25 Nisan 2024, Perşembe Gazete Oksijen
Haber Giriş: 22.10.2021 04:30 | Son Güncelleme: 16.02.2022 15:17

“Savaştıran da barıştıran da aynı zehirle besleniyor”

Hakan Günday’ın sekiz yıldır sabırsızlıkla beklenen yeni romanı Zamir çıktı. Kahramanı bir dünya barışı vakfında çalışan Günday, Zamir’de yine düşündürücü sorular soruyor. İnsan nasıl barışır?
“Savaştıran da barıştıran da aynı zehirle besleniyor”
Sekiz yıl önce yazdığı ve sinemaya da başarılı bir şekilde uyarlanan Daha adlı romanıyla Fransa’nın saygın edebiyat ödüllerinden olan Médicis’in 2015 En İyi Yabancı Roman Ödülü’ne layık görülen Hakan Günday, sessizliğini Zamir (Doğan Kitap) ile bozuyor. “Demek ki bu evrende her şey bir şarapnel” cümlesiyle açılıyor, Hakan Günday’ın yeni romanı Zamir. Altı günlükken bir mülteci kampında yüzü parçalanan Zamir’in bize kurduğu ilk cümle bu. Romanın son cümlesinin içinde de yine şarapnel var. Her ne kadar roman boyunca arada “Neden o kampta ölmedim? Neden hayatta kaldım?” diye sorsa da yanıtı yine kendi veriyor: “Çünkü ben dünyayı değiştirecektim.” Gerisini ülkeleri birbiriyle barıştırmaya çalışan Zamir’in hikâyesinde tabii ama önce Hakan Günday’dan dinleyin Zamir’i…  Yıllar önce “Ben, hayatın neresi aksıyorsa o bölgeyle ilgileniyorum, orayı yazıyorum” demişsiniz. Zamir’de ise şunu gördüm: Dünya aksıyor zaten. Sizi buraya ne götürdü? İnsanın doğasında olan ve son derece kolay bir şekilde girişebildiği bir eylem var, o da çatışma. İnsan buna çok kolay girebiliyor ve kendini rahat bir şekilde bir çatışmanın içinde bulabiliyor. Gündelik hayatın bir parçası gibi, kimliğini tanımlayan bir şeymiş gibi. Orada bir çelişki yok, beni ilgilendiren kısım ise bu çatışmanın nasıl sonlandırılabileceği. Yani “insan nasıl barışır, hangi şartlarda barışır?” sorusundan yola çıkıp diğer alanlarını incelemekti sorunum. Bu soruyu incelemek için buna göre bir hikâye anlatmam gerekti. Bana öyle bir karakter gerekiyordu ki işi insanları barıştırmak olsun ya da en azından kâğıt üstünde öyle dursun. Beni ilgilendiren senin de dediğin gibi dünyanın aksayan şu tarafıydı: O da sürekli bir çatışmanın varlığı, var olması ve bu o kadar kanıksadığımız bir şey ki dünya üzerinde birtakım çatışmaların olması artık üzerinde düşünülmeyen bir konu. Dünya savaşlarının numaraları var düşünsene ama benim ilgilendiğim kısım bu işin nasıl bitirilebileceğine dairdi.

İşi ‘barışmak’ olan bir kurbanın çatışması

Barıştırmak ya da çatışmayı bitirmek ama tabii nasıl? Bunun içine affetmek de giriyor, empati de giriyor ancak bunları kullanarak mı insan barışıyor yoksa barışmak zorunda olduğu için mi? Bu soruları sormak için yazdım Zamir’i. Savaşta, bir kampta altı günlükken bombalarla yüzü parçalanan bir çocuk Zamir. Onu yazarken, hikâyeyi kurarken, hikâyesinin peşine düşerken nasıl bir karakter olarak hayalini kurmuştunuz? Eğer barışla ilgili sorular sorulacaksa işi barışmak olan biri olmalıydı bu romanda diye düşündüm. İstedim ki bu karakter durdurmaya çalıştığı çatışmaların bir kurbanı olsun ve onu kurban yapan bu saldırıyı hayatının ilk günlerinde yaşamış olsun. Böyle olsun ki bu işte tarafsız olamasın. Soğuk, serinkanlı bir şekilde bakamasın istedim. Tutkulu olsun istedim, idealist olsun istedim, henüz bebekken kendisine zarar vermiş o savaşın, çatışmanın bir an önce sonlanması için elinden gelen her şeyi yapabilecek güçte olsun. Ancak belki böylesine büyük bir istekle dünyanın kanıksadığı çatışma denen şeyi idealize edebilirdi. Ve Zamir’in hayatı bir trajedi ile başladı.   Bütün bu idealizmle birlikte öfkeli biri mi Zamir? Kesinlikle. Zaten romanda sormaya çalıştığım sorulardan biri tam da senin sorduğun gibi kişinin görevi eğer çatışan tarafları barıştırmaksa bunu yaparken kullandığı araçların bir önemi var mı? Eğer bu araçlar zehirli araçlarsa, örneğin yasa dışı herhangi bir araçsa acaba bu araçlar onu kullanan kişiyi de zehirlemeye başlar mı? Ve birden kendini barıştırmaya çalıştığın tarafların herhangi birinden farksız görebilir misin? Kendini o dünyanın bir parçası olarak bulur musun? Zamir’de tamamen öfkeyle dolu, çaresizlik ve çelişkilerle dolu bir karakterle karşı karşıyayız. Çünkü dünya ne kadar karmaşıksa onun iç dünyası da o kadar karmaşık. Dünyanın en eski barış örgütü 1891’de kurulmuş, birçok barış kurumu, vakfı var. Zamir’de de “Birinci Dünya Barışı Vakfı” var. Sürekli savaşan bir dünyada var olan barış örgütleri ne anlama geliyor? Aslında o kurumlar da birer semptom. Onlar sonuç, gerekçe değil. O dünya barışı için çalışan kurumların var olmasının sebebi işlemeyen her şey. Dolayısıyla Zamir’in herhangi bir kurumu gördüğü zaman ilk düşündüğü şey şu: Demek ki bitmeyen bir savaş var. Daha doğrusu bir savaş biter ikincisi başlar ki onlar da çadır değil kurum kurmuşlar, demek devam edecek. Hayır kurumu için de düşündüğümüzde, demek ki düzenli ve sürekli bir yoksulluk hali var bu dünyada. Bunu gördüğün zaman eğer sen o kurumlara yakınsan hayat gereği aslında öfke direkt onlara yöneliyor. Öfke onlara yöneldikçe eleştirel bakış başlıyor, eleştirel bakış başlayınca o kurumların da aksayan yönlerini görmeye başlıyorsun. Savaşı çıkaran da barışı getirmeye çalışan da aynı zehirle besleniyor. Zamir’in dünyasından baktığımızda görüyoruz ki savaş da bir ürün, barış da bir ürün. A kişisi savaşı, B kişisi de barışı pazarlıyor. 

Yanan bir evde neyi kurtaracağını bulmak

Zamir sizce politik bir roman mı? Her roman gibi ama bana sorarsan yanan bir evde neyi kurtaracağını bulmaya çalışan birinin hikâyesi. Ev yanıyor, neyi ya da kimi kurtarsam diye çelişkiler içinde evin içinde dört dönen birinin hikâyesi… Umutlu mu peki Zamir? Altı günlük bir bebekken kurban olması durumuna dönersek oradan başlayan idealizme geçersek her ne kadar çok öfkeli bir çocukluk geçirmiş olsa da bence mutlaka içinde bir yerlerde umut var. Belki de bazen mantığın dışına çıkmasına neden olan şey umut. Umut olmasa bir sorun olmayacak, gerçeği kabullenecek ve diyecek ki durum bu.  ‘Nefret pornosu’ var romanda. Sokağa çıkıp gördüğü ilk yabancıya saldıramayacak ama bunun hayalini kuran insanlara fantezi satıyorlar ve çok da başarılı. Bu başarının sırrı da dünyadaki nefret suçu trendi. Çok acayip, ürkütücü geldi bana.  İnsanın derin ve kendisine benzemeyene karşı hissettiği öfkenin ki bana sorarsan korku kaynaklı bir öfkedir o, bunun artık bir fetiş noktasına çıktığı bir an var. Artık karşıdakinin adının, yeteneklerinin, kim olduğunun hiçbir önemi yok ve sizin nefretle baktığınız kimlik hangisiyse siz ona takılıp bir nefret objesi haline getirebiliyorsunuz. Ve sonrasında da o bir nesneye dönüşüyor. Bununla bir de böylesine saldırgan bir cinselliği aslında birleştirip, bunu bir gösteriye, bir cezalandırma aracına dönüştürmek, pornografiyi bu şekilde kullanmak tam da Zamir’in dünyasında insanların en kısa yoldan nefretlerini dile getirdikleri veya nefretlerini besleyebildikleri gösterilere dönüşüyor.  Bir gösteri yani nefret pornosu. İzleyince rahatlıyor… Bu erkeksi dünyada tam da Zamir’in içinde kaybolup gittiği o evrende karşılaştığı bir kara gösteri. O kimliği nesne olarak görmek ve cezalandırmak, onu kırmak, parçalamak en azından bunun gösterisini izlemek ve sonrasında da rahatlamak. Senden farklı olanları 20 dakikalık bir gösteriyi izleyerek yok ettin. Sadece televizyonu açtığı zaman dünyada onun gördüğü şey, o nefret pornosu, aslında akşam haberleri veya reklamlar. Artık sana gösteri olarak ne sunuluyorsa… Sanat işte bu. Eğer savaş artık numaralandırılacak kadar sıradanlaşmışsa sanatı da bu.  Zamir’den ne kalsın okurunuza? İsmi kalsın. Ben, sen, o...

“Yazıyla ilişkim”

Son sekiz yıl nasıl geçti? Yazmanın bambaşka yollarını denemekle geçti. 16 yıl içinde sekiz roman yazmıştım, iki senede bir çıkmışlardı, onların yorgunluğunu atmakla geçti. Bir süre sonra ister istemez belki yazının verebileceği başka armağanları aramakla, yazının açtığı başka kapıları açmayı denemekle geçti. Dolayısıyla bir durup yazıyla aramdaki ilişkiyi yeniden düşünmekle geçti. Bu işe çok erken başlamış biri olarak yazının benim için ne anlama geldiğini, ne ifade ettiğini, yazarak düşünmenin üzerimdeki etkisini bir durunca anladım. Meğer buna ihtiyacım varmış.  Yazıyla biraz daha serinkanlı bir ilişkim olmasını tercih eder hale geldim. Anlattığım konu her ne ise olabildiğince farklı açılardan bakabilmeyi, olabildiğince yazıyı zorlamayı, yazı sayesinde daha derine inmeyi yahut daha yükseğe çıkmayı tercih eder hale geldim. Mesela bu kez ilk defa kısa aralar vererek yazdım bu romanı. Normalde başlar ve bitirirdim. Durup düşünmek istedim. 

Tehlikeli deneyler

Google’a adınızı yazdığımda en çok arananlarda “Zamir ne zaman çıkıyor?” sonucu görüntüleniyor. Sekiz yıl sonra okurun beklentisi size ne yüklüyor yazarken?  Yazdığım işlerle o kadar uğraşmak durumunda kalıyorum ki sonuç istediğim gibi olur, olmaz, hangi oranda olur inan hiçbir fikrim yok. Ama o resmi yapmak için o kadar çok vakit harcıyorum ki, o arada onu herhangi birinin okuyacağı aklıma gelmiyor. Tüm süreç bittikten altı ay sonra belki hissediyorum. Kitaba yeniden baktığımda bir sürü hata görüyorum. Bütün kitaplarımla ilişkim bu. Söylediğin yük en azından yazarken olmuyor, sadece yazıyla bir deney yapmaya çalışıyorsun. Yazıyı ciddiye aldığım için de onunla yapılan bütün deneyler tehlikeli oluyor. Ben ilk romanımdan sonra şunu anladım: Hiçbir zaman istediğim kitabı yazamayacağım. Çünkü o kadar iyi, tam da yapmak istediğim biçimde o resmi yapamayacağımı fark ettim. Daima kusurlu olacağımı anladım. Ama aklından şu hiç çıkmıyor: ‘Başka bir şey de yazabilirdim. Belki gelecek sefer onu yapabilirim.’  Zamir/ Hakan Günday/ Doğan Kitap/ Roman/ 368 Sayfa