Ebru D. Dedeoğlu
Yılmaz Şener’in Deng isimli romanı İletişim Yayınlarından çıktı. İkinci haftasında ikinci baskıyı yapan Deng, iç içe geçen hikâyelerden oluşan bir roman. Kimsenin hatırlamadığı bir günün hikâyesi diye başlayan Deng, özünde bir coğrafyanın ve o coğrafyada yaşayan toplumun belleğinin romanı. Tarihin bir döneminde, Deng’de hiç kimsenin hatırlamadığı bir gün vardır. Ve o gün Deng’in tarihinde yer almaz. Çünkü kimse hatırlamaz. O gün yaşandı mı, yaşanmadı mı kimse emin değildir. Peki o bir gün yaşanmış olsaydı, neler olacaktı? Tıpkı her gün fotoğrafı çekilen bir manzaranın, bir gün fotoğraf makinesi bozulduğu için resmedilmesi gibi, Deng, bir toplumun bir gününün resmedilerek tarihe aktarılmasıdır.
Her şeyden azade gözlerle dışarıdan bakan için cümbüşlü bir fotoğrafın içindeymiş gibi görünen insanların, bazen uzaktan gelen bir dengbêjin sesi gibi hüzünlü, bazen dalga dalga yayılan müjdeli bir haber gibi sevinç yüklü hikâyelerinden oluşuyor Deng. Yılmaz Şener, tek bir günde geçen, geçmişe dönüşlerle zenginleşen romanında zamana ve mekâna duyulan aidiyeti de sorguluyor. Her şeyin hızla akıp gitmesiyle adım adım ilerlemesi arasındaki mesafenin sandığımızın aksine o kadar da çok olmadığını gösteriyor bizlere. Yazarla tanışma romanım olan Deng beni derinden etkiledi. Yaşam ile ölüm arasındaki mesafeyi irdelediğim bu dönemde, tüm sorularımın cevabı oldu. Şener’in dediği gibi “Belki de her şey yaşandı bitti. Yaşadığımızı sandığımız hayat, geçip gitmiş olanın yankısı.” Bunun gerçek olduğunu düşünelim; o vakit bunca çabaya ne gerek kalırdı?
2017'de Bilinmeyen, 2019'da Kör Adım, 2021'de Elia, 2024'te de Deng adlı romanı yayımlanan yazar ayrıca Hypatia, Sigmund Freud, Montaigne ve Fernando Pessoa'nın biyografilerini kaleme almış. Derin bilgisine ve kalemine hayran kaldığım Yılmaz Şener’le tanışmanızı; “Deng”in “Denk” oluşuyla, tek harf değişimiyle hayatlara ve kimliklere yapılan müdahaleyi ve o insanların sessiz çığlıklarını duymanızı ve hissetmenizi öneririm.
Deng ikinci haftasında ikinci baskıyı yaptı, öncelikle tebrikler. Romanda “Ölüm yaklaştıkça hayat insana daha güzel görünür biliyor musun?” ifadesi oldukça çarpıcı. Varoluşsal perspektiften baktığımızda, ölümün yakınlığı insanın hayatını daha anlamlı kılıyor da diyebiliriz. Bu bakış romana ve karakterlerinize nasıl bir katkı sağladı?
Ölümün her türüne dair alışkanlığın bir yaşam biçimine dönüştüğü bir coğrafyada yer alır Deng. Ölümün fizikselliğini toprağın katılığı kadar nesnel anlamda gören, zamanın bir yerinde asılı kalmış ve ihtimalden öteye gitmeyen kırık dökük düşlere sırtını yaslayan insanlar tanırız. Her gece ölüp her sabah dirilen ve hayatın görevmiş gibi ömür tüketilen tekrarında, hüküm addedilen sona doğru soluksuzca ilerleyen yaşamlar okuruz. Yaşanamayan, pişmanlıklarla lehimlenen ve bir gün gerçekleşmesi için kısık sesli bir duaya teslim edilen özlemler görürüz. Yaşanması ihtimallere ipotekli bu muhtemel özlemlerdir hayatın azaldıkça daha da güzel göründüğünü düşündürten. Çünkü gerçekleşmesi en zor düşlerin bile gerçekleşmek dışında başka seçeneğinin olmadığına inandırır insanlar kendilerini. Hep en zorun geride kaldığı umudu, insanın kalan zamana daha umutla bakmasını sağlar. Yaşlı adam, henüz bebek olan torununa, “Ölüm yaklaştıkça hayat insana daha güzel görünür biliyor musun?” derken, ondan yanıt alamayacağını bile bile söyler. Böyle düşünmenin bir yanılgı olduğunu da düşünmüş olabilir. Birkaç bölüm sonra söylenen şu sözü kendine kılavuz edinmiştir belki de: “Bazı olaylar gerçekleşmeleri mümkün olduğu için değil, gerçekleşmeleri gerektiği için mümkün olurlar.”
“Sanatın bilinçaltında yatan gerçek, ölümün kendisidir”
Yaşam varsa ölüm de var. Oysa ölüm korkusu, geleceği yaşayamama endişesi ve kaygılarımızdan oluşan kocaman bir sarmal değil mi? Bu varoluşsal paradoksu Deng üzerinden biraz açar mısınız?
Ölümden korktuğumuz kadar, hayattan da korkarız. Ölümün her tür tarifi, gördüklerimiz, duyduklarımız ve anlattıklarımıza dayanır. Tarif ettiğimiz her şey ölümün karikatürüdür. Ölüm korkusu bile, ölenlerin bize mirasıdır. Yaşadığımız sürece de bu böyle olacak. Sanatın bilinçaltında yatan gerçek, ölümün kendisidir. Ama diğer yandan yaşama tutunma çabasının da en güçlü dilidir sanat. Irvin Yalom’un sözünü ettiği gibi: Ölümün fizikselliği bizi yok etse de, ölüm fikri bizi korur. Deng’de yaşamın içinde hep bir şeylere geç kalmışlığın telaşı hakimdir. Hızla geçen yıllara karşın yerinde saymanın, yaşayamamanın kaygısı kendini her anlamda hissettirir. Ama geride kalan zaman artıp, kalan zaman azaldıkça ve ölümün kara sularına yavaş yavaş girildikçe yaşamın ritmi kalp atımına indirgenir. Yaşamın fizikselliğinin ancak edebiyata konu olabilecek sessiz teslimiyeti, böylece başlar.
İç içe geçen hikâyelerden oluşan bir roman Deng. Yaşadığı yere dönüşen, ne olursa olsun her zaman “oralı” olan -çoğu zaman olmak zorunda kalan! İnsan nereye aittir? Aidiyet gerekli midir? Zorunluluklarımız ve korkularımız mı istemediğimiz aidiyetliklere zorunlu kılar?
İnsan nereye giderse gitsin, terk ettiği yeri de içinde taşır. Bu sebeptir gittiği her yeri doğup büyüdüğü yere dönüştürme çabası. Aidiyet olgusu, kültür ve geleneklerle zihinde kök salan bir uzuv gibi. Ve çağımızın dinamikleri o uzvu hep diri tutuyor. Deng, çoğunlukla, doğup büyüdüğü yeri terk etmek istemeyen insanların yaşadığı bir yerdir. Ama dünyanın her yerinde olduğu gibi zorunluluklar orası için de geçerlidir. Bir yere gitmek istemekle, bir yeri terk etme zorunluluğunun arasındaki farkın en belirgin yaşandığı yerdir Deng. Hiç tanımadığınız bir yere turist olarak gitmek, ya da göçmen olarak gitmek; ilki yapabiliyor olmanın, diğeri de zorunluluğun gerçeği. Her türlü zorunluluk, eninde sonunda kendine bir şiddet alanı oluşturur. Çağımızın en büyük sorunu da bu değil midir? Herkesin herkese bir şeyleri zorla dayatması.
“İnsanın en temel yaşam alanı, alışkanlıklarını sürdürebildiği yerdir”
Deng romanında zamana ve mekana duyulan aidiyeti de sorguluyorsunuz. Zaman ve mekan insan yaşamının temel bileşimleri. Bu iki kavramın insanın hayatındaki yeri nedir?
İnsanın en temel yaşam alanı, alışkanlıklarını sürdürebildiği yerdir. Ve bu alışkanlıklar doğal ritminde devam ettiği sürece insan kendini güvende hisseder. Çocuklukta edinilen alışkanlıklar, ömrümüz boyunca bizi terk etmez. Bu durum mekan için de geçerlidir; çocukluğumuzun geçtiği ev, evin olduğu mahalle, mahallenin olduğu şehir. Adeta doğanın kanunları gibi kabul ederiz. Jorge Amado’nun dediği gibi; insanın ana yurdu çocukluğudur. Ve çocukluğumuz da, yetişkin halimizin dürtüsel alışkanlıklarını muhafaza ettiği bir mekanıdır.
Qise hikayesinde iki serseri mayın Sidar ve Welat’in sohbetinde, Sidar “Yalnız geçen çocukluğun intikamı ağır olur!” diyor. Çok etkileyici. Yaşadığımız kötücül çağdaki yönetim sorununun da kaynağı bu diyebilir miyiz?
İnsanlığın kendisi piç zaten, der Welat. Adem ve Havva miti de bu iddiayı taşır. Adem ve Havva’nın cennetten kovuluşu, aynı zamanda insanlığın piç kalmasının da hikayesidir. Her türlü mit, aynı zamanda insanlığın bilinçaltını da bize gösterir. Emil Cioran, en büyük zalimlerin, kafası koparılmamış mazlumlardan çıktığını söyler. Ve bir dönem mazlum olan bu insanların büyük çoğunluğu, anasız babasız piçlerdi. Yalnız geçen çocukluğun intikamını alabilecek meşru alanlar yaratmak, zalimlerin en sevdiği şeydir. Sonra şunu söyler Welat: “İnsanlığın tarih içindeki uzun yolculuğunda tüm büyük kırılmaları gerçekleştiren peygamberlere, diktatörlere, krallara bak; çoğu piç. Ya anasız ya da babasız büyümüşler. Yalnız geçen çocukluğun intikamı ağır olur.”
“Yaşamımıza sığmıyor düşünce dünyamız”
Her şeyin hızla akıp gitmesiyle, adım adım ilerlemesi arasındaki mesafe ya da fark nedir?
Ebru, tek cümleyle yanıtlamak isterim: Yaşamımıza sığmıyor düşünce dünyamız.
Bu noktada yazarlık meselesine gelmek istiyorum. Yazar derdi olan değil, derdi gören ise neden her derdi olan yazıyor, yazar olmak istiyor?
Romandaki yazar adayımız Cengiz, yazmanın, kendi derdinden önce başkalarının derdini görmekten geçtiğini söyler. Tabii ki bu tartışılır; insan dünyayı tanımaya kendinden başlar. Ve Montaigne’ın dediği gibi; her insanda, bütün insanlığın halleri vardır.
Okuduğunu anlamakla onu yazabilme arasındaki farkı anlatır mısınız?
Bu, çok önemsediğim bir konu. İnsan zekasına bir atıf aynı zamanda. Zekanın anlama haliyle yaratma halinin de farkını açığa çıkarır. Proust’un Kayıp Zamanın İzinde serisinin nasıl bir eser olduğuna dair yüzlerce kitap vardır. Ama onun niteliğiyle göz hizasına gelebilecek eserler, yok denecek kadar azdır.
Deng. Türkçe karşılığı ses. Hikayede köyün girişindeki tabelada tek bir harfin değişimiyle kimlik yok edilmeye çalışılıyor. Oysa konu tabeladan çok daha önemli. Deng tabelasını DENK yaparak insanlarının sesini, kimliğini, rengini, kültürlerini yok edip, can alıyorlar. Neden?
Tam da bugünlerde yaşadığımız olaylar buna örnek verilebilir; Diyarbakır, Van ve Batman belediyelerinin Kürtçe yazdığı trafik işaretlerinin valilikçe silinmesi… Deng’de de olan bu; yüzlerce yıllık isim olan Deng (ses) bir gün aniden Denk oluyor. Ve insanlar uzun süre Denk’in, Deng’den gidilen bir yer olduğunu sanırlar. Çünkü kimse durup dururken böyle bir şeyin gerçekleşmesine ihtimal vermez. Ama gerçekleşiyor.
Romandan bir alıntıyla son sorumu sormak istiyorum. “Belki de her şey bir hata” diyorsunuz…Yaşadıklarımızın hepsi bir hatadan ibaret olabilir mi? Bu en büyük keşkemiz olabilir mi?
Deng’in girişinde şu söz yer alır: “Belki de her şey yaşandı bitti. Yaşadığımızı sandığımız hayat, geçip gitmiş olanın yankısı.” Bunun gerçek olduğunu düşünelim; o vakit bunca çabaya ne gerek kalırdı?
Deng / Yılmaz Şener / İletişim Yayınları / Roman / 279 Sayfa