Ankara’da yaşayıp da faresinin imleci Lavarla’ya değmemiş biri var mıdır, bilmiyorum. Bizi kentin kültür-sanat ortamıyla hemhal eden bu site sayesinde tanıştığım bir yazarla sizi de tanıştırmak isterim: Can Öktemer. Ankara flanörümüz Öktemer’in yazılarını keyifle takip ederken, Everest Yayınları’ndan ilk romanını çıkardığını görünce çok heyecanlanıp hemen çaldım kapısını. Hayat, Evren ve Sezen Hakkında’yı elime alır almaz da boşa heyecanlanmadığımı anladım, çünkü arka kapakta şu cümle selamladı beni: “Ankara’daysanız hep uğurlayan taraftasınızdır…” Hayat, Evren ve Sezen Hakkında’da bizi bekleyen, otuzlu yaşlarının ortalarına yaklaşan bir karakter var, ismi Cem. Sıkıcı bir karakter Cem, hayatı renksiz, sıradan. Ama satırlar arasında bize bütün Ankara’yı gezdiriyor; Kızılay’dan Kurtuluş’a, Tunalı Hilmi’den Bahçelievler’e, Seymenler’den Botanik’e yürüyor da yürüyor. Müzikler de eşlik ediyor bu yürüyüşlere, mekanlar da insanlar da… Yani Ankara’yı Ankara yapan her şeye rastlamak mümkün bu romanda. Cem’e dönecek olursam, hayatı renksiz dedim ama o kadar da değil, Sezen gelince her şey değişiyor. Gelecek belirsiz olsa da, özgürlük ve aidiyet arasında savaşlar çıksa da Sezen umut ışığını yakmayı başarıyor. Hayatın tam içinden bir roman Hayat, Evren ve Sezen Hakkında. İçinde büyük olaylar değil büyük duygular var, bir roman kahramanı gibi başköşeye kurulmuş bir Ankara var.
Can Öktemer’le ilk romanını, Ankara’yı ve elbette Sezen’i konuştuk.
Kitabın ismini Hayat Evren ve Sezen Hakkında koymuşsunuz ama bence bu roman en çok Ankara hakkında. Buradan başlayalım ister misiniz? Ankara nasıl oldu da bir roman kahramanı gibi gelip yerleşti ilk romanınıza? Nasıl ortaya çıktı bu hikâye?
Bundan yaklaşık sekiz sene evvel herhangi bir amaç gütmeden şehrin içinde turluyor, o sırada aklıma gelen bazı küçük notları, izlenimleri bir yere yazıyor, beğendiklerimi de o zamanki adıyla Twitter’da paylaşıyordum. Hakan Kaynar, bu yazdıklarımı görüp, bana bir email gönderdi. "Sen yürümeyi seviyorsun, bunun hakkında bir şeyler yazsana” diye. O yıllarda bir yerlere bir şeyler yazıyordum ama bunlar genellikle filmler ve kitaplar üzerineydi. Böyle bir metin yazma fikri beni ilk başta korkuttu, sonra kendi kendimi ikna edip Kurtuluş’tan Kızılay’a kadar yürüyüp, o hat boyunca gördüklerimi kendimce anlattım. Hakan Hoca’ya gönderdim. O da Lavarla’ya iletti. Böylelikle ilk yürüyüş yazısı yayımlanmış oldu. Yıllar içerisinde Lavarla’daki yürüyüş yazıları ve rotaları genişledi. (Lavarla’daki editörüm Seren Erciyas’ın katkılarını da unutamam elbette.) Yedi yılın sonunda elimdeki bu metinlerle ilgili neler yapabilirim diye düşünmeye başladım. Kitap fikri de o dönemde geldi. O yıllarda yazdığım metinler kurgusal olmayan deneme türüne yakın, Ankara’nın yakın tarihine, mekân ve hafıza ilişkisi odaklı bir tarzdaydı. Elimdeki yazılar birikmeye başladıkça bu metinlerden kurgusal bir hikâye çıkar mı diye düşünmeye başladım. Ankara’nın mekânsal olarak baş döndürücü ve sert değişimiyle 35 yaşına girmiş, hayatının muhasebesini tutmaya başlayan bir karakterin öyküsünü paralel olarak anlatacağım bir hikâye belirdi zihnimde. Biraz aylaklık, (Günümüz sert ekonomik koşulları içerisinde sınıfsal bir ayrıcalık olduğunu vurgulayarak) biraz boş zaman, geleceğin tedirgin ediciliği ve ikili ilişkilerin merkezde olduğu Hayat, Evren ve Sezen Hakkında böyle ortaya çıktı diyebilirim.
“Karakterimle aynı hayatları benzer şartlarda yaşıyoruz”
Romanda Kurtuluş’tan Kızılay’a, Kızılay’dan Tunalı’ya, oradan Emek’e, Bahçelievler’e sürekli yürüyen bir adam var, ismi Cem. Sizin flanörlüğünüzü de Ankara’da okur-yazar olup da bilmeyen yoktur herhalde. Bu başkarakter sizden ve sizin kentle olan ilişkinizden nasıl beslendi?
Cem karakteri ve benim aramda bir takım benzerlikle var hiç şüphesiz. İkimiz de aynı hayatları benzer şartlarda yaşıyoruz. Lakin bu kitap doğrudan otobiyografik ögeler taşımıyor kuşkusuz. Hikâyenin büyük bir kısmı gerçek olduğu kadar kurgu. Dolayısıyla Cem ve benim aramızda az da olsa farklılıklar var. Mesela ben Cem kadar kafamda kelime baloncuklarıyla dolaşmıyorum. Bu çok yorucu bir hayat olurdu benim için, kentin içinde dolaşırken kendimi o anki akışa kolay bırakabiliyorum; gördüğüm kadarıyla o bu konuda pek mahir değil. Hep sorular soruyor, sorguluyor ve yaşadıklarını bir şekilde kendi hayatına bağlıyor. Kentle ilişki meselesine gelince Cem’in şehri turları içerisinde yaşadığı huzursuzluklar ve kayıp zaman içerisindeymiş gibi hissetmesini ben de taşıyorum. Ankara’yı artık asla bir gün önce bıraktığım gibi bulamıyorum. Her yer hafriyat, toz ve inşaat halinde. İnsanın bir yerde geçirdiği uzun zamanı ve hafızasını sürekli kılacak olan şeyler bellek mekanlarıdır. Onları kaybedersek sadece bir binayı değil anılarımızı da kaybederiz. 20 yıllık arkadaşlarımla ne zaman otursak geçmişten bahsediyoruz. Bu bir yerde normal çünkü yaşlanıyoruz ve giderek sıkıcı hale geliyoruz. Bu hayatın doğal akışı lakin hatıralarımızı geri çağıracağımız mekanları kaybedersek sadece geçmişte değil zamanın bir yerinde kaybolmuş gibi hissederiz. Bunun bize geri dönüşü de melankoli olur. Bana kalırsa sadece sevdiğinizin ve dostlarınız yanında evinizde hissedersiniz. Sıkıntı bavul gibidir. Onu her yere taşırsınız. Manzaralar aldatıcı olabilir ama iyi bir muhabbet, rahatsız olmayacağınız laf arası sessizlikleri sizlere hakiki bir gerçeklik sunabilir. Memleketin son yıllardaki sert savruluşları, zorluklarını herkes gibi ben de yaşıyorum. Bu hissiyat “ev” kavramı üzerine yeniden düşünmeme neden oldu. Etrafımdaki önemli bir çoğunluk başka bir yerde yaşam üzerine planlar ve hayaller kuruyor. Bu şartlarda ev nedir cidden? Ankara benim doğduğum, yaşadığım yer ama evim gibi hissetmiyorsam ne olacak? Bunlar herkes için yanıtlaması zor sorular. Bana soracak olursanız, kitapta Cem nasıl Sezen’le eve dönerken orayı ayrı bir yurt gibi görüp, huzur dolu oluyorsa benim de “eve” dair hissiyatım onunla aynı. Umarım bundan sonra şehrin içinde huzursuz olmadan gezebileceğimiz ve İthaka’ya dönüş bileti aramayacağımız bir ülke içinde yaşarız.
Hikâyenin içine girecek olursak, 30’lu yaşlarında, hayatı çok sıkıcı bir adam var karşımızda. Eğitim, arkadaşlar derken görüyoruz ki hiçbir şey mutlu olmasına yetmiyor. Ve bir gün Sezen çıkıp geliyor beklenmedik bir mekânda. Sizce aşk tam olarak ne yapıyor Cem’in hikayesine? Ona ne getiriyor, ondan neler götürüyor?
35 yaş insan için kritik bir dönemeci imliyor bana kalırsa. Geçmişin pişmanlıkları bir alacaklı gibi kapınızın önünde birikebiliyor. Cem’in de 35 yaşın sert virajında mesleği, hayatı, yalnızlığı ve geleceğiyle ilgili derin kaygıları var. Sürekli hayatının geçmiş döneminin “Z” raporunu çıkarıyor. “Keşkeler,” “pişmanlıklar” alacaklı gibi her gün kapısına dayanıyor. Tüm bu manasızlığa bir anlam katacak Sezen’le karşılaştığında gelecek bir ihtimal olabiliyor bu sefer. Sezen’e duyduğu aşk sayesinde şehir anlam kazanıyor, hayatıyla ilgili bir mana ortaya çıkıyor ve daha da önemlisi “eve” dönmenin huzurunu yakalıyor Sezen sayesinde. Bunlar bazen çok şey demek. Hem zaten bazen her şey sadece anını bekliyor. Ufak bir karşılaşma bile değerli olabiliyor. Bir laf arası sessizliğinde, gülerken küçülen ela gözlerde, rüzgârdan uçuşan saçlarda tüm zaman unutulabiliyor. Cem için de Sezen tam da bu hissiyatı yansıtıyor. Çünkü eve dönmek hâlâ güzel. Cem ve Sezen arasında epik bir aşk hikayesi yok, üstelik birbirleriyle o kadar da dengeli karakterlere de sahip değiller ama birlikteler, buradan bir hikâye yaratabilmişler. Esas sihir de burada başlıyor bence.
“Müzik benim hayatımın tam ortasında duruyor”
Bir Ankaralı olarak sayfalar arasında nasıl bir keyifle gezindiğimi tahmin edersiniz. Çünkü –bilmeyenler için söyleyeyim- Ankara’yı bizim için güzel ve vazgeçilmez yapan şey şehrin sokakları, mekanları ve insanlarıdır. Cem’in roman boyu gezdiği mekanları, hatta dinlediği müzikleri anlatır mısınız biraz? Muhtemelen yüzlerce kez gittiğiniz Seymenler’e, Kıtır’a, 8. Cadde’ye karakterinizi götürürken nasıl hissettiniz?
Müzik benim hayatımın tam ortasında duruyor. Günün önemli bir zamanını müzik dinlemeye ayırıyorum. Yürürken özellikle müzik dinlemeyi çok seviyorum. Cem’in de kitap boyunca yaptığı yürüyüşlere müzik bir şekilde eşlik etsin istedim. Romanda karşımıza çıkan müzikler karakterin ruh halini betimlediği kadar mekânın ruhunu da çağırıyor bana kalırsa. Müziklerin Ankara’yı hiç bilmeyenler için bir rehber niteliği de taşıyor bence. Örneğin Kıtır’da çalan, gurme rock severlerin dinlediği Gun’s & Roses, AC/DC gibi grupların parçaları oranın tarihi, ruhu ve atmosferi adına çok şey söylüyor. Cem de bu grupları dinlemekten hoşlandığı için sık sık Kıtır’a gidiyor. Seymenler, Kıtır veya 8. Cadde’de karakteri yürütürken biraz kendimden yola çıktım, orada değişimleri, etraftaki sesleri, müzikleri yeniden tahayyül ettim. Kendimden, 20’li yaşlarımdan ne kaldığı üzerine kafa yordum biraz. Seymenler Parkı’nın her kafadan ses çıkan atmosferini, 8. Cadde’nin “Ne dediğin anlaşılmıyor?” kalabalığını Cem’in dünyası üzerinden anlatmaya çalıştım. Bunların haricinde kitapta bir yan karakter gibi ortaya çıkan Leonard Cohen’i de Kahramanın Sonsuz Yolculuğu’nda kahramana akıl veren bilge karakterler gibi kurguladım. Cohen’in ruhani yol göstericiliğinin Cem’in hayat virajlarından sağ salim çıkabilmesine yardım edebileceğini düşündüm. Cem’in de tıpkı benim gibi müzikle yakın ilişkide olmasını, bazı sevmediği müzikler konusunda acımasız ahkamlarda bulunmasını istedim. Radiohead’ten hoşlanmamasını, biri laf etti diye kavga edece kadar sevdiği Ortaçgil’i ve müziğini de karakterin dünyasına dair ipucu verebilir diye ekledim. Kitapta çalan müzikler Cem’i sadece klip tadında yürütmüyor, aynı zamanda o anki ruh halini de betimliyor bence.
“Kitabın yazılış nedeni ve süreci hayatımda çok özel bir yerde duruyor”
Böyle soru olur mu, demeyin çünkü nedense içimden bir his ilginç bir cevabı olacağını söylüyor. Neden Sezen? Kitabın arka kapağını okuyana kadar acaba bir Sezen Aksu göndermesi mi var diye düşündüğümü itiraf edeyim ama hiç ilgisi yokmuş. Var mı Sezen’in bir hikayesi?
Bu soruyu yanıtlaması biraz zor benim için. Kitabın yazılış nedeni ve süreci hayatımda çok özel bir yerde duruyor. Bu konuda ne söylesem eksik kalacak diye korkuyorum. Sezen’in insanların aklına doğrudan Sezen Aksu’yu getireceğini önceden tahmin ediyordum ama biraz kişisel sebeplerden ötürü böyle olması gerekti. Hayat, Evren ve Sezen Hakkında birisi için yazıldı; ilhamımı ondan aldım, her satırı onu düşünerek yazdım. Ona dair cümleler böyle anlam kazandı. Bu roman, yüksek desibelli bir duygu durumunun yansımasıdır. Bu yüzden kişisel tarihimde her zaman çok özel bir yerde duracak.
O zaman bu duygusal mevzudan çıkıp hemen başka bir konuya geleyim. Yukarıda da dediğim gibi ben sizi flanör Can Öktemer olarak, Lavarla yazılarınızdan tanıyorum. Bu yürüyüşler esnasında yaşanan ilginç olaylar oldu mu? Sizi en çok etkileyen, ilham veren, yazmaya daha çok teşvik eden?
Yürüyüşlerde tuhaf ve ilginç olaylarla karşılaştım. En ilginçlerinden biri -kitapta da yer verdim- genç bir çocuğun beni yolda çevirip “Yanlış anlamazsanız selfie çekebilir miyiz?” sorusu olmuştu. Soru o kadar tuhaftı ki, birkaç saniye bir şey diyemedim. Bir yerlerde bir rezillik yaşandı ve kötü şans eseri meşhur olduğum, diye düşünürken devam etti: “Arkadaşlarım benim yalnız olduğumu düşünüyor. Sizinle fotoğrafımı görürlerse böyle düşünmeyecekler,” minvalinde bir şeyler söyledi. Olmaz falan deyince de bozulup yoldan başkalarını çevirip, aynı soruyu sormuştu. Gündelik hayat içinde bana ilham veren çok sayıda şey oluyor elbette. Sıradan, önemsiz sayılabilecek küçücük detaylar, olaylar veya bir bina, bir müzik bir başlangıca dönüşebiliyor. Yürümenin en güzel yanı böylesine tesadüflere açık hale gelmesi.
Roman kahramanımız da iyi bir flanör olduğu için ben sizi bulmuşken elbette bir Ankara yürüyüş rotası isteyeceğim. Şehrin ana damarlarını görüp ruhunu hissedeyim, diyen biri sizce nasıl bir rota çizsin kendine?
Giderek şehir mitine ve klişeye dönüşen Kurtuluş – Kızılay rotası iyi bir başlangıç noktası olabilir. Hem Ankara’nın farklı tarih aralığını aynı rotada deneyimlemek hem de o uzun hat boyunca kafadaki sorulara yanıt bulabilecekleri için Kurtuluş- Kızılay derim. Ulus, özellikle Anafartalar civarında gezinmek, bazen kaybolmak da iyi bir deneyim olabilir. Ankara’nın esas ruhunun oralarda olduğunu düşünüyorum. Bahar aylarında Kızılay’dan Tunalı’ya yürüyüp, akşam sarhoş olup sallana sallana geri dönmek de güzel olur. Bahçelievler, Aksoy Caddesi ve etrafındaki ağaçlarla örülü sokakları da her mevsim dolaşabilirler. Elbette Ankara buradan ibaret değil. Başka rotalarda da keyif alınabilir ama bu dediğim yerler kentin merkezi. Dolayısıyla geçmişiyle, hikayeleriyle keşfedilmeyi bekliyor hâlâ. Bir şehirle bağ kurmanın en iyi yolu sokaklarında kaybolmak bence. O keşiften çıkan rota da en iyi rotadır bana kalırsa.
“Ankara’yı en çok Barış Bıçakçı’nın kaleminden okumayı seviyorum”
Son olarak şunu eklemeliyim ki Ankara edebiyatçılarının ruhunu her zaman çok farklı ve özgün buluyorum. Yeni bir Ankara yazarımız olduğu için de çok mutluyum. Sizin okuma skalanız nasıldır? Ankara’yı kimlerin kaleminden okumayı seversiniz?
Öncelikle çok teşekkür ederim, sağ olun. Dikkat dağınıklığı çağında elimden geldiğince sık okumaya çalışıyorum. Roman ve deneme ağırlıklı bir okuma skalam var. Bazen bazı yazarlara kafayı takıp yazdıkları alışveriş listelerine varana kadar okuyorum. Ankara’yı en çok Barış Bıçakçı’nın kaleminden okumayı seviyorum. Onun benin kuşağımdaki yeri çok ayrı. Barış Bıçakçı sayesinde benim gibi birçok insan Ankara’yla yeniden sıkı bir bağ kurdu. Şehrin romantize etmeden de sevilebileceğini, edebiyatın bir konusu olabileceğini gösterdi. Bu önemli bir kırılmaydı bence. Bıçakçı haricinde, Nahit Sırrı gibi Ankara’ya dışarıdan bakanlara, Sevgi Soysal, Adalet Ağaoğlu gibi politik mercek tutanlara, Hüseyin Kıyar gibi şahane hikâyeler anlatanlara da hayranım. Ve elbette Akif Kurtuluş’un kitaplarını da unutmayalım. Şiirlerinde, romanlarında, denemelerinde anlattığı Ankara portresi her daim çok özel.
Hayat, Evren ve Sezen Hakkında / Can Öktemer / Everest Yayınları / Roman / 190 Sayfa