23 Kasım 2024, Cumartesi Gazete Oksijen
Haber Giriş: 01.10.2021 04:30 | Son Güncelleme: 16.02.2022 15:17

Bir dünya yazarından hikayeler okuyacağız

Romanlarının farklı dillerdeki edisyonları 30’dan fazla ülkede okunan Defne Suman; bu kez bir öykü kitabıyla geliyor. Yitik Ülke, 6 Ekim’de raflarda olacak
Bir dünya yazarından hikayeler okuyacağız
Defne Suman’ın yeni kitabı Yitik Ülke’nin arka kapağında “büyümek, kadın olmak, kalmak ve gitmek üzerine öyküler” cümlesi var.  Ben öyküleri okuduğumda elbette bunların da ışığında en çok “ülkeye ait olmak için çabalamak, çabalasan da nafile olması, güven duvarlarının yıkılması, ülkenin tarihinin aile tarihlerini hem yazıp hem üstünü silmesi” meselelerine yoğunlaştım. Öykülerin dili beni etkiledi ama burada salt teknik bir dilden bahsetmiyorum; duygunun dili diyebilirim. Defne Suman, öykülerinin dilini karakterlerinin duygularıyla kurmuş. Etkileyici. İşte tüm bunlardan hareketle kendisi de Atina ve İstanbul’da yaşayan Defne Suman’la o Yitik Ülke’yi konuştuk.  Önce kitabın adından da hareketle “ülke”den başlamak istiyorum. Siz iki ülkeli bir yazarsınız. Ülkenin ya da belki memleketin sizin sözlüğünüzde nasıl bir karşılığı var? Hayatımın hiçbir döneminde kendimi bir ülkeye ait hissetmedim. İstanbul’un bazı mahalleleri Beyoğlu ve Büyükada mesela, uzaktayken özlediğim yerlerdir ama onlar kadar özlediğim başka dünya kentleri de vardır. Çocukluğum ve ilk gençliğim boyunca uzak diyarların hayalini kurdum. Yaşamın önüme çıkardığı ilk fırsatta da yollara düştüm. Nereye gittiysem orada evimi yarattım. Kamp çadırında bile yatağını toplayan, meyve kasasından komodin yapıp üzerine kitap dizen biriyim ben. Anlayacağın memleketten çok ev meselesi ile ilgilendim. ‘Ev’i aradım diyelim. Sonunda evimin de ülkemin de dilde saklandığını keşfettim. Türkçede… Sözlüğümdeki ülkenin karşılığı tam da bu işte: Ana dilim. 

İstanbul’da büyüyen çocukların yitik ülkesi

Derlediğiniz Evden Kaçmanın Yolları kitabınıza uğramak istiyorum. O kitaptaki “Yitik Ülke” öykünüz bu kitapta hem öykü olarak yer alıyor hem de kitaba adını veriyor. Bu sizin kurcaladığınız bir mesele. “Ev, ülke, kaçmak” kelimeleri birkaç cümlede hem yazar hem de sosyolog Defne Suman’a ne ifade ediyor? Lisedeyken okulu kırıp Beyoğlu’na çıkardım. Orada ne aradığımı bilmeden uzun uzun tek başıma yürürdüm. Bir hayalet dolanıyordu sanki şehrin ara sokaklarında ve ben içimi tırmalayan o yitik ülkeyi bulacağıma inanarak eski binalara girip çıkıyordum. Bana öyle geliyor ki İstanbul’da büyüyen tüm çocuklar içlerinde bu yitik ülkeyi taşırlar. Bu kitabın öyküleri tam da oradan çıktı. Yakamızı bırakmayan huzursuzluğumuzun sebebi belki de “ev”imizin, şehrimizin çok hızlı bir biçimde değişmesi ve hatıralarımızı barındıran mekanların silinmesi, insanlarının sürülmesidir. Bugün İstanbul’un sokaklarında artık hepimiz bir hayaleti arayarak dolanıyoruz. 
Sosyolog, yazar Defne Suman’ın seyahat günlükleriyle denemelerinden oluşan Mavi Orman 2011’de, ilk romanı Saklambaç 2014’te basıldı. 2016’da Emanet Zaman, 2017’de Yaz Sıcağı, 2018’de Kahvaltı Sofrası, 2020’de Yağmur’dan Sonra 2020’de ve öykü derlemesi Evden Kaçmanın Yolları 2021’de okurla buluştu. Kitapları onlarca farklı dile çevrildi.
Sosyolog, yazar Defne Suman’ın seyahat günlükleriyle denemelerinden oluşan Mavi Orman 2011’de, ilk romanı Saklambaç 2014’te basıldı. 2016’da Emanet Zaman, 2017’de Yaz Sıcağı, 2018’de Kahvaltı Sofrası, 2020’de Yağmur’dan Sonra 2020’de ve öykü derlemesi Evden Kaçmanın Yolları 2021’de okurla buluştu. Kitapları onlarca farklı dile çevrildi.
Bu öyküleri yazmanızda, bir araya getirmenizdeki motivasyon neydi peki? Öykü uzun zamandır kapısından girmek istediğim bir ülkeydi ama korkuyordum. Roman yazmak öyküye göre kolaydır. Ayrıca okuru da bağrına basar romanı. Karakterleri sever. Onlarla üzülür, sevinir, yaşar. Öykü öyle değil. Okuru seçici. Beklentisi yüksek. Az sözle hızlı çarpmak gerekiyor. Yazarlığımı bir üst edebi seviyeye taşımak arzusuydu beni motive eden. Öyküde incelmek, yazını daha rafine hale getirmek gerekiyor ya… İşte bunu denemek istedim. Ülkenin resmî tarihi ile kişisel tarihlerimiz meselesine gelmek istiyorum. Kişisel tarihle ülkelerin resmî tarihi arasında nasıl bir uçurum var? Türkiye’nin coğrafyasından ve tarihinden silinmiş bir geçmişi var. Bu geçmişin bilinçli olarak hafızadan silinişine ışık tutmanın bugün karşı karşıya olduğumuz toplumsal şizofreniyi anlamamıza yardımcı olacağını düşünüyorum. Müthiş bir kopukluk var toplumda. Gerçek ile resmî tarih arasındaki uçurum ben ve öteki arasında kendini gösteriyor. Söylemler tutarsız. İçi boş kavramlardan anlamlı bir bütün oluşturmaya çabalıyoruz. Kendi benliğimiz bile paramparça. Tüm bu kopukluğun biraz da geçmişin silinmiş parçalarıyla, suskun boşluklarıyla ilişkili olduğunu düşünüyorum.  Sizin metinlerinizde kişisel tarih var, başka bir tarih, belki de resmî tarihin dayattığı, yaşattığı acıların, kayıpların yansıması, ne diyorsunuz? Aile de kendi içinde bir “resmi tarih” kurguluyor. Bu kurgulanmış aile tarihi, tıpkı ulus devletin resmî tarih anlatısı gibi zaferleri abartıp, yenilgileri saklıyor, kayıpların üzerini örtüp, suçların sorumluluğunu sırtından atıyor. Birçok noktada aile tarihi ile resmi tarih örtüşür zaten. Oysa yaşadığımız şimdiki zamandan da biliriz ki hayat kazanımlar kadar yenilgilerle doludur. İntiharlar, cinayetler, gayrimeşru çocuklar, yiten topraklar, iflaslar ve akli dengesini yitirenler aile tarihçesinden özenle ayıklanır ama suskunluklar vasıtasıyla tüm bunların hatırası sonraki kuşaklara geçer. Nedenini bilmediğimiz bir utanç duyarız belki. Belki bir türlü doyuramadığımız bir boşluk, hırs ve öfke… Üst kuşakların yası tutulmamış kayıpları bizim benliğimizde yer eder. Ailenin ya da ulusun resmi tarihine körü körüne inanmak içimizi kanatan bu kayıplarla yüzleşmemize engel oluyor. 

Hikayelerin çıkış noktası yalnızlık

Soyadı” öyküsü galiba bu kitapta en sevdiğim öykü oldu. Bu öyküye dair siz ne hissediyorsunuz? Bu öykü benim için de çok kıymetli. Onu Hrant Dink’in katledişinin yıl dönümünde YouTube’da yüksek sesle okudum. 1937 yılında Soyadı kanunu çıktığında aileler hangi soyadını alacaklarına nasıl karar verdiler? Bir masa etrafına oturup konuştular mı mesela? Aile sırlarını sonraki kuşaklara aktarmak için neler düşündüler? Hatırası silinmiş bir topluluğun kendini yaşatma çabasının hikâyesi bu biraz da. Bir oturuşta, heyecanla yazdım. Beğendiğine sevindim.   Ev” öyküsüyle “Yitik Ülke” öyküsüne gelmek istiyorum. Birbiriyle bağlantılı öyküler. “Yitik Ülke” ev mi ya da ev bir yitik ülke mi diye düşündüm. Bu iki öyküyü yazarından dinleyelim…  İkisinin de çıkış noktası aynı: Yersizlik. Yerinden edilme. Yuvayı bulamama. Metafor olarak evinde bile kendini evinde hissedemeyen birilerini düşünüyordum. Aklıma doğal olarak İstanbul Rumları geldi. Varlık vergisi, 6-7 Eylül olayları, ardından 1964 sürgünü, Kıbrıs meselesi derken sonsuz bir tacize maruz kalan bir İstanbul halkı. Şehir onlar için güvenli bir yuva değildir ancak göçtükleri Atina’ya tam olarak asla yerleşemezler. Stelyo’nun bir türlü yakamadığı şömine gibi içleri ısınmaz. Eşyaların yerini değiştirirsin ama bir türlü rahat edemezsin. Yersizlik benim için tam da böyle bir his.  İsmini ve Stelyo karakterlerinde bu hali okura aktarabildiğimi umuyorum.  Hiç ülkenizi kaybettiğinizi düşündünüz mü? Ülkemi bulduğumu hiç düşünmedim. Sanki bu hayata onu aramaya gelmişim. Öyle bir hal benimki. İyi ki de öyle. O sayede yazıyorum. 
  • Yitik Ülke/ Defne Suman/ Doğan Kitap/ Öykü