20 Nisan 2024, Cumartesi
Haber Giriş: 26.11.2021 04:30 | Son Güncelleme: 16.02.2022 15:18

Yasak aşktan çok daha derinlere doğru

Yılın en güçlü filmlerinden biri olan The Power of the Dog bir aşk hikayesi anlatacak gibi yapıp ansızın karanlık bir intikam hikayesine dönüşüyor
Yasak aşktan çok daha derinlere doğru
The Piano, Holy Smoke, Bright Star gibi kalburüstü filmler çeken Yeni Zelandalı yönetmen Jane Campion; “Eskiden akıllı insanlar sinema yapardı, şimdi dizi yapıyorlar” diyerek, bol Emmy ödüllü Top of the Lake’i çekmişti en son. Campion’ın 12 yıl ara verdiği sinemaya dönüşü Netflix’teki Köpeğin Gücü (The Power of the Dog) ile oldu. Usta sinemacı, daha çok western romanlar yazmış Thomas Savage’ın çok da bilinmeyen, başyapıt iddiası da taşımayan romanından uyarlamış yeni filmini. Her an Brokeback Dağı’na dönüşecekmiş gibi bir beklenti yaratmasına rağmen filmin derdi bir yasak aşk hikayesinden çok daha derinlerde... 1925 yılında Montana topraklarında iyi gelir getiren bir çiftliği birlikte yürüten iki erkek kardeşten Phil, üniversite okumuş ama büyükbaş hayvancılıkla uğraşan, maço tavırlarıyla kendisine belli bir karizma inşa etmiş bir adamdır. Takım elbise giyen ve daha kibar tavırları olan kardeşi George ile sürekli alay etmekte ama bir yandan da ona çok bağlıdır.

Eller başrolde

George tıp okuyan oğlu Peter ile yaşayan Rose adlı dul bir kadınla evlenir. Phil tanışır tanışmaz yengesine karşı psikolojik bir savaş başlatır. Evlerine taşındığından itibaren de bu iyi niyetli kadına pasif şiddet uygulayarak onu alkolizme kadar sürükler. Rose oğlu Peter eve geldiğinde daha da çaresizleşir. Çünkü Phil en başta çok hırçın davrandığı bu genç adama yavaş yavaş ilgi göstermeye başlar. Köpeğin Gücü tipik bir western değil. Campion’ın Phil karakteri için İngiliz oyuncu Benedict Cumberbatch’i seçmesi de belki bu yüzden. Bir süre bir yabancılaştırma efekti işlevi görse de tecrübeli oyuncu bu sert ama içinde fırtınalar kopan kovboy karakterini kendine özgü cazibesiyle dolduruyor. Kardeşlere kovboyluğu öğretmiş ve dört yıl önce ölmüş olan Bronco Henry’den neredeyse bir eski sevgili gibi bahsetmekte olan Phil, belki de içindeki eşcinsel erkeği hırçınlık ve kabalıkla bastırmaya çalışıyordur. Phil’in zehirli ve homofobik agresif erkekliği, günümüzde de sık sık karşılaştığımız bir profili hatırlatıyor. Peter ve Phil’in karşılaştığı sahne filmin ilk doruk noktası. Kağıttan güller yapan bir genç erkek olan Peter, sessiz ve narin görüntüsü yüzünden Phil ve diğer erkeklerin alaylarına maruz kalır. Phil de genç adamın yaptığı kağıttan gülle sigarasını yakar. Bunu gören Rose’un Phil’e olan alerjisi de böyle başlar. Zaman geçtikçe Phil de Peter için Bronco Henry olmayı amaçlar. Ama onun annesine duyduğu düşmanlık Peter’ın gözünden kaçmıyordur. Campion bu sahnelerde olduğu gibi bütün filmi sadece yakın plan ellerle de çekebilirmiş sanki. Ana karakterlerinin sık sık ellerine yakınlaşıyor yönetmen. Olan biteni seyirciye ellerle hissettiriyor en çok. Kusursuz görüntüler de bu gotik esintili western dramına eşlik ediyor. Peter rolünde çocukluğundan beri bolca izlediğimiz Kodi Smit-McPhee sadece görüntüsüyle bile akılda kalıyor. Kirsten Dunst ürkek karakterini karamsar bir doğallıkla sunuyor. Radiohead grubu üyelerinden Jonny Greenwood’un tedirgin müzikleri de filmin karanlık atmosferine çok uyumlu.