05 Ekim 2024, Cumartesi Gazete Oksijen
Haber Giriş: 28.09.2024 15:02 | Son Güncelleme: 28.09.2024 15:43

Sorun bazen de anne ve öğretmende!

31. Adana Altın Koza Film Festivali’nin ulusal yarışma finalistlerinden On Saniye ve Hakkı da seyirci karşısına çıktı. Ödüller bu akşam sahiplerini bulacak
Sorun bazen de anne ve öğretmende!

On Saniye

Ceylan Özgün Özçelik televizyonda da yaptığı sinema programlarıyla sinema tutkusunu ve heyecanını açıkça belli eden, yerinde duramayan biriydi zaten. Çektiği filmlerde de ne kadar ağır konular ve sorunları ele alsa da sürprizli ve dinamik bir anlatım kurmaya hep özen gösterir.

On Saniye oyun yazarı Erdi Işık’ın aynı isimli tiyatro oyunundan uyarlanmış bir gerilim filmi. Ülkenin en prestijli özel lisesi William College’in bir öğrencisi olan Özgür, çektiği bir kedi öldürme videosu yüzünden okuldan atılmıştır. Annesi Yasemin, atılma kararının verilmesinde etkili olan rehber öğretmen İpek’le görüşmeye gelir. Amacı ne olursa olsun çocuğunu okula geri aldırmaktır. İki kadın arasındaki görüşme bir satranç maçı gibi çekişmeli olacak ve giderek de gergin bir zirveye doğru tırmanacaktır.

Evet bir ‘tırmanma’ var ama zaten daha ilk sahneden itibaren yüksek bir yerde başlıyor film. Doğrusu ben daha aşağı bir notadan başlayıp giderek yükselen bir kreşendoyu izlemeyi tercih ederdim bu hikâyede. Zira daha filmin ikinci dakikasından itibaren iki kadın karakter ve onları canlandıran başarılı oyuncular da yüksekten giriyorlar kapışmaya. Yasemin’in borderline kişilik bozukluğundan mustarip bir karakter olduğuna bu kadar çabuk ikna olmamız gerekmeyebilirdi. Diğer yandan Özçelik senaryodaki bu tercihi birkaç kat daha perçinleyecek hamlelerde bulunarak ses ve görüntüyle sürekli oynamış. Seyirciyi aşırı doz bir manipülasyona tabi tutmuş. Kullandığı kamera açılarıyla, karakterlerin etrafında fazlaca dolanan, çarpık kadrajlar, plonjeler, amorslar, fluya düşmeler, sanrısal detaylar, yükselen alçalan ama hep varlığını belli eden baskın bir müzik kullanımıyla karakterler arasındaki gerilimi seyirciye birkaç kat fazlasıyla hissettirmeyi amaçlamış. Bir an bile aklının başka bir yere kaçmamasını hedeflemiş. Bunu başarmış da. Yasemin rolünde Bergüzar Korel’in kendi tarzının dışında bir performans çıkarması da seyirci için hoş bir sürpriz olmuş. Ancak bu performansın en başından beri olmasındansa yavaş yavaş yükselen bir grotesk görüntüye bürünmesi bence çok daha iyi olurdu.

Kutsal anne ve kutsal öğretmen kalıplarını bozmayı amaçlayan metin orijinal tiyatro metninden farklı bir finale doğru koşuyor. Oyunu izlemedim ama bu kutsallaştırılmış kurumların üstünü kazımak adına değiştirilen finali bir parça zorlama bulduğumu söylemeliyim. Çünkü bu metnin başlangıç noktası bir öğrencinin psikolojisinin; ona bir çeşit bağımlılık geliştirmiş olan ‘sınırda’ bir anne ve kendi problemlerini öğrencileri üzerine yansıtmamayı başaramayan bir öğretmen sayesinde bozulması… Yani filmin gösterimi sonrasında eğitmen bir seyircinin ekibe yönelttiği soruda yaptığı Freud alıntısındaki gibi: “Bize asıl hastalar değil, onların hasta ettikleri gelir.” Bu hikâyede asıl rahatsız olan kişi Özgür değil, diğer iki kadındır.

Çocuklarda kendisini gösteren şiddet eğiliminde en yakınlarındaki insanların ciddi katkıları olmakta. Film bunun üzerine eğiliyorken araya giren bir gönül ilişkisi ya da belki bir cinsel ilişki şüphesi bu tartışmayı biraz gölgeliyor kanımca.

Ama On Saniye ülkemiz sinemasında çok sık karşımıza çıkmayan bir film türünde ‘twist’i bol ve dinamik anlatısı, etkili oyunculukları (Bergüzar Korel ve Bilge Önal birbirlerini besleyen performanslar vermişler) ve kışkırtıcı hikayesiyle ilgi çekici.

Hakkı

Ege’nin bir köyünde yaşayan ve turistlere tarihi anıtların küçük biblolarını satarak ailesini geçindirmeye çalışan Hakkı yoksulluğu babadan oğula geçen bir hastalık olarak görüyor. Hakkı az kazanıyordur belki ama çocuklarıyla güzel geçinen, karısıyla kendi küçük dünyasında mutlu yaşayan güler yüzlü tatlı bir adamdır. Bir gün bahçesinde tesadüfen bulduğu küçük bir tarihi heykel onda derinlerde yatan ve sürekli bastırdığı bazı sorunları çıkarmaya başlıyor. Toprak sonunda ona bunu bitirmek için bir fırsat vermiş. Hakkı da o fırsatı topraktan çıkarmıştır. Daha fazlasına ihtiyacı vardır. Bunun için kazmaya devam eder. Toprağın altındaki ‘servet’ onu yoksulluğundan kurtararak çocuklarını okutacak, torunlarının bile geleceğini garantiye alacaktır. Bu onun ‘hakkı’dır.

Hakkı’da tahmin ettiğimiz gibi giderek tırmanan bir kendini kaybetme hikayesi izliyoruz. Son düzlüğe yaklaşırken ailesinin onu bu kadar yalnız bırakması ise biraz daha ikna edici anlatılabilirdi. “Hakkı” düzgün çekilmiş bir film. Elbette Hakkı’yı canlandıran, yılların oyuncusu Bülent Emin Yarar’ın samimi performansından çok güç alıyor. Özgür Emre Yıldırım başta olmak üzere yardımcı rollerde de karikatürleşmeden dozunda gösterilmiş performanslar var. Yönetmen Hikmet Kerem Özcan’ın bu ilk uzun metrajlı filminde ciddi bir hatası yok. Problem anlattığı hikâyenin fazla bilindik, defalarca izlenmiş eski ve kolay tahmin edilebilir olmasında. Bach’ın hüzünlü Air’iyle açıp kapatırken Ozymandias şiirini hatırlatan bir sahneyle bitmesi filmin dünyasını açıp kapayan hoş bir parantez olmuş. Sıkılmıyoruz ama sonunu gördüğümüz bir yolu takip ediyoruz yine de.