Savaş karşıtı bir savaş filmi yapmak kolay iş değil. Askeri operasyonlar, ölümle sık sık burun buruna gelen karakterler sunarsınız. İster cepheden, ister karargahtan isterse başkanlık saraylarından; nereden anlatırsanız anlatın belli bir estetiği ve trajedisi olan; heyecanlı ve sürükleyici hikayelerden oluşurlar. Çoğunlukla yanında olduğunuz karakterleri iyiler, karşı tarafı da kötüler olarak kodlamak durumunda kalırsınız. Siz yapmasanız bile seyirci zaten buna teşnedir. Bir ülke bayrağı diğerinin üstüne çıkar bazen ve hikayedeki insanlık trajedisi de politik bir propagandaya hizmet etmek için kullanılır.
Özgün filmden farklı
Evet zordur savaş karşıtı bakışa sahip bir savaş filmi yapmak. ama imkansız da değildir. Bu türün en erken temsilcilerinden biri, henüz II. Dünya Savaşı yaşanmamışken, 1930 yılında çekilmiş olan Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’tur (Ya da Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok) Alman yazar Erich Maria Remarque’ın kendi I. Dünya Savaşı deneyimlerinden yola çıkarak yazdığı sarsıcı epik romanından uyarlanan film, dönemin sinemasına uygun bazı didaktik anlatımlarına rağmen; maruz kaldıkları propagandalardan aldıkları gazla güle oynaya cepheye giden 17-18 yaşlarındaki Alman gençlerin yaşadıkları vahşeti zamanına göre oldukça cesur sahnelerle anlatıyordu. Lewis Milestone’un yönettiği film, En İyi Film ve Yönetmen dallarında Oscar kazanmıştı.
Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, 5Kasım’da TRT2’de yayınlanacak olan Gel ve Gör ve Disney+’da izlenebilen The Thin Red Line ile birlikte savaşın dehşetini en iyi anlatan filmler arasında yerini aldı.
Deutschland 83 dizisinin de birçok bölümüne imzasını atan Alman yönetmen Edward Berger, Netflix için çektiği bu yeniden çevrimde orijinalinden daha karanlık, kopkoyu bir tonu tercih etmiş, orijinal film üzerine pek çok değişiklik yapmış. Sadece görsel açıdan değil duygusal olarak da sert virajlar alınmış. Daha en başında gencecik bir askerin cephede yaşadığı dehşete şahit oluyoruz. Onun delik deşik olmuş üniforması diğer şehitlerinkiyle toplanıp onarılıyor, yıkanıyor ve yeni ‘gönüllüler’e dağıtılan üniformaların arasına katılıyor. 17 yaşlarında dört yakın arkadaş çok havalı buldukları bu üniformaları giyip başka türlü bir macera hayalleriyle cepheye gidiyorlar ve en başta gördüğümüz askerin üniformasını giyen Paul Baumer’i takip etmeye başlıyoruz.
Kaybedenin açısından
Gerilimi sürekli diri tutan tedirgin müziğin, koyu renklerin ve ölçülü bir loşluğun eşlik ettiği; ani şiddet anları içeren kalabalık geniş plan savaş sahneleriyle seyirciyi hep diken üstünde tutmayı hedefliyor yönetmen ve bunu başarıyor da. Alman komutanların sahneleri, lider konumundaki adamların da kişisel hırslarını beslemek adına cepheye sürdükleri gençlere hiç acımadıklarını gösteriyor. Aç bilaç savaşan askerler, taraf fark etmeksizin ateşkesi reddeden ya da zorlaştıran komutanların kurbanları oluyorlar.
Sadece savaşın dehşetini iliklerimize kadar hissetmiyoruz, bir inat uğruna yaşamın bu kadar ucuzlaştırılmasına lanet ediyoruz. Film bittiğinde, özellikle finaldeki sert manevra sayesinde, bir süre yerinizden kalkamıyorsunuz. Paul’un son görüntüsü içinize taş gibi oturuyor.
Savaşı, kaybeden taraf üzerinden anlatmayı tercih etmek orijinal filmin de en önemli avantajlarından biriydi. Berger’in filmi de aynı yerden besleniyor. Aslında Almanya’nın bu yenilgiden ders çıkarmayıp II. Dünya Savaşı’na gidişinin de psikolojisini gösteriyor, kibir ve aşırı özgüvenin bir ulusun tüm gençliğini kurşunların önüne atmayı bile göze alan halini sergiliyor...