Diane Keaton hiçbir zaman “gösterişli bir film yıldızı” gibi davranmadı. İkonik filmlerde rol aldı, kendi kuşağının en büyük yıldızlarıyla birlikte oldu ama buna rağmen Hollywood sisteminde geçirdiği yıllar boyunca hep kendine özgü, farklı, hatta meydan okuyan bir duruş sergiledi. Eksantrik ama ulaşılabilir, kendine has bir enerjisi vardı. Bu nedenle Woody Allen’dan Nancy Meyers’a kadar birçok isim için ilham kaynağı oldu.
İnsanlar genellikle onun alçakgönüllü ya da kendisiyle dalga geçmeyi seven biri olduğunu söyler, ama bu bir tercihten çok, derin bir güvensizliğin sonucu gibiydi. Keaton, kendini çirkin bulan, yeme bozukluklarıyla mücadele eden ve başarılarını hiçbir zaman yeterince takdir etmeyen biriydi. Ancak bütün bu duyguları, beş on yılı aşan kariyeri boyunca sahneye ve kameraya benzersiz bir biçimde yansıttı.
Keaton’un anılmaya değer sayısız filmi var; Woody Allen’la yaptığı tüm işbirlikleri başlı başına bir dönem oluşturuyor. Ayrıca nostaljik klasik “Father of the Bride”, dramatik rolleriyle öne çıkan “Marvin’s Room” ve “Shoot the Moon” gibi yapımlar da mevcut.
AP news Diane Keaton’un kariyerini şekillendiren 6 unutulmaz filmi önerdi:
The Godfather (1972)
Kay Adams, geleceğin Bayan Corleone’si, kolaylıkla silik bir karakter olabilirdi. Ancak Keaton, çıkış yaptığı bu rolde parladı ve ekranı, dikkat çekici partnerleriyle paylaşmasına rağmen, tamamen doldurdu. Kay, yüzeyde sıradan görünen ama gözlerinin arkasında çok daha fazlasını barındıran bir karakterdi. Özellikle filmin o ünlü son sahnesinde, kapı kapanırken yüzündeki ifade sinema tarihine kazındı.
Sosyal medyada bazen gerçekten değerli anlar yaşanabiliyor. 2023 yılında Francis Ford Coppola ile Keaton arasında Instagram’daki bir “bana her şeyi sor” etkinliğinde geçen kısa bir diyalog buna örnekti. Keaton, “Neden beni seçmiştin?” diye sordu. Coppola şu yanıtı verdi:
“Seni seçtim, çünkü daha ‘düz’ bir eşi oynayacak olsan da sende daha derin, daha komik ve çok ilginç bir şey vardı. (Haklıymışım.)”
Annie Hall (1977)
“La-dee-da, la-dee-da.” Nereden başlasak? “Annie Hall”, Keaton’un özünü en iyi yansıtan rolü. Onun tüm tuhaflıklarını, özgüvensizliğini, çekiciliğini ve enerjisini içinde barındırıyor. Chippewa Falls’tan gelen kravatlı WASP Annie Hall, Keaton’un kendi kimliğinden doğdu.
Woody Allen, Keaton’a “ne istersen giy” dediğinde, o da New York sokaklarındaki “havalı kadınlardan” ilham alarak kendi ikonik tarzını yarattı: haki pantolon, yelek, kravat… Şapkayı ise oyuncu Aurore Clement’ten aldı.
Keaton anılarında şöyle yazdı:
“Hiç kimsenin ciddi beklentileri yoktu. New York’un simge mekânlarında dolaşırken sadece eğleniyorduk. Woody her zamanki gibi senaryo hakkında endişeliydi. ‘Çok mu Mary Tyler Moore Show’a benziyor?’ diyordu. Ben de ona ‘delisin sen, rahatla’ dedim.”
Looking for Mr. Goodbar (1977)
Keaton’un aynı yıl yaptığı diğer büyük filmiydi. Ancak bu film, uzun yıllar boyunca ev videosu veya DVD olarak yayınlanmadığı için adeta bir kült klasik hâline geldi. Theresa Dunn karakteri, Annie Hall’un tam tersiydi. Katolik bir geçmişten gelen, gündüzleri sağır çocuklara öğretmenlik yapan Theresa, geceleri barlarda tehlikeli erkeklerle ilişkiler yaşayan bir “iyi kızdı”. Richard Gere’in canlandırdığı karakterle yaşadığı sahneler dönemin sınırlarını zorladı.
Reds (1981)
Warren Beatty’nin yönettiği, yapımcılığını ve başrolünü üstlendiği bu tarihî destan, Bolşevik Devrimi’ni haberleştiren Amerikalı gazetecilerin hikâyesini anlatır. Keaton, gazeteci ve aktivist Louise Bryant rolündedir. Beatty ve Keaton, çekimlere başladıklarında sevgiliydi; ancak film süreci ilişkilerini yıprattı.
Keaton anılarında şöyle yazıyor:
“Herkes Warren’ın yönetimine dayanamadığımı biliyordu. 40 kez aynı sahneyi çektiren bir mükemmeliyetçiyle çalışmak imkânsızdı. Bazen sersemlemiş gibi hissediyordum. Hâlâ, bu performansın bana ait olduğunu söyleyemem. Daha çok Warren’a bir tepkiydi, onun etkisine bir yanıt gibiydi.
Baby Boom (1987)
Charles Shyer ve Nancy Meyers’in yönettiği bu komedide Keaton, Manhattanlı bir iş kadını olan J.C. Wiatt’ı canlandırıyor. Hayatı kariyeriyle düzenli giden Wiatt, bir gün beklenmedik şekilde 14 aylık bir bebeğin vasiliğini üstlenir. Bu olay, onun hayatını tamamen değiştirir. Vermont’a taşınır, yeni bir başlangıç yapar ve yakışıklı veteriner Sam Shepard ile tanışır.
Film, kadınların iş-yaşam dengesine dair tartışmaların çok öncesinden “her şeye sahip olma” konusunu ele alıyor. Eleştirmen Roger Ebert, film değerlendirmesinde şu ifadeleri kullanıyor:
“‘Baby Boom’ bize gerçek hayatı göstermeye çalışmıyor. Bu annelik, sevgi ve tatlılık üzerine bir fantezi. Ama yeterince alaycı bir mizahı da var.”
Something’s Gotta Give (2003)
Erica Barry; Harika Hamptons evi, beyaz boğazlı kazaklarıyla unutulmaz bir karakter. Nancy Meyers’in yazıp yönettiği film, 50’li yaşlardaki bir kadını ana akım bir romantik komedinin merkezine koyma cesaretini gösterdi.
Keaton, başarılı bir oyun yazarı olan Erica Barry’yi canlandırıyor. Tatil için gittiği evde, kızıyla birlikte olan yaşça büyük bir playboy (Jack Nicholson) ile tanışıyor. Nicholson’ın canlandırdığı Harry, genç kadınlardan hoşlanan biri olsa da Erica’ya âşık olur. Aynı zamanda genç ve yakışıklı bir doktor (Keanu Reeves) de Erica’dan hoşlanmaktadır.
Keaton bu filmi her zaman en sevdiği yapım olarak tanımlamıştır:
“Jack Nicholson’la daha önce ‘Reds’te oynamıştım ama 57 yaşımda onu öpeceğimi hiç düşünmezdim. O yüzden bu film benim için çok özel.”
Bir bonus da bizden: İlk Eşler Kulübü
Olivia Goldsmith’in 1992 tarihli romanından uyarlanan ve Hugh Wilson’ın yönettiği bu kült komedi; Bette Midler, Goldie Hawn ve Diane Keaton’ı, kocaları tarafından daha genç kadınlar için terk edilen üç eski arkadaş olarak bir araya getiriyor.
“İlk Eşler Kulübü”, 90’ların erkek egemen Hollywood’una meydan okuyan bir filmdi. Orta yaşlı kadınları kenara çekilen karakterler olmaktan çıkarıp hikâyenin merkezine yerleştirdi; bunu da öfke yerine zarafet, intikam yerine dayanışma üzerinden anlattı. Bu yönüyle hem eğlenceli hem de güçlendirici bir kadın dayanışması anlatısına dönüştü. Film kısa sürede kült statüsüne ulaştı.
Keaton, filmdeki Annie MacDuggan-Paradis karakterine nevrotik kaygıları, içtenliği ve kırılgan gücüyle hayat veriyor. Sessiz bir dönüşüm hikâyesine imza atan Annie, film boyunca yeniden kendi sesini bulan bir kadına dönüşüyor. Keaton’ın performansı, hem komediyi hem duyguyu aynı anda taşıyabilmesiyle öne çıkıyor; bu da “İlk Eşler Kulübü”nü onun 90’lardaki en unutulmaz işlerinden biri yapıyor.