Roger Cohen / New York Times
Roxana Saberi, kendini yeniden İran’daki parmaklıklar ardında hissetti. İsrail’in İran’ın siyasi baskısının merkezi olan meşhur Evin hapishanesini bombaladığını izlerken, 2009’daki 100 günlük tutukluluğu boyunca yaşadığı tecrit, bitmek bilmeyen sorgular, uydurma casusluk suçlamaları ve göstermelik yargılamalara dair anılarla ürperdi.
Yurt dışındaki ve ülke içindeki birçok İranlı gibi Saberi de tereddüt içindeydi; ülkenin muazzam potansiyelini özgür bırakacak bir rejim çöküşü hayaliyle, artan sivil ölümler arasında ailesi ve arkadaşları için duyduğu endişe arasında gidip geliyordu. Özgürlük özlemi ile ateşkes dileği birbiriyle yarışıyordu.
“Bir anlığına İran’ı hayatımda bir kez daha görebileceğimi hayal ettim” diyen 48 yaşındaki Saberi, çifte İran ve Amerikan vatandaşı olan ve gazetecilik kariyerine ara vermiş bir yazar. Saberi “Ayrıca İslam Cumhuriyeti’nin gerçek casusları yakalayamazken onlarca yıldır binlerce kadın hakları savunucusunu, muhalifi ve başkasını casuslukla suçlamasının ne kadar saçma olduğunu düşündüm” dedi.
Bu casuslar, ağırlıklı olarak İsrail’in dış istihbarat servisi Mossad’a mensuptu ve İran’ın en üst düzey siyasi ve askeri kademelerine sızmışlardı. Şimdi sorulması gereken, ekonomik olarak zor durumda olan sarsılmış bir İslam Cumhuriyeti’nin, ılımlı Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan’ın “değişim için altın fırsat” olarak tanımladığı bu durumla ne yapacağı. Bu an aynı zamanda, ABD’nin kısa süreliğine katıldığı 12 günlük İsrail-İran savaşının getirdiği aşırı, hatta varoluşsal bir risk anıydı.
Askerî operasyonlar, uranyum zenginleştirmeyi İran’ın ulusal gururunun simgesi hâline getiren dinî otokrasiyi yerinden etmeye yaklaşmıştı ama İran’ın 86 yaşındaki dini lideri Ayetullah Ali Hamaney’i öldürmeye varmamıştı. 46 yıllık İslam Cumhuriyeti ayakta kalmaya devam ediyor.

Bu durum, Lübnan’dan Yemen’e kadar Batı karşıtı vekil güçlere büyük maliyetlerle fon sağlayarak oluşturduğu “direniş ekseni”nin çökmesine, bomba yağmuruna tutulan aşırı pahalı nükleer tesislerine ve düşmanlarına İran semalarını teslim etmenin verdiği aşağılanmaya rağmen geçerli.
Yine de, 1979’da zafer kazanmış Batı karşıtı teokratik devrimin koruyucusu olan Hamaney kendisini kazanan olarak görüyor. Perşembe günü gizli bir yerden yayımlanan video mesajında Hamaney, ölümüne dair söylentilere son vererek “İslam Cumhuriyeti kazandı” dedi.
Bu, temkinle yürütülen bir hayatta kalma oyunu ve şu an, 36 yıllık iktidarının en büyük sınavıyla karşı karşıya.
Londra merkezli düşünce kuruluşu Chatham House’un Orta Doğu ve Kuzey Afrika programı direktörü Sanam Vakil “İran’ı ve Hamaney’i ve çevresindekileri anlamak, İslam Cumhuriyeti’nin hayatta kalmasının her zaman bir zafer olarak görüldüğünü anlamaktır” şeklinde konuştu.
Savaşın yarattığı krizi ele alma konusunda şimdiden gerilimler belirginleşti. Pezeşkiyan, Batı ile ilişkileri onaracak muhtemel bir nükleer anlaşma yoluyla, liberal bir dönüşümden yana görünüyor. Pezeşkiyan son günlerde “yönetişim anlayışlarını değiştirmek için bir fırsat”tan söz etti.
Ne demek istediği tam olarak net olmasa da, İran’daki birçok kişi seçilmiş kurumların güçlendirilmesini ve dini liderin yetkilerinin törpülenerek daha çok sembolik bir figüre dönüşmesini istiyor. Kadınların güçlendirildiği, genç neslin yaşlı din adamlarının kurduğu sistem altında ezilmediği bir İslam Cumhuriyeti hayal ediliyor.
Hamaney ve İran Dışişleri Bakanı nükleer tesisler konusunda ayrıştı
Hamaney, İsrail ve ABD’nin nükleer tesislere saldırısının “önemli bir şey başaramadığını” savundu. Ancak Dışişleri Bakanı Abbas Arakçı bu görüşü sorgular gibiydi; Perşembe günü yaptığı açıklamada ülkenin nükleer tesislerinin “önemli ve ciddi şekilde zarar gördüğünü” söyledi.
Sertlik yanlıları, her türlü bölünmeyi tehlike sinyali olarak görüyor. Onlara göre tavizler çöküşün habercisi. 1991’de, kuruluşundan 69 yıl sonra çöken Sovyetler Birliği ve sonrasında gelen “renkli devrimler”, Hamaney ve çevresini derinden etkiledi.
Nükleer anlaşmaya karşı bu nedenle şüpheci bir tutum sergiliyorlar ve İran’ın topraklarında uranyum zenginleştirme hakkını sürdürmesinde ısrar ediyorlar. Elbette bu, İsrail ve ABD için kabul edilemez bir durum. Aynı zamanda ülkenin en güçlü kurumu olan Devrim Muhafızları’nda da güçlü bir şekilde temsil ediliyorlar.
Vakil’in belirttiğine göre 150 bin ila 190 bin üyeye sahip olan Muhafızlar, ekonominin büyük bölümü üzerinde kontrole sahip ve hükümetin hayatta kalmasında derin bir çıkarları var. Onlar, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın geçen yılki düşüşü öncesinde eksik olan büyük kurumsal tamponu temsil ediyorlar.

Zaten, 2009’da büyük çaplı bir ayaklanma İslam Cumhuriyeti’ni tehdit ettiğinde olduğu gibi, İran yüzlerce tutuklama, en az üç idam ve Kürt bölgeleri başta olmak üzere huzursuz bölgelere Devrim Muhafızları ve Besiç milislerinin konuşlandırılmasıyla bir baskı süreci başlattı.
İranlılar bu filmi daha önce de gördü ve içinde bulundukları durumu sorguluyor. “Halk birçok yenilginin sorumlusunun kim olduğunu bilmek istiyor ama rejime karşı çıkacak bir lider yok” diyen Birleşik Arap Emirlikleri’nden tanınmış siyaset bilimci Abdulkhaleq Abdulla sözlerini şöyle sürdürdü: “Zayıf bir İslam Cumhuriyeti dört beş yıl daha dayanabilir”
Bu zayıflık derin görünüyor. Hamaney’in ilan ettiği “zafer”, İran’ın artık neredeyse sıfır caydırıcılığa sahip olduğu gerçeğini gizleyemiyor.
Washington’daki Brookings Enstitüsü’nde araştırmacı olan ve Hamaney’le görüşen az sayıdaki Amerikalıdan biri olan Jeffrey Feltman “Sanıyorum ki Hamaney şu anda sığınağında, nükleer program, füze programı ve silahlı vekil güçler gibi caydırıcılık unsurlarının yeniden nasıl inşa edileceğini düşünüyor olmalı, hepsi artık paramparça” şeklinde konuştu.
Hamaney’in selefi Ayetullah Ruhullah Humeyni, 1979’daki devrimle Batı’nın seküler ve yozlaşmış bir piyonu olarak görülen şahı devirerek iktidara geldiğinde özgürlük vaat etmişti. Ancak öyle olmadı. Demokrasi için mücadele edenlerle teokratik yönetimi savunanlar arasındaki gerilim hızla patlak verdi.

İslam Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı Ebulhasan Beni Sadr, din adamlarının yönetimini sorguladığı için yalnızca bir yıl sonra görevden alındı ve Fransa’ya kaçtı. Hükümet gücünü pekiştirirken binlerce kişi idam edildi.
1980’de Saddam Hüseyin’in Irak’ı İran’ı işgal edince devrim ülkesi savaşla yüzleşti. Savaş sekiz yıl sürdü, çoğu İran tarafında olmak üzere yaklaşık 500 bin kişi öldü. Sonunda Humeyni “zehir kadehini içti” ve savaşı sona erdirmeyi kabul etti.
Bu savaşı veren nesil — artık Batı’da büyük ölçüde unutulmuş olsa da — bugün İran’ın siyasi ve askerî elitinin çoğunu oluşturuyor. Bu insanlar, ABD’nin Irak’a verdiği askerî destek karşısında Amerikan hainliğine inanarak, İran’ın direncine güvenerek ve uğruna binlerce kişinin öldüğü devrime sadakatle bağlı kalarak bu savaştan çıktılar.
“Bu savaş, birçok durumda, paranoyak bir dünya görüşü ve mağduriyet hissini içselleştirdi” diyen Vakil şöyle devam etti: “Bu, özellikle Hamaney’i, çevresini ve ülkenin elitini dünyanın nasıl değiştiğini göremeyecek bir noktaya getirdi”
Tüm bunlar, “nezam” yani sistemi şekillendirdi. Artık tamamen kurumsallaşmış durumda. Değişim zorlaştı, çatışmalar kronikleşti. Devrimden bu yana geçen 40 yılı aşkın sürede İran’ın İslamî inancını inkâr etmeyen ama liberal değerlere olan ilgisini de reddetmeyen bir sistem arayışı devam etti.

Bazen bu gerilimler, 2009’da olduğu gibi şiddetli çatışmalara dönüştü. O yıl, Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ı yeniden iktidara getiren hileli olduğu düşünülen seçimi protesto etmek için 2 milyondan fazla insan sokaklara döküldü.
O seçim öncesinde milyonlarca insanın izlediği canlı TV tartışmaları ve Mir-Hüseyin Musevi’nin öncülük ettiği özgürlükçü Yeşil Hareket’in yükselişi görülmüştü. Ama seçimden sonra Devrim Muhafızları ve Besiç milislerinin göstericileri bastırmasıyla tüm bu umutlar yok oldu.
İslam Cumhuriyeti’nin iki yüzü — biri canlı ve özgürlükçü, diğeri sert ve kapalı — hiç bu kadar net biçimde arka arkaya görünmemişti.
Daha yakın dönemde, 2022’de, genç bir kadın olan Mahsa Amini’nin başörtüsü takmadığı gerekçesiyle ahlak polisi tarafından gözaltına alındıktan sonra hayatını kaybetmesi üzerine protestolar patladı. Bu hareket, yaşlı din adamlarının kadınlara nasıl giyinmeleri gerektiğini söylemesine duyulan derin öfkeyi yansıtıyordu ve beraberinde bazı değişiklikler getirdi. Artık daha fazla kadın başörtüsüz dolaşmaya başladı, uyarılar daha seyrek ve daha yumuşak hâle geldi.
Hükümetin baskı ve uyum yoluyla meydan okumaları bastırma kabiliyeti, güçlü hayatta kalma içgüdülerini gösteriyor ve halkın büyük çoğunluğunun rejime karşı olmasına rağmen dayanıklılığını değerlendirmeyi zorlaştırıyor.
Ayrıca, bir yüzyıl süren çalkantıların ardından İran halkının artık daha fazla kargaşa ve kan dökülmesinden bıkmış olması da önemli bir faktör.
“İran halkı dışlanmaktan bıktı ve bazıları savaşın değil, ateşkesin ardından daha fazla üzüldü” diyen BAE Federal Ulusal Konseyi’nin eski üyelerinden ve şimdi risk yönetimi danışmanlığı yapan Dherar Belhoul el-Falasi şu sözleri kaydetti: “Ama biz burada Körfez’de statükodan yanayız, istikrarı tercih ederiz”
İslam Cumhuriyeti’nin devrilmesi, Hamaney'e duyulan sevgi nedeniyle değil, huzur ve refahın devamını sağlamak adına, başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez ülkelerinden pek destek görmeyecek.
“Şimdilik rejime karşı birleşmiş bir güç görmüyorum” diyen Feltman, “Ama İsrail, İran’ın nükleer ya da balistik programlarını yeniden geliştirdiğini görürse tekrar saldıracaktır” şeklinde konuştu.
İran çıkmaz sokakta
Saberi’nin umutları, savaşın sürdüğü 12 gün boyunca, Kuzey Dakota’daki anne babasının evinde artıp azaldı. Sağduyusuna karşı gelerek, bu süre içinde İran pasaportunu çıkardı ve yenilemeyi düşündü.
Serbest bırakıldığından beri geçen 16 yılda İran’ı hiç ziyaret etmedi; çünkü geri dönmenin “tek yönlü bilet” olacağını biliyordu. Ama altı yıl yaşadığı İran’a, yani ikinci evine olan bağlılığı hâlâ güçlü.
“İran kalbimizde, kanımızda, dünyada onun gibi başka bir yer yok” diyen Saberi sözlerini şöyle noktaladı: “Rejim düşerse döner ve katkıda bulunuruz diyen birçok İranlı tanıyorum. Babam, 80’li yaşlarında, zamanını Farsça şiirleri tercüme ederek geçiriyor”
© 2025 The New York Times Company