07 Mayıs 2025, Çarşamba Gazete Oksijen
Abone Ol Giriş yap
Haber Giriş: 17.02.2025 09:58 | Son Güncelleme: 17.02.2025 10:15

Cem Davran: Bu Gidiş Gidiş Değil’i bir geçiş, yürüyüş kitabı olarak tanımlıyorum

Tiyatro sahneleri ve televizyon ekranlarından tanıdığımız Cem Davran’ın ikinci kitabı “Bu Gidiş Gidiş Değil”de yer alan öyküler, hatırlamanın erdemini okurun önüne koyarken insanın hayat yolculuğuna kırık bir ayna tutuyor
Ebru Dedeoğlu
Ebru Dedeoğlu
(Fotoğraf: Cem Davran Instagram)
(Fotoğraf: Cem Davran Instagram)
A+ Yazı Boyutunu Büyüt A- Yazı Boyutunu Küçült

Cem Davran, İnkilap Kitabevi’nden çıkan ikinci kitabı “Bu Gidiş Gidiş Değil” ile okuru geçmişin izlerinden bugünün karmaşasına uzanan bir yolculuğa çıkarıyor. “İnsan dünkü kendine hasret yaşıyor, belki de sırf bu yüzden ikinci el, özenle saklanmış bir hayata yenisinden fazla ihtiyacı oluyor” derken, unutulmaya yüz tutmuş anılara, vedalaşmaya cesaret edemediğimiz hikâyelere ve toplumsal hafızanın kaybolan parçalarına odaklanıyor. Davran, kitabını bir “geçiş ve yüzleşme” metni olarak tanımlıyor: “Göç eden bireyler ve toplumlar geçmişin yüklerinden kurtulamıyor. Çünkü hiçbir göç, geçmişte bıraktığımız ‘biz’le yüzleşmeden tamamlanamaz.” Ona göre, bireysel ve toplumsal hafıza ne kadar silinmek istense de unutmak bir kurtuluş değil; hatırlamak, yüzleşmek ve yeni bir başlangıç yapmak esas olan. “Bu Gidiş Gidiş Değil”, hatırlamanın erdemini okurun önüne koyan ve insanın hayat yolculuğuna kırık bir ayna tutan samimi, sıcak ve düşündürücü bir anlatı...

Bu gidiş, gidiş değilse nereye gidiyoruz?

“Bu gidiş gidiş değil” pandemi günleri sayıklamalarından sıyrılıp bir yazıya dönüştü, sonra da ikinci kitabımın adı oldu. Birden çok duyguyu, onlarca endişeyi barındıran, zamanında büyüklerden küçüklere efervesan uyarılar kıvamında bir söyleyiş. Genel hatlarıyla gidilen yeri değil de var olanı, fiili durumu anlatma çabası biraz da. Çoğunlukla bu tarz tespitler toplamının gideceği tahmin edilen yer meçhuldür, bana göre de öyle. Eldeki veriler, tanıklıklar, hisler bilinmeyene doğru yol alındığını gösteriyor ve bu bilinmeyen sıradan insanı bile ürkütecek cinsten. Biraz karmaşık oldu farkındayım ama nereye gidiyoruz sorusunu yanıtlama çabası bile bu gidişin gidiş olmadığının kanıtı sanki.

Çocukluk anılarınız sinema gibi, hatta eski projeksiyon makineleriyle gösterilen bulanık bir
film gibi. Bu filmde en belirgin izlediğiniz “unutamadığınız sahne” var mı?

Sözünü ettiğiniz mutlu bir çocuğun filmi, her karesi masa üstü fotoğrafı gibi, böyle hissediyorum. Hüzünlü sahneleri bile keyifle kaydetmişim hafızama. Unutamadığım bölümlerin çoğuyla vedalaştım, kısmen bu sebepten yazıyorum, vedalaşmak için. Üçüncü şahıslara emanet edilmeyi hak ettiklerini düşünüyorum, böyle tatlı bir veda anlayacağınız. En belirgin olanlar çoktan ilk kitabım “Palyaço’nun Günlüğü” ile özgürlüklerine kavuştular. Unutamamak hâlinin o güzelim çocukluk hatıralarının zindanı olduğunu düşündüm hep. Yazarak vedalaşınca eski bulanık film berraklaşıyor. İlla filmin bir bölümünü işaretlemem, tekrar tekrar seyretmem gerekse, yetmişli yılların tamamı diyebilirim. İlk kitapta “Ziya bey, annem ve diğerleri” diye yazdığım öykü altmışlı yılların ortasından yetmişlere uzanan iyiliği anlatır, işte o iyi insan sahnelerini unutmakta zorlanıyorum. Söz buraya gelmişken “Bu Gidiş Gidiş Değil”i bir geçiş, yürüyüş kitabı olarak da tanımlıyorum. Kişisellikten kurguya yolculuk gibi, hâyâle dalmak gibi. Üçüncü kitapta benden çok daha az şey olacakmış gibi.

“İnsanlık tarihinin sırrı göçte saklı sanki”

Göç eden bireyler ve toplumlar geçmişin yüklerinden tamamen kurtulamıyor. Mesele yeni
yerlere varmak mı, yoksa geçmişte bıraktığımız “biz”le yüzleşemediğimiz için her
yolculuğun aynı çıkmazla bitmesi mi? Ne dersiniz?

Göç öylesine trajik bir konu ki insanlık tarihinin sırrı onda saklı sanki. Bireylerin, toplumların göç duygusunu, sonuçlarını ve ardında bıraktığı izleri anlamak için muhakkak sanata, edebiyata ihtiyaç var. Klasik yöntemlerle göç etmenin kara deliğini aydınlatmak bence mümkün değil. Haklısınız, işin içine devasa bir yüzleşme de giriyor. Bir köşesine umut eklemeden pratiği mümkün olmayan bu binlerce yıllık dürtünün, insanın genetiğinde olduğunu söyleyen çok. Aslında bana göre hiçkimse tam olarak göç edemiyor, kendisinden sonraki nesillerin kucağına bırakıyor yazgıyı, yolu tamamlamayı, göçü gerçek kılmayı. Dört başı mamur bir göç hikâyesine tek bir insan ömrü yetmiyor.

“Çağdaş toplumlarda kişiler maddi çıkarları, ünleri, iş hayatındaki başarıları uğruna gruplaşır, birleşir, toplumsal ve ulusal değerleri çiğneyip geçerler” diyor Aleksander Gelman. Peki Cem Davran’a göre, bu grup egoizminin en acımasız örneği hangi alanda sergileniyor?

Hemen hemen her alanda böyle. Bizim gibi olduğu yerde hâlâ tek ayak üstünde duran, sağlam basamayan toplumlarda daha da belirgin ve etkili. Sistem müsait olduğu için bu grup egoizmi hatırı sayılır bir güce de ulaşıyor ve sahipleri için iyice vazgeçilemez oluyor. İşte orada bütün değerlerin çiğnenip geçilmesi kaçınılmaz. Yedikçe doymayan bir canavar bu çıkarcı gruplaşmalar, birleşmeler. Genel olarak orta doğu kokulu toplumlarda iktidarın etrafına bakın bu fotoğrafı çok daha net görürsünüz. Mesela siyaset, ticaret ilişkisinde her saniye bu gerçeğin en bariz örnekleriyle karşılaşabiliriz. İnanç alanına da bakın, belki de daha keskin örnekler çıkar ortaya.

“Okuldan döndüğünde annen evde yoksa sığınacağın komşular rüya gibi günümüzde”

Bugünün kent hayatında, o eski mahallenin sıcaklığına duyulan özlem artarken diğer
yandan dan yalnızlığımızı severken mahalle ruhu hala yaşanabilir mi?

Çok zor hem de çok. Zaten yepyeni dijital mahalleler var artık. Okuldan döndüğünde annen evde yoksa sığınacağın komşular rüyâ gibi günümüzde. Cenaze buluşmasında kapı komşundan sandalye istemeyi önemsiz bir detay zannediyorduk. Kaç kişi ev anahtarını köşedeki esnafa bırakıyor? Yalnızlığımızı sevmek zorundayız, başka çaremiz yok. İstediğin kadar özle, o mahalle sıcaklığını bulmak artık mümkün değil. Zaten şimdilerde herkes, her komşu, her mahalleli sınıf atlama telaşında, bugün var yarın yok. Çocuk tiyatrosu sınavına beni dualarla uğurlayan sokağı, birkaç dinde ve dilde komşunun çocuğunu yolcu eden mahalle sakinlerini anlatırken bile elim titriyor. “Şimdi”ye bu kadar yük ağır gelir, gerçekçi olalım, bu duygunun aplikasyonu çoktan hazırdır, pazardadır. Tek dokunuşla, iki parça emojiyle halledilir biter insani sıcaklıklar.

Boşluğa Övgü öyküsünde, kalabalık dünyadan kaçıp sessizlikle buluştuğunuz o otel odası, dış dünyayı değil, iç dünyayı keşfetme yeri gibi. Bu boşluğu, modern çağın dayattığı her an dolu olma, mutluluk baskısına karşı bir direniş olarak okudum. Sizce insan, kendi boşluğuna sığınmayı ne zaman öğrenmeli ve bu sığınak ona ne anlatır?

“Boşluğa Övgü” benim varmak istediğim, en azından uğramak istediğim bir yazma biçiminin ilk örneklerinden. Okumanız birçok yönüyle öyküdeki karakterin duygusuyla örtüşüyor. Karakter diyorum çünkü özellikle bu öyküde usul usul kendimden sıyrılıp, başkalaşıp sonra tekrar kendime dönmek gibi şizofrenik bir metoda tutundum. Oyunculukta son zamanlarda kullanılan yöntemlerden birine çok benzer bir yol. Biraz nötr mask çalışması gibi, sayfayı temize çekmek gibi. Zamana da aynı muameleyi yaptım bilerek. Üç binli yıların başladığını varsayan motifler iliştirdim. İnsanın kendi tapınağına yürüyüşü, kendi boşluğuna sığınması, haklısınız, bunlar öğrenilecek şeyler. Ne zaman olabileceğini kestirmem mümkün değil, çok parametresi ve herhikâyede ayrı işleyen bir saati var bu sürecin. Bu sığınak insana ne anlatır? Bence hâlâ çok fazla zamanı olduğunu, acele etmeden nasıl yaşamak istiyorsa öyle yaşayabileceğini. Bir nevi özgürlük hissi, sistemlerin dışında kalmayı göze alabilecek kadar hem de.

Babanızla yarışmak size ne öğretti? Babanız ne zaman kenara çekilip size iktidarı bıraktı?

Gerçek manada çok fazla babasıyla yarışan biri olmadım aslında. “Babasıyla Yarışanlar Kulübü” bir terapi seansı gibidir, öyle bir öyküdür. Orada anlatılanların önemli bir bölümünden farklıydı babam. Genellikle insanlar babalarını yitirdikten sonra yalan konuşur, yalan belki ağır oldu ama sonrasında yıllarca zihinlerindeki babayı, kendi tariflerini baba diye anlatırlar. Hatta rahmetli babam şöyle demişti bir kere cümlelerinin bir kısmı doğru değildir. Çoğunlukla zaman içinde baba figürü, mezarın etrafına çiçek ekmek gibi, çeşitli yakıştırmalarla donatılır. Böyle çok izlenimim oldu yıllar içinde, o yazı bütün bu izlenimlerin eseridir. Rutin baba çocuk ilişkisi, iktidar meselesi elbette geçerli. Maksadım daha derin, dokunulmamış bir yerlere el sürmek olabilir. Bana kalsa babam hâlâ iktidarı bırakmadı, veda edeli yirmi yıldan fazla olmasına rağmen.

Kendi Kendine öyküsünde, insanın geçmişle hesaplaşması ve kendini yeniden inşa etme fikri
etkileyici. Geleceğe odaklansak da bazı anılar yıkılmaya direniyor. Geçmişin gölgesi
olmadan yeni bir başlangıç mümkün mü?

Yeni başlangıçlara her koşulda inanıyorum, mutluluk oyunu oynar gibi değil, sahici, elle tutulur,
gözle görülür bir inanç bu. Geçmişin gölgesi olmadan yeni bir başlangıç teknik olarak naturaya
aykırı zaten. Sürekli gölgede de ot bitmez, ışığa da ihtiyacı var her başlangıcın hatta sonranın.
Yeniden var ya yeniden, çok yakışıklı bir kelime. Geleceğin parıltısı gözünü kamaştırabilir zaman
zaman, at biraz kendini gölgeye, hiç zararı yok. Hesaplaş, direnen arkadaşlara karşı dikine traş
yapma, anlamaya çalış geçmişi, kendini arakla, çık tekrar güneşe.

Arpacık, Ekim ve Cumhuriyet öyküsünde, Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki ideallerin bugün
unutulmaya yüz tuttuğunu vurgulamışsınız. Neden?

Özgür, demokratik, çağdaş bir Cumhuriyet ideali cümle içinde bolca kullanılsa bile pratikte çoktan
unutuldu. Herkes bir tarafından çekip çekiştirdi ve dikiş tutmaz bir kumaş çıktı ortaya. Annem ve
babam Cumhuriyet’in ilk gençlerinden. O jenerasyonun insan malzemesiyle bugünü karşılaştırın,
sonuç çok üzücü. Kurumları, toplumun her katmanını söylemiyorum bile, sadece bireye baksak
yeter. Cumhuriyet’in ilk on yılı muhteşem, dönemin ilkokul mezunu şimdinin birçok profesöründen ileride bence. Hepimiz bu radyasyondan payımıza düşeni aldık, toplu halde geri kaldık, ne ideali? Fakat o ilk on yıl var ya, mucize gibi bir şey. Upuzun ama hâlâ Cumhuriyet kadar genç bir konu bu.

Bu Gidiş Gidiş Değil / Cem Davran / İnkılap Kitabevi / Öykü / 144 Sayfa