da. Bugünkü Hindistan, artı Nepal, artı Pakistan, artı Bangladeş, artı Sri Lanka. Bunların hepsi Hindistan; “Indian subcontinent” yani.

Anadolu’daki harekete neden bu kadar büyük ilgi duyuyorlar?

E tabii hilafet, Müslüman dünyası, Müslüman’a yardım… Birinci Harp’te de Hintlilerin her takımı girmiş orduya. Çanakkale’de İngilizlerin yanında her tip Hintli var karşımızda. İkisi de var yani. Ama Hindistan’ın Müslümanı bu tarafı ister. O çok önemlidir.

Peki ama Taarruz’dan iki ay sonra saltanat kaldırılıyor, bir yıl sonra halifelik… Yaptıkları yardımın hesabını sormuyorlar mı?

Önce bir kırgınlık yaşanıyor, ama zaten iş bitince kimsenin umru değil. Çünkü birincisi eninde sonunda Türkiye demek tek Müslüman müstakil devlet demektir. Onun için Türkiye’ye hep başka türlü bakarlar: “Türkiye bir devlettir. Tarih vardır. Ciddidir. Kendince güçlüdür. Mustafa Kemal Paşa büyük adamdır. Türk ordusu önemlidir.” Fikirleri hep böyle müspet akar. E herhalde bir Almanya da değilsin yani Hindistan için…

Halide Edip ve Hindistan

İkincisi, o dönem “Müslüman Hindistan” fikri ortaya çıkıyor ve bu fikri besleyen en mühim kaynak Halide Edip’tir: “Inside India.” O zaman 1930’larda müthiş patladı bu eser, Londra’da basıldı. Açıkça söylüyor, “Bunlar büyük adamlardır. Hint liderleri de büyüktür. Nehru falan… Ama bir de Müslüman Hindistan var. Bu ikisi farklı şey” diyor. Bu tahlili yapıyor, onun için o kitabı hala tutarlar. Mesela Hindistan’da Halide Edip’e karşı tavır, Türkiye’deki gibi değildir.

-Sizce Büyük Taarruz ve Başkomutan Meydan Muharebesi’nin en önemli siyasi sonucu ne olmuştur?

En büyük şey şu, gösterildi ki bu ordunun artık malum olan harp yeteneği bellidir. Açıktır. Burada siz Sevr’le dayanamazsınız. Başka strateji tespit etmeniz lazımdır. Ve artık hakimiyet Anadolu’dadır. Başka çaresi yok. Zaten Mudanya Mütarekesi’nden sonra ilk kaçan, padişaha haber bile vermeden, -ki o büyük bir hayali sükut oldu Vahdettin için- Damat Ferit’tir. Damat Ferit hırsız biri değil. Yolsuzluğu yok. Kendi aile düzeni içinde dürüst bir koca, padişah damadı. Fakat son derece megaloman, dünyadan haberi olmayan bir adam. Yok artık öyle biri 19. asırda bile…

Yani kendisinin İngilizlerle dost olduğunu, bu kişiliği dolayısıyla İngilizlerin ona müzaherette bulanacağını düşünüyor. Fransa Başbakanı Clemenceau’dan hakareti işitince aklı o zaman başına geliyor mu, hayır. Hala hep İttihatçılara küfür etmekle meşgul, “Kabahatli onlar” diyor. 1922 Eylül-Ekim’inde Padişah Vahdettin de bu işin artık yürümeyeceğini, iç harbe gitmek gibi bir tehlike olduğunu anladı ve çekildi. Çekilme imkanı da ancak o gemiye binmekti. Onun için de hiçkimse öyle tarih yazmasın, vay kaçtı da hain de falan diye… Hayır, kaçmak denilen işlem çekilmekti ve doğru işi yaptı çünkü gitmese en iyi ihtimalle iç harp çıkacaktı. Ne lüzum var? O da böyle çekildi sahneden. Çok da iyi etti. Yolu buydu.

Mustafa Kemal Paşa'nın sonraki yapacaklarında Taarruz’un etkisi ne kadar olmuştur sizce?

Tabii ki daha güçlendi. Askeri başarı çok önemlidir. Modern tarihte bunun olmadığını söylüyorlar, ama daha görmedik. Askeri başarı olmadan sandık demokrasisiyle falan rejimler değişmez, bu mümkün değildir. Fransız İhtilali Yeni Cumhuriyet Ordusu’nun zaferleriyle pekişmiştir. Yoksa nerede tutunacaktı? Faşisti için de bu doğrudur, parlamenter demokrasi için de doğrudur, komünistlerin gelişi için de… Bunsuz olmaz. İstisna, Alman Nazizmi seçimle geldi; o da Almanların meselesi… Bizde ise bir de yenilmişsin üstelik, başka hiçbir çaren yok. Demokratik devrimle olur mu? Ve biz çok kötü işgal edilmişiz. En çok yüklendikleri biziz. Yani neredeyse bütün harbin en büyük suçlusu biziz.

Ayrıca bir halkın büyük sevgisini, güvenini nasıl kazanacaksın? Yaptıklarınla. Senin lider olduğunu nereden bilecekler? Liderlik öyle bugünkü gibi iki nutku güzel atmakla falan olmaz o zamanlar. Bakarlar; ateşten nasıl geçiyorsun? Sırat köprüsünü nasıl geçiyorsun milletle? O zaman peşine takılırlar. Öyleleri lider olur zaten. Öbür türlüsünün ne olacağı belli olmaz. Mustafa Kemal Paşa’nın saltanat sonrası modern Türkiye’nin kurucu lideri olduğu ortaya çıkmıştır, bu çok açık. Büyük Taarruz bu yüzden dönüm noktasıdır ve 30 Ağustos bu bakımdan çok önemlidir. Bir de tabii enteresan olan bizim seferi hümayunlar hep bu zamanlarda neticeleniyor değil mi? Mohaç, Selçukluların Malazgirt Zaferi, Sakarya, Büyük Taarruz falan hep bu aylarda olmuş.

Siz karşılaştırır mısınız 26 Ağustos 1071’le 26 Ağustos 1922’yi?

Hayır efendim, ikisi de farklı şeyler. Biri ilerleyen bir taze kuvvet. Kalkmış İran’ın üzerinden geçmiş Küçük Asya’ya doğru gidiyor. O başka bir kuvvet, bu başka bir kuvvet. Bu oturduğu vatanı kurtarmaya çalışıyor. Birinci Harp’ten sonra herkes teslim olmuş hakiki anlamda, bir bunlar kalmış. O yüzden Malazgirt’le Büyük Taarruz karşılaştırılamaz. Ya da biri büyük öbürü küçük denemez. Ayrı dönemlerin muhteşem olayları…