İstanbul’da büyüyen çocukların yitik ülkesi
Derlediğiniz Evden Kaçmanın Yolları kitabınıza uğramak istiyorum. O kitaptaki “Yitik Ülke” öykünüz bu kitapta hem öykü olarak yer alıyor hem de kitaba adını veriyor. Bu sizin kurcaladığınız bir mesele. “Ev, ülke, kaçmak” kelimeleri birkaç cümlede hem yazar hem de sosyolog Defne Suman’a ne ifade ediyor? Lisedeyken okulu kırıp Beyoğlu’na çıkardım. Orada ne aradığımı bilmeden uzun uzun tek başıma yürürdüm. Bir hayalet dolanıyordu sanki şehrin ara sokaklarında ve ben içimi tırmalayan o yitik ülkeyi bulacağıma inanarak eski binalara girip çıkıyordum. Bana öyle geliyor ki İstanbul’da büyüyen tüm çocuklar içlerinde bu yitik ülkeyi taşırlar. Bu kitabın öyküleri tam da oradan çıktı. Yakamızı bırakmayan huzursuzluğumuzun sebebi belki de “ev”imizin, şehrimizin çok hızlı bir biçimde değişmesi ve hatıralarımızı barındıran mekanların silinmesi, insanlarının sürülmesidir. Bugün İstanbul’un sokaklarında artık hepimiz bir hayaleti arayarak dolanıyoruz. Bu öyküleri yazmanızda, bir araya getirmenizdeki motivasyon neydi peki? Öykü uzun zamandır kapısından girmek istediğim bir ülkeydi ama korkuyordum. Roman yazmak öyküye göre kolaydır. Ayrıca okuru da bağrına basar romanı. Karakterleri sever. Onlarla üzülür, sevinir, yaşar. Öykü öyle değil. Okuru seçici. Beklentisi yüksek. Az sözle hızlı çarpmak gerekiyor. Yazarlığımı bir üst edebi seviyeye taşımak arzusuydu beni motive eden. Öyküde incelmek, yazını daha rafine hale getirmek gerekiyor ya… İşte bunu denemek istedim. Ülkenin resmî tarihi ile kişisel tarihlerimiz meselesine gelmek istiyorum. Kişisel tarihle ülkelerin resmî tarihi arasında nasıl bir uçurum var? Türkiye’nin coğrafyasından ve tarihinden silinmiş bir geçmişi var. Bu geçmişin bilinçli olarak hafızadan silinişine ışık tutmanın bugün karşı karşıya olduğumuz toplumsal şizofreniyi anlamamıza yardımcı olacağını düşünüyorum. Müthiş bir kopukluk var toplumda. Gerçek ile resmî tarih arasındaki uçurum ben ve öteki arasında kendini gösteriyor. Söylemler tutarsız. İçi boş kavramlardan anlamlı bir bütün oluşturmaya çabalıyoruz. Kendi benliğimiz bile paramparça. Tüm bu kopukluğun biraz da geçmişin silinmiş parçalarıyla, suskun boşluklarıyla ilişkili olduğunu düşünüyorum. Sizin metinlerinizde kişisel tarih var, başka bir tarih, belki de resmî tarihin dayattığı, yaşattığı acıların, kayıpların yansıması, ne diyorsunuz? Aile de kendi içinde bir “resmi tarih” kurguluyor. Bu kurgulanmış aile tarihi, tıpkı ulus devletin resmî tarih anlatısı gibi zaferleri abartıp, yenilgileri saklıyor, kayıpların üzerini örtüp, suçların sorumluluğunu sırtından atıyor. Birçok noktada aile tarihi ile resmi tarih örtüşür zaten. Oysa yaşadığımız şimdiki zamandan da biliriz ki hayat kazanımlar kadar yenilgilerle doludur. İntiharlar, cinayetler, gayrimeşru çocuklar, yiten topraklar, iflaslar ve akli dengesini yitirenler aile tarihçesinden özenle ayıklanır ama suskunluklar vasıtasıyla tüm bunların hatırası sonraki kuşaklara geçer. Nedenini bilmediğimiz bir utanç duyarız belki. Belki bir türlü doyuramadığımız bir boşluk, hırs ve öfke… Üst kuşakların yası tutulmamış kayıpları bizim benliğimizde yer eder. Ailenin ya da ulusun resmi tarihine körü körüne inanmak içimizi kanatan bu kayıplarla yüzleşmemize engel oluyor.Hikayelerin çıkış noktası yalnızlık
“Soyadı” öyküsü galiba bu kitapta en sevdiğim öykü oldu. Bu öyküye dair siz ne hissediyorsunuz? Bu öykü benim için de çok kıymetli. Onu Hrant Dink’in katledişinin yıl dönümünde YouTube’da yüksek sesle okudum. 1937 yılında Soyadı kanunu çıktığında aileler hangi soyadını alacaklarına nasıl karar verdiler? Bir masa etrafına oturup konuştular mı mesela? Aile sırlarını sonraki kuşaklara aktarmak için neler düşündüler? Hatırası silinmiş bir topluluğun kendini yaşatma çabasının hikâyesi bu biraz da. Bir oturuşta, heyecanla yazdım. Beğendiğine sevindim. “Ev” öyküsüyle “Yitik Ülke” öyküsüne gelmek istiyorum. Birbiriyle bağlantılı öyküler. “Yitik Ülke” ev mi ya da ev bir yitik ülke mi diye düşündüm. Bu iki öyküyü yazarından dinleyelim… İkisinin de çıkış noktası aynı: Yersizlik. Yerinden edilme. Yuvayı bulamama. Metafor olarak evinde bile kendini evinde hissedemeyen birilerini düşünüyordum. Aklıma doğal olarak İstanbul Rumları geldi. Varlık vergisi, 6-7 Eylül olayları, ardından 1964 sürgünü, Kıbrıs meselesi derken sonsuz bir tacize maruz kalan bir İstanbul halkı. Şehir onlar için güvenli bir yuva değildir ancak göçtükleri Atina’ya tam olarak asla yerleşemezler. Stelyo’nun bir türlü yakamadığı şömine gibi içleri ısınmaz. Eşyaların yerini değiştirirsin ama bir türlü rahat edemezsin. Yersizlik benim için tam da böyle bir his. İsmini ve Stelyo karakterlerinde bu hali okura aktarabildiğimi umuyorum. Hiç ülkenizi kaybettiğinizi düşündünüz mü? Ülkemi bulduğumu hiç düşünmedim. Sanki bu hayata onu aramaya gelmişim. Öyle bir hal benimki. İyi ki de öyle. O sayede yazıyorum.- Yitik Ülke/ Defne Suman/ Doğan Kitap/ Öykü