Gazeteciliğe 42 yıl önce “copy boy” olarak başlayan Robert Thomson, Financial Times Weekend, The Times, Wall Street Journal gibi gazetelerin genel yayın yönetmenliğini yaptı. Şimdi Murdoch Medya Grubu’nun başında. İşte Google ve Facebook’u çeyrek trilyon dolarlık reklam gelirini paylaşmaya zorlayan 1.88’lik sessiz, sakin adam...
Özellikle son 10 yıldır, küresel reklam piyasasının en büyük oyuncusu olan Google ve Facebook’un kaderini değiştirecek gelişmeler hiç de beklenmedik bir ülkede, Avustralya’da başladı. Aslında bu olayın “köklü bir gazete geleneği olsa da” konumu gereği dünya siyasetinden uzak olan bu ülkede gerçekleşmesi sürpriz değildi.
Çünkü Google’a diz çöktüren taraflardan biri, babadan kalma gazetelerinden dünya medya imparatorluğuna uzanmış Rupert Murdoch. News Corporation çatısı altında The Times, The Wall Street Journal, The Sun, New York Post gibi gazetelerle, Fox News ve Sky gibi büyük TV kanallarının sahibi Murdoch.
Zaferin sahibi Murdoch olsa da, mimarı sahadaki bir başka Avustralyalı’ydı. Tüm Murdoch grubu gazetelerini kapsayan bir anlaşma yaparak, Google’a yılda birkaç milyar dolarlık fatura çıkartan bu Avustralyalı Robert Thomson’dan başkası değildi. Aralık 2012’den bu yana News Corp’un CEO’luğunu üstlenen Thompson, muhtemelen tarihin en zengin CV’sine sahip gazeteci.
‘Haber taşıyan’ çocuk
Robert Thomson 11 Mart 1961’de Güney Avustralya’da bir kasabada doğdu. (İlginçtir, Murdoch da Thomson’dan 30 yıl önce 11 Mart 1931’de doğdu.)
Babası bir pub’da barmenlik yapıyordu. Birkaç yıl sonra Melbourne yakınlarına taşındılar. Okumaya meraklı olan babası, Melbourne’ün büyük gazetelerinden The Age’de düzeltmenlik işi buldu. Her akşam eve gazetenin ertesi günkü baskısıyla geliyordu. Robert’ın gazete sevdası böyle başladı.
Robert 1979’da o yılların en büyük gazetesi The Herald’da işe başladı. Görevi “copy boy”luktu. (The Herald’da her haber aslıyla birlikte 7 kopya yazılırdı. Muhabir daktiloda yazısını bitirdikten sonra copy boy’u çağırıp, haberi eline tutuştururdu. Copy boy, kopyaları birbirinden ayırır, sonra “copy” diye bağırarak yazı işleri odasına girerdi. Haberin bir kopyasını editörlerin önündeki sepetlere bırakırdı.)
Thomson, 1.88’lik boyuyla The Herald’ın en becerikli copy boy’u oldu. O sıralarda gazetenin sahibi Sir Keith Murdoch’du. Yani Rupert’ın babası.
“Çin’deki adamımız”
3 yıl sonra 1982’de The Herald’ın Sydney bürosuna geçti. Finans ve genel asayiş haberleri yazmaya başladı. Bir yıl sonra The Sydney Morning Herald’a transfer oldu. O yıllarda gazeteyi yöneten Eric Beecher onu, “Hem çalışırken, hem yazarken çok zarifti. Çok nadir görülen bir stili vardı” diye anlatıyor.
Ertesi yıl Fairfax’a ait Sydney Morning Herald’a kıdemli muhabir olarak gitti. Buradaki başarısı onu 2 yıl sonra gazetenin Pekin muhabirliğine taşıdı.
O yıllarda Financial Times’ın Pekin muhabiri yoktu. Sydney Morning Herald’da yayınlanan haberlerini beğenen FT, Thomson’la telifli çalışmaya başladı. 3 yıl sonra FT’nin kadrolu Pekin temsilcisi oldu. Artık küresel bir gazetedeydi. FT için 1989’daki Tiananmen Meydanı olayları dahil pek çok önemli konuyu takip etti.
Bir gün Pekin Merkez Tren İstasyonu’nda gişe görevlisi Wang Ping ile karşılaştı. Az İngilizce bilen Ping, bir generalin kızıydı. 1992’de evlendiler.
(Yine ilginçtir ki, Murdoch da bir zamanlar Wendi Deng adlı Çinli bir kadınla evliydi. Deng, devlete ait bir makine fabrikasında çalışan bir işçinin kızıydı. Murdoch Tony Blair ile ilişkisi olduğu iddiası üzerine Deng’den boşandı.)
“How to Spend It” eki
Pekin’den sonra FT’nin Tokyo temsilcisi oldu. Ardından da 1994’te Londra’ya çağrılarak, kendisine FT Dış Haberler Müdürlüğü görevi verildi.
Thomson’ın yetenekleri Londra’da bir kez daha ispatlandı. 2 yıl sonra FT Weekend’in başına getirildi. Gazetede kültür sanat haberlerini artırdı, sol tandanslı yazarlara köşe verdi. How to Spend It’i yeniden tasarlayıp çok şık ve reklam alan bir dergi haline getirdi. 1 yıl sonra FT Weekend, Birleşik Krallık’ta satışlarını en çok artıran gazete oldu.
Sonradan “Sir” ünvanı verilen dönemin FT Genel Yayın Yönetmeni Richard Lambert, Thomson’un FT Weekend dönemi için “Alışılmadık bir editörlük yeteneği vardı. Tuhaf ama orijinaldi. Okur için doğru noktayı bulmuştu” diyor.
Lambert 1997’de FT’nin ABD edisyonunu kurmak için New York’a gitti. Hedefi Wall Street Journal’i yakalamaktı.
1998’de Thomson ABD edisyonunun başına getirildi. Flaş transferler yapıyordu. Lambert o dönemi anlatırken “Murdoch sık sık beni arayıp Thomson’un ne planladığını öğrenmek istiyordu” diyor. ABD edisyonunun işleri iyi gittiği sıralarda, Lambert FT Genel Yayın Yönetmenliği görevini bırakmaya karar verdi. Yerine iki aday vardı. Biri Thomson diğeri Lambert’in yardımcısı Andrew Govers. Thomson sıradan bir üniversiteyi 10 yılda bitirmişken, Govers Cambridge mezunuydu. Thomson Çince biliyordu, Govers ise Almanca ve Fransızca. Thomson’u Çin’de tanıyıp Londra’ya getiren de Govers’tı.
FT’nin sahibi olan Pearson’ın CEO’su Marjorie Scardino’nun Thomson’u desteklemesine rağmen, Yönetim Kurulu göreve Govers’ı getirdi. O dönemi iyi bilen bir FT çalışanı “Thomson çok gençti. Kendine çok güveniyordu ama biraz snop ve dışarlıklıydı…”
Govers görevi devraldıktan sonra hemen ABD’ye gidip Thomson’u motive etmeye karar verdi. CEO Scardino da Thomson’a FT Asya edisyonunu hazırlama görevini teklif etmişti. İki yönetici de Thomson’u kaçırmak istemiyordu.
Govers ve Thomson New York’ta birkaç kez bir araya geldiler. Bir gün Thomson, Govers’ı öğle yemeğine davet etti. Govers yemekte karşılaştığı manzarayı şöyle anlatıyor: “Masada Rupert Murdoch, büyük oğlu Lachlan ve News Corp’un birkaç üst düzey yöneticisi vardı. Rupert ve Robert (Thomson) şakalaşıyorlardı. Belli ki epeydir aralarında iyi bir ilişki vardı.” Olacak iş değildi. Büyük bir medya grubunun ABD editörü, rakip medya patronuyla içli dışlı…
2 ay sonra beklenen oldu ve Thomson FT’den istifa etti. Ardından Murdoch’a ait The Times’ın, yani Birleşik Krallık’ın en itibarlı gazetesinin başına getirildi.
Eski gazetesine karşı öfkesini yenemeyen Thomson, FT’yi The Times’ın en büyük rakibi olarak hedef aldı. The Times’ın ekonomi sayfalarını artırdı, FT’den çok sayıda muhabir ve editör transfer etti. Agresif tanıtım kampanyalarının birinde, The Times’in ekonomi ekinin sesli duyurularını yapan bir kamyoneti FT binasının karşısına park ettirip, saatlerce reklam yaptırdı.
Tabloid formata geçiş
The Times’ın editoryal yazarları Thomson'dan rahatsızdı. Onu entelektüel açıdan yeterli bulmuyorlardı. Alt kadroda ise görüş tam tersineydi: “Bu adam editoryal yazarların hepsinden çok daha zeki.”
Thomson, The Times’ın tabloid formata geçişini başarıyla yönetti. Gazetenin satışları artarken, dijital tarafta da trafik ve abonelik artıyordu.
Murdoch, Thomson’un başarılarından çok etkilenmişti. Thomson zamanının büyük bölümünü The Times’daki odasında değil, New York’ta Murdoch’un ofisinde geçiriyordu. Murdoch’un o dönemdeki sözcüsü Andrew Butcher “Thomson eğer New York’ta Murdoch’un karşısında oturmuyorsa, mutlaka telefonda onunla konuşuyordur” diyor.
Murdoch ile diyalogları
Murdoch 2007’de The Wall Street Journal’i 5 milyar dolara satın aldığında, başına kimin geçeğinden hiç kimsenin kuşkusu yoktu. Thomson, önce gazetenin idari tarafının yönetimini aldı. Hemen ardından da Çin’deki günlerinden beri arkadaşı olan Genel Yayın Müdürü Marcus Brauchli’yi kapının önüne koydu. Fiilen gazetenin hem genel müdürü (publisher) hem de yayın müdürü oldu.
Gazetede Murdoch ve ekibine büyük tepki vardı. İşinin zor olduğunu düşünen Thomson, yazı işlerini en çok memnun edecek hamleyi yaptı. Gazeteyi 4 sayfa artıracağını açıkladı ve “Muhabirlerimizin mükemmel yazıları artık daha rahat yer bulacak” diyerek müjdeyi verdi.
Thomson, ilginç kişiliğiyle WSJ’deki olumsuz tutumu bastırdı. Onunla çalışanlar tarzını “Yavaş ve yumuşak hareket eder. Sabırlıdır, her zaman istediğini alır” diye tarif ediyor.
Zarif ve sessiz diye tarif edilen Thomson’un Murdoch’la ciddi tartışmaları oldu mu, pek bilinmiyor. Ama 2009’da WSJ’nin New York’taki merkezinde yaşanan bir olayda ters düştükleri bilinen bir hadise:
Murdoch’un 20th Century Fox şirketi 2009’da gösterime giren Avatar filminin yapımcısıydı. Çekim çok uzun sürmüş ve çok pahalıya patlamıştı. Prodüksiyon 300 milyon doları bulmuş, 150 milyon dolarlık tanıtım harcamasıyla fatura yarım milyar dolara dayanmıştı.
Filmin gösterime girmesine birkaç gün kala, önceden izleyen sinema eleştirmenlerinin yazıları art arda yayınlanıyordu. Bunlardan biri Murdoch’un WSJ’sine yazan Joe Morgenstern’di. Morgenstern yazısında filmin görsel tekniğini alkışlamış, devamında verip veriştirmişti: “Senaryo, galaksi dışı Vietnam benzeri ormanda sömürgeci saldırganlığın hantal bir benzetmesi. Ancak ilk King Kong filmlerine uygun düşebilecek, orman tamtamlarıyla süslü vahşi ritüeller var.”
Murdoch WSJ’deki eleştiri yazısının bulunduğu sayfaya bakıp bakıp öfkesini haykırırken, Thomson dudaklarında belirsiz müstehzi bir kıvrımla sessizce dinliyordu. Murdoch sustuğu anda, her zamanki sakinliğiyle cevap verdi: “Tamam Rupert, bir film stüdyomuz var. Ama bir de gazetemiz var. İşler böyle yürüyor…” Medya imparatoru tek kelime etmeden sinirli şekilde odadan çıkmıştı.
Tabii ki bu küçük olaylar ikilinin arasını bozacak cinsten değildi. 2012 Aralık ayında Murdoch, Thomson’un kariyerinde artık stratosfere yükseldiğini şöyle duyurmuştu: “Yayın şirketimiz News Publishing’in yeni CEO’su Robert Thomson’u kutluyorum. Özel bir lider ve harika bir arkadaş. Hem de Avustralyalı…”
Thomson bugün, Avustralya’da 30’dan fazla gazete, dergi ve TV kanalı; ABD’de Wall Street Journal, Dow Jones, New York Post; İngiltere’de The Sun, The Times ve yılda 10 bin kitap yayınlayan HarperCollins yayınevi gibi kuruluşları barındıran büyük imparatorluğun en tepedeki adamı.
Uzun boylu, romatizma hastası bu adam yıllık reklam geliri çeyrek trilyon doları aşan Google’ı dize getirdi. Anlaşmadan sonra soruları çok kısa cevaplarla geçiştirdi: “Bizim yaptığımız Don Kişotvari bir arayıştı…” Sessiz, sakin ve zarifçe yine istediğini almıştı. ***
1 haftada bitti!
1- Avustralya Meclisi, Avustralya medyasının ürettiği içerikleri kullanmaları karşılığında Google ve Facebook gibi teknoloji şirketlerine ücret ödeme yükümlülüğü getiren bir tasarıyı gündeme aldı.
2- Tasarıya göre, bu şirketlere Avustralya medyasıyla pazarlık yapıp tarife belirleme zorunluluğu getirildi. Aksi halde, tarife yetkisi kurulacak komisyona verilecekti.
3- Google ve Facebook şiddetle karşı çıktı. Avustralya’daki faaliyetlerini durdurabileceklerini açıkladılar. Oysa Google’ın Fransa’da 120 gazeteyle 22 milyon euroluk anlaşma yaptığı biliniyordu.
4- Dünya bunu konuşurken, Google’ın Murdoch medyasıyla anlaştığı haberi yankı yarattı. Üstelik anlaşma Murdoch’un dünya üzerindeki tüm gazetelerini kapsıyordu.
5- News Corp CEO’su anlaşma rakamını gizledi. Ancak anlaşmanın yıllık birkaç milyar dolar olduğu öğrenildi.
6- Facebook anlaşmaya itiraz etti. Yetinmeyip, Avustralya kamu kurumlarının paylaşımlarını engelledi. Zuckerberg “Kuzey Kore Lideri” gibi davranmakla suçlandı.
7- Bu arada Microsoft da Avustralya lehine devreye girdi. Google ve Facebook’un tüm dünyada içeriklere ücret ödemesi gerektiğini açıkladı.
8- Financial Times, New York Times, Reuters gibi devler Google ve Facebook ile daha önce içerik satış anlaşması yaptıklarını açıkladılar.
9- Avustralya’nın bazı şartları yumuşattığını söyleyen Facebook anlaşmayı kabul etti.
10- İngiltere, Kanada ve AB, Google ve Facebook’un kullandığı içeriklere ücret ödemesini öngören düzenlemeler hazırlanacağını duyurdu.
11- Şimdi soru şu: Güçlü medya grupları Google ve Facebook’un bileğini büktü. Batılı devletler de aynı yolda. Belli ki bu iki teknoloji devi yıllık 250 milyar doları aşan reklam gelirlerini paylaşacak. Peki bu uygulama Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelere de yayılacak mı? Türkiye’de bu işe kim ön ayak olacak?