25 Kasım 2024, Pazartesi Gazete Oksijen
Haber Giriş: 13.08.2021 04:30 | Son Güncelleme: 16.02.2022 15:16

“Büyük bir satranç oyununun içindeyiz”

Sunay Akın’ın “Hisse senetlerine karşı hayatın gerçek zenginliği olan hissi senetlere değer kazandırma çabamın bir eseri” diye anlattığı yeni kitabı ülkemiz tarihinden hiç haberimiz olmayan kahramanların hikayelerine yoğunlaşıyor. Şiirli Yastık, zevkle okunan bir hayat rehberi, mini bir saklı isimler ansiklopedisi
“Büyük bir satranç oyununun içindeyiz”
Mustafa Kemal Atatürk’ün Sivas Kongresi için kaldığı okul binasındaki odanın eşyalarının bir genç kızın çeyizinden oluştuğu ve o iki yastığa iğne ve altın nakış iplikle şiir yazıldığı bilgisi yıllardır aklının bir çekmecesinde dururdu,” diyor Sunay Akın. İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan yeni kitabında; merak ve araştırma hevesiyle çıktığı yolda, bu toprakları değiştirmiş, zenginleştirmiş, isimleri bilinmese de yaptıkları makus talihleri dönüştürmüş gizli kahramanları anlatıyor.  Şiirli Yastık’ın nasıl oluştu? İnsanlık tarihinin çok önemli bir salgın hastalık döneminden geçiyoruz. Ortalıkta dünyanın geleceği, Covid-19 ya da aşılar hakkında üretilen çeşitli teoriler dolaşıyor. Oysa çoğumuz, kimliğini taşıdığımız Türkiye Cumhuriyeti’ni dünyaya ilan eden TBMM’nin, kurulduğu 1920 yılında salgın hastalıklarla mücadele ettiğini, o yıllarda ülkede salgın hastalık oranının neredeyse yüzde elli olduğunu, Dr. Arif İsmet Bey’in İstanbul’dan getirdiği bakterilerle Ankara’da aşılar üretildiğini, bu aşılarla kolera, tifo, verem gibi hastalıkların önlendiğini bilmiyoruz. İşgal yıllarında sadece emperyalistlerin ordularıyla değil, salgın hastalıklarla da savaştık. Bu nedenle, umutsuzluk, karamsarlık şu salgın hastalık döneminde taşıdığımız kimlikle örtüşmeyen kavramlar. Şiirli Yastık İstanbul’un işgalinde bağımsızlık için direnen tıbbiyelilerle başlıyor ve orada kalmayıp birbirinden ilginç insan öyküleriyle devam ediyor. Öteki kitaplarımda olduğu gibi Şiirli Yastık da, hisse senetlerine karşı hayatın gerçek zenginliği olan hissi senetlere değer kazandırma çabamın bir eseri. 

İnsan olma tarihi

İnsan hikâyelerini çarpıcı öykülerle birleştirerek keyifli bir okuma sunuyorsunuz. Okurken bir suçluluk duygusu oluşuyor, ben bu isimleri nasıl daha önce duymadım diye! Tarihimizi inşa eden karakterleri neden keyifle okuyamıyoruz?  Ben sarayların, kimi politikacıların iktidara gelmek ya da orada kalmak için tutunduğu hamaset ve husumetin yerine, insanın insan olma tarihinin peşindeyim. Tarihçi değil, edebiyatçıyım. Tarihin karanlığında kalmış nice insanın kitaplarımda yazdığım öyküleriyle toplum tarafından tanınması beni mutlu ediyor. Galiba bir şairin görebileceği ayrıntı, incelik ve duyarlıkla yazılarımı işlemiş olmam onları öne çıkarıyor. Burada da ‘Sunay Akın kurgusu’ söz konusu olan.  Anadolu’nun kurtuluş mücadelesinde isimlerini bildiğimiz ama hikâyelerini bilmediğimiz karakterlerin de öykülerini bir araya getirmişsiniz. Ruanda’ya kelle koltukta şifa götüren doktor Celalettin Algan, ülkesinden 6-7 Eylül olaylarının ardından göç eden efsane psikiyatrist ve kaleci Krino Kafato, olimpiyatlarda ülkemizi temsil eden ilk kadın sporcumuz Halet Çambel...    Anadolu 100 yıl önce emperyalizmin dize getirildiği yerdir. Bu yüzden Şiirli Yastık, İstanbul’un işgal edildiği gün, Haydarpaşa Garı’nın merdivenlerinden başlıyor. Haydarpaşa Garı Anadolu’nun gardırobudur. İstanbul zenginliğini Anadolu kültürüne borçlu olduğunu bilir, el üstünde tutar. Bu yüzden Anadolu’dan trenle gelenler Haydarpaşa kapısında merdiven çıkarak değil, merdivenin basamaklarından inerek adım atarlar İstanbul’a. Ağrı Dağı’nın eteklerinden kalkıp yürüyerek Büyük Taarruz’un yapılacağı Afyon’a gelen Dr. Mehmet Derviş’ten, Afrika’da 21 yıl salgın hastalıklarla karşı direnen Dr. Celalettin Algan’a kadar kitapta yer verdiğim öykülerin ortak yanı, bilginin ışığını karanlığa taşıyan insanlardan oluşmaları. Bilginin ışığı aydınlıkta durana verilmez, karanlığa mahkum edilen insana taşınmalıdır. Celalettin Algan Trabzonludur ve kentin meydanındaki parkın girişinde büstü vardı. O büst kaldırıldı!  Bebek evleri ile şehir mimarisi kültürü arasında önemli bir bağ kuruyorsunuz. Bunu açalım. Minyatürünü yapamadığımız için mi gerçek boyutlu mimaride tökezliyoruz? Oyuncak Müzesi’ni biraz da bu gözle mi gezmek gerek?  Müzeler toplumların hafızasıdır. Ve hiçbir müze, bir oyuncak müzesi kadar uygarlığın tarihini bir çatı altında toplayamaz. İstanbul Oyuncak Müzesi modadan mimariye, sanayi devriminden uzayın fethine kadar pek çok bilgiyi barındırıyor koleksiyonunda. Hem de, müze değeri taşıyan, her biri kendi alanında ilk ve eşsiz olan örneklerle. İlk oyuncak fabrikaları Sanayi Devrimi’nden sonra Almanya’da kuruldu. O dönem tüm dünyaya oyuncaklar Almanya’dan gönderiliyordu. Almanya oyuncak sanayinin üzerinde yükseldi. 2. Dünya Savaşı’ndan yenik ayrılan Japonya’da da ilk oyuncak üretiminin öne çıktığını görüyoruz. 1950’lerden sonra dünya oyuncak pazarını Japonlar ele geçirdiler. Ve Çin, 1980’lerde oyuncak sanayiinde lider oldu. İlerleme ve oyuncak üretimi arasında araştırılması gereken bir paralellik vardır. Bizim gibi kötü yönetilen, üretimde ve ekonomide geri kalmış ülkeler bu gerçeği görmekten ne yazık ki acizdirler. Şiirli Yastık’ta bebek evleri ve kent planlaması arasında somut örnekler ve de belgelerle bağlantı kuruyor, bir toplumun oyuncağa bakış açısının meydanlarının planlanmasında kendini ele verdiğini anlatıyorum. Bununla da kalmıyor, bebek evi kültürüyle otomobil tasarımlarının da ortak yönünü gözler önüne seriyorum. 

Şehrin ziyaretçileri

İstanbul’dan yolu geçen ne çok ünlü isim olmuş ve biz öykülerini ne kadar az biliyoruz! Kitapta bu hikâyelere de yer veriyorsunuz sizce neden İstanbul’u ziyaretçilerini odağına alarak dünyaya anlatamıyoruz?  Her biri kendi alanında uzman, gerçekten çok değerli bilim insanlarıyla Üsküdar’dan Harem’e kadar uzanan sahil yolunda konuşa konuşa, yeni bir çevre düzenlemesi hakkında görüşlerimizi dile getirerek yürümüştük. Ortaya çok güzel ve çok değerli görüşler atılmıştı ama dikkat ettim, hiç kimse Jules Verne’den söz etmemişti! Oysa dünyaca ünlü Fransız yazarın İnatçı Keraban adlı eserinin kahramanı olan kent İstanbul’dur ve sayfaları arasında Salacak kıyısından Tophane’ye gerilen ip üstünde yürüyen bir cambaz vardır. Masal dediğimizde akıllara gelen dünyaca ünlü yazar hiç şüphesiz ki Hans Christian Andersen’dir. Andersen doğu seyahatinde İstanbul’a gelmiş ve insanların dürüstlüğüne hayran kalmıştır. Kartal’da kurduğum Masal Müzesi’nde, bir zamanlar İstanbul mahallelerinde masal kitapları satan küçük kitapçı dükkanlarından birini canlandırdık. Dikkatli bakın, o mahalle kitapçısında heykeli olan adam Andersen’dir. Bunu yaparak, hiç değilse ünlü yazara hepimiz adına bir teşekkür sundum. Bunun gibi daha pek çok öykü anlatabilirim size. Sadece İstanbul değil, Mark Twain’in İzmir’de aradığı Nuh’un Gemisi’nden ya da Çaykovski’nin İstanbul’dan daha çok memnun ayrıldığı Trabzon’dan da söz edebilirim. Sahi, tüm dünyanın tanıdığı böylesine ünlü sanatçılarla neden biz kendimizi dünyaya anlatamıyoruz? Bu sorunun yanıtı kültür politikalarına yön verdiğini sananların yıllardır yetersizliği ve acizliğidir. Hep derim ya, büyük bir satranç oyununun içindeyiz, diye. Doğru hamle yapabilmek için taşların bilgisine hakim olmalı, o bilgiyi üretip yönetebilmeliyiz. Ne yazık ki satrancı bilmeyen, bu nedenle amacı taş yedirmeden taş yemek olan dama oyuncularına mahkum ediliyoruz. Gün gelir, bu satranç masasının başına otururuz elbet.

Futbol ve edebiyat hakkında çok yazan bir kaleci eskisi 

Futbola dair çok şey var  kitapta, futbol ile edebiyatın akrabalığı desem neler söylersiniz?  Futbol maçı iki kaleci arasında bir karşılaşmadır! Kalecileri severim çünkü 90 dakika sahada olup arkadaşlarına sırtını dönmeyen tek oyuncudur. Futbolu düz yazılarımda da şiirlerimde de bulabilirsiniz. Futbol ve edebiyat konusunda en çok yazı kaleme alan edebiyatçı ve kaleci eskisi olduğumu söylesem, yanlış olmaz. Futbolun edebiyat ile akrabalığı denildiğinde iki rakip kalecinin dayanışması gelir aklıma. Biri hatalı gol yediğinde öteki sevinmez! Kaleciler arasındaki bu dayanışmayı edebiyatçılar arasında göremezsiniz. Kaleci oynadığım yıllarda tribünlerden edilen küfürleri önemsemezdim. Çünkü bilirdim ki sahada olan benim. Bu kazanımın bir edebiyatçı olarak büyük yararını gördüm. Sosyal medyada rastladığım abuk sabuk yazılara aldırış etmiyorum, çünkü biliyorum ki onlar tribünde, ben ise sahada, oyunun içindeyim.