ABD Başkanı Donald Trump’ın son aylarda Washington’un dış politikasında yaptığı köklü değişiklikler, ABD’nin küresel liderliğinin kendi kendini yok edip etmediği ve bunun Çin’i güçlendirdiği yönünde hararetli bir tartışma başlattı. ABD’nin geri çekilmesinin yükselen bir Çin’e avantaj sağladığı tezi uzun süredir tartışılıyor. Ancak asıl soru, Trump’ın yol açtığı bu dönüşümün, parçalanan ABD öncülüğündeki düzenin yerine Çin’in küresel hakimiyetini mi getireceği.
Washington’un Çin'e karşı geri adımı artık gözle görülür hale geldi. Trump, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ABD başkanlarının ülkenin çıkarları için inşa ettiği uluslararası düzen ve kurumlara karşı karşıt bir politika izliyor. Küresel ticarete darbe vurdu, Birleşmiş Milletler’in fonlarını kesti, dış yardımları azalttı ve kilit müttefiklerini karşısına aldı. Ulusal güvenlik mekanizmasını içten içe zayıflatarak, ABD’nin stratejik kabiliyetlerini riske atıyor. NATO ve diğer ABD öncülüğündeki ittifakların geleceği belirsizliğini koruyor. Üniversiteler ve büyük bilim kurumlarına karşı açtığı savaş ise, ABD’nin gücünün temelini sarsabilir.
Çin yükseliyor, ABD geriliyor mu?
ABD’nin geri çekilişi ile Çin’in yükselişinin birlikte anılması yeni değil. Bu söylem, güç dengelerindeki değişime paralel olarak dört ayrı evreden geçti. 1980’lerde Çin’in kapitalizmi benimsemesiyle başlayan süreçte tarihçi Paul Kennedy, Büyük Güçlerin Yükselişi ve Çöküşü adlı eserinde Çin’in yükselişi ve ABD’nin göreli gerilemesine dikkat çekmişti. 1990’larda Harvard’dan William H. Overholt, Çin’in ekonomik reformlarının onu kısa sürede bir süper güce dönüştüreceğini savunan ilk isimlerdendi.
1990’lar ve 2000’ler boyunca Çin’in ekonomik yükselişi ABD’nin süper güç konumunu sarsmadı. Washington, liberal uluslararası düzeni destekleyen derin angajman stratejisini sürdürdü.
2008 küresel finans krizinin ardından ise yeni bir evre başladı. Krizin merkezinin Batı olması, “Kapitalizm Kuşatma Altında” başlıklarıyla dünyayı sarstı. Pekin, devlet güdümlü kapitalizmine olan güvenini artırdı ve Batı’nın ekonomik ve siyasi reçetelerine alternatif olarak “Pekin Konsensüsü” dünya genelinde ilgi gördü Ancak o dönemde Çin hala ABD’den çok daha zayıftı.
Pekin'in yükselişi
2017’de Trump’ın göreve başlamasından haftalar sonra Çin lideri Şi Cinping, ülkesinin dış politikada “düşük profil” stratejisini terk ederek daha aktif ve revizyonist bir yaklaşım benimsediğini duyurdu. Bu değişim, 19. Çin Komünist Partisi Kongresi’nde resmiyet kazandı. Dünya, ABD ve Çin’in iki süper güç olarak yeniden şekillendirdiği bir “bipolar” düzene dönüştü.
Dördüncü ve en son evre ise Trump’ın bu yıl Beyaz Saray’a dönmesiyle başladı. Eleştirmenler, Trump’ın “Önce Amerika” politikasının ilk döneminde ABD’nin küresel liderliğini zayıflattığını savunuyordu. Ancak o dönemde Washington, küresel sistemden tam olarak çekilmemişti. Bugün ise Trump, onlarca yıllık ABD dış politikasını kökten söküyor ve bu da güç dengesini Çin lehine hızlandırıyor.
Çin liderliğe hazır mı?
Yine de ABD’nin tam anlamıyla geri çekilmesi bile Pekin’in dünya işlerinde baskın güç olacağı anlamına gelmiyor. Bunun önünde dört büyük engel var:
ABD hâlâ dünyanın en güçlü ülkesi. Washington küresel yönetişimden çekilse bile, Çin’in gücünü baltalamaya kararlı. Trump, ABD’yi ikincil bir role hazırlamıyor; tam tersine, gümrük tarifeleri, yaptırımlar, SHIPS Yasası ve yarı iletken üretimini artırmayı amaçlayan CHIPS Yasası gibi politikalarla Çin karşısındaki avantajını korumaya çalışıyor.
Çin’in askeri erişimi sınırlı. ABD’nin 80 ülkede yaklaşık 750 askeri üssü varken, Çin’in yurtdışında yalnızca iki üssü bulunuyor (Cibuti ve Kamboçya). ABD’nin küresel askeri ağını kurması, İkinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş gibi benzersiz koşulların ürünüydü. Çin’in benzer bir ağ kurması ise çok daha uzun yıllar alabilir.
Çin’in iç siyaseti kırılgan. Şi’nin 2022’de bir dönem daha liderliği uzatması, parti devletinin geleneklerini sarsarak geleceğe yönelik belirsizlik yaratıyor. Ekonomideki yapısal sorunlar, COVID-19 politikalarının etkileri ve Batı’nın Çin’le ekonomik bağlarını gevşetmesi, Pekin’in önündeki riskleri artırıyor.
Pekin, son dönemde küresel diplomaside daha aktif rol almaya çalışsa da, bu girişimler genelde ABD karşıtlığıyla sınırlı. Çin’in hala gerçek bir liderlik vizyonu geliştirmesi gerekiyor.
Yeni dünya düzeninde liderlik olmayabilir
Uzun vadede bir “Pax Sinica” (Çin Barışı) olasılığını tartışmak önemli. Ancak Çin, yüzyıllardır küresel liderlik kurma fırsatı bulamamış bir ülke. Bugün Pekin’in dış politika hamleleri de çoğu zaman ABD’ye karşı pozisyon almaktan öteye gitmiyor.
Kısa ve orta vadede dünya, Çin liderliğinde bir düzene değil, liderlikten yoksun bir düzene hazırlanmalı. ABD ve Çin, bipolar bir güç yapısının iki baskın devleti olarak öne çıkıyor. Ancak ABD artık liderlik etmeye istekli değil, Çin ise henüz buna hazır değil.