Vuslat Çamkerten, ülkemizin en genç sanatçı ve yazarlarından; resim, edebiyat ve felsefe gibi farklı disiplinleri bir araya getiren işleriyle de en üretken isimlerinden biri. İlk kitabı ve ilk romanı Ona Çok Benziyorum’u 2019’da yayımladıktan sonra, Sonu Gelmiş Ülkede, Bir Drag Queen Hikâyesi isimli öyküsü, sınırlı sayıda ve art book olarak The Poet House’dan yayımlandı. İletişim Yayınları etiketiyle okuduğumuz ilk öykü kitabı Görenler Olmuştur’un ardından ikinci öykü kitabı Tüfekle Vurulacak Şeyler de geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Bizi üretme ve var olma sancısı çeken kadınlarla tanıştırdığı, sekiz öyküden oluşan dumanı üstündeki yeni kitabının ilk röportajı için Vuslat Çamkerten’le bir araya geldik ve yeni kitabından başlayıp diğer üretimlerine kadar her şeyi konuştuk.
Yeni öykü kitabın Tüfekle Vurulacak Şeyler üstüne sohbet etmeye karar verdiğimizde, ben ilk öykü kitabın Görenler Olmuştur’a da döndüm. Ve iki kitap için de söyleyebilirim ki sanat, resim, renkler en büyük ilhamın olmuş gibi hissettim. Katılır mısın bana? Buradan başlayalım istersen.
Bu çok doğru bir tespit. Resim benim dünyaya uzanan ilk elim, herhalde bu yüzden. Yazmak, çizmenin peşinden geldi. Bir duyguyu, nesneyi, bir kavramı bulmaya çalıştığımda iki elimle birden aranıyorum. Biri renkleri, ışığı, karanlıktakileri, şeylerin formunu yakalarken, öbürü bunları sözcüklere dökmeye yetişiyor. Kadraj, boşluklar, fırça darbeleri. Neyi ne kadar kullanacağımın kararı, neyi nasıl göstereceğimi de biçimlendiriyor. Meselem, oralarda bir yerde akan hayatı tüm renkleriyle, formlarıyla, iklimiyle gösterebilmek. Görünene de, görünmeyene de yaklaşmak. Resmi nasıl canlandırmaya, parlatmaya çalışıyorsam öykülerime de aynı kuvveti vermeye çalışıyorum. Her okumada başka bir his, başka bir imge versin, başka şeyler çağırsın. Tıpkı bir resme yeniden, yeniden baktığınızda size başka bir şey göstermesi gibi, sizi bir sırra ortak etmesi gibi. Sanatın kendisi zaten bir buluş, bir düşünce. Karakterlerimin şahane insanlar olması gerekmiyor ama bir arayışlarının olmasını, düşüncelerinin sivrilip onları yola çıkarmasını önemsiyorum. Serüvenlerinde hangi renklere bürünebileceklerini, nerede solduklarını, nerede yaşam bulduklarını görebilmek, onlarla bu türlü zaman geçirmek ve bu renkleri olduğu gibi okura aktarabilmek… Amacım, odağım hep bu oluyor.
Sohbetimizin esas kahramanı Tüfekle Vurulacak Şeyler’e dönecek olursak, kitabın hikayesi nerede ve ne zaman başladı? Nasıl devam etti ve sonlandı?
“Tuz Gölü” öyküsü ile başladı bu macera. O iki kadının öyküsü bu kitabın kaderini belirledi. Ve diğerleri de o kadınların peşinden gitti. Ve fakat, Tuz Gölü’nü ortaya çıkarırken hayatlarının oyununu oynayacak o iki tiyatrocu kadının hikayesini yazabilmek için biraz daha kuvvet toplamam gerektiğini hissettim ve öyküyü yarım bıraktım. Araya “Ölmeden Önce Son Porno” girdi, bu öykünün karakteri olan yetmiş yaşındaki kadını düşünürken ölmek, yaşlılık, kadınlık, güzellik üzerine çok okudum, çok derinleştim. Tüm bu kavramlar ve meseleler bana kitabın diğer kadınlarını da gösterdi. Bir çizginin üzerinde hepsini kendi arayışlarıyla yazmaya devam ettim. Ta ki, “Tüfekle Vurulacak Şeyler” öyküsüne varana kadar. Kaza kaza nihayet bir tüfek bulduğumu anladığım an kitabın kaderi de orada kendini, kendine ilikledi.
Tüfekle Vurulacak Şeyler hiç de sıradan bir kitap ismi değil ve sanki öykülerinin tüm meselesini özetliyor. Nedir bu tüfekle vurulacak şeyler meselesi, biraz anlatır mısın bize? Bu öyküler bir okurun gözünden geçtikten sonra zihninde tam olarak hangi noktayı vursun istiyorsun bir yazar olarak?
Kitaba ismini veren "Tüfekle Vurulacak Şeyler” öyküsü, ismiyle birlikte gelen bir öyküydü. Benim için olaylı bir andır o ve peşi sıra gelen şeyler. Bir gün yemek masasında hafıza ve bellek üzerine düşünürken, yemek yerken bir şeyler okumayı ve zihnimi karıştırmayı seviyorum, keşke yaşadıkları üzücü şeyleri unutabilsinler diye insanların hafızalarını silebilseydim, diye düşündüm, aynı anda aklıma bir tüfek imgesi düştü ve tüfeği bir kadının omzunda gördüm. Yaşamış, yaş almış, üzgün ama çok sertleşmiş bir kadındı bu. Henüz öykü için bu kadar fikir sahibiyken iki elimi havaya açarak ismini söyledim: Tüfekle Vurulacak Şeyler. Bu ismi adeta bir manşet olarak dile getirince, kitabın o zamana kadar yazdığım diğer karakterleri de dimdik ayağa kalktı sanki. O gün, o an yemek masasından kalkıp tüm planlarımı da iptal ederek öykünün başına geçtim. Bu kitabı yazarken her öykü bir şekilde kendi gerçeklerini önüme çıkarmaya başladı, işaretleri toplamayı zaten çok severim, bulduklarımı bir hazine gibi ele geçirip öyküme katıyor, yazdıklarımın gerçekliğine ikna oluyordum. “Tüfekle Vurulacak Şeyler”i yazmaya başladığımın ertesi günü vefat eden bir komşumuzun eşyaları aparmanın dışına çıkarılmıştı. Pencereden bir baktım, iki metreye bir metre boyutlarında, artık antika sayılabilecek, oymalı bir vitrin aynası sokakta, bir duvara yaslanmış duruyor. Bence kesinlikle vurulacak bir nesneydi, olduğum yerde elimi uzatıp hayali bir tüfek yaptım. Bu kitap da benim için bir tüfeğe dönüşerek, kendini yıkma ve yeniden yaratma, duvarların, sınırların dışına çıkma, yüzleşme, reddetme ve bütün bunları yapabilme cesaretine nişan alıyor. Velhasıl, ben de o gün dışarıya çıktım ve duvara yaslanmış koca aynayı eve, yazı masamdan görebileceğim bir yere taşıdım.
“Bulunduğumuz coğrafyada da sancısız bir kadına rastlamak ne yazık ki mümkün değil”
Öykülerindeki karakterleri ortak bir kapta toplamam ve kabın üstüne bir kelime yazmam gerekse sanırım “sancılı kadınlar” yazardım. Eğer bana katılacak olursan karakterlerinin yaratma, başarma, var olma sancıları üstüne konuşabiliriz. Katılmıyorum dersen de senin o kaba vereceğin ismi öğrenmeyi çok isterim.
“Sancılı” sözcüğü çok doğru, bulunduğumuz coğrafyada da sancısız bir kadına rastlamak ne yazık ki mümkün değil. Ama kadınlar sancılarından bir şey doğurmayı çok iyi biliyor. Kitaptaki kadınların hepsi de kendilerinden, belki de artık sancının kendisine dönmüş varoluşlarından bir şey doğurdu. Ben belki senin bu anlamlı tanımının bir iki adım gerisine çekilerek bir sözcük daha söyleyebilirim: Adalet. Tüfekle Vurulacak Şeyler’deki kadınların hepsinin bir adalet derdi var. Sözlerim yine aynı yere varacak ama bulunduğumuz coğrafyada kadınlar adaleti kendileri sağlamak zorunda. Adil bir hayat yaşamıyoruz. Özgürlüklerimizi koruyabilmek, kendi renklerimizde var olabilmek için güveneceğimiz tek tüfek yine kendimiziz. Özgürlük ve adalet arayışı. Bu ikisi birbirinden ayrılamaz bence. Biri yok oldu mu, öbürü de silinir, birine sahipsen, ikisine birden sahipsin demektir. Kitabı yazarken bunları bilinçsiz bir bilinçle kazıyormuşum, öykülerin hepsini bir arada gördükten sonra fark ettim ki içerideki kadınlar için yine kendilerinden başka yol yok. Kayıpları, özgürlükleri uğruna ve içine hapsedildikleri anlayışı reddetmek, yeni bir hayat kurabilmek için kalkıp kendileri için gereken adaleti bulmalı, yerine koymalılar.
Öykü yazarlarına aslında sormayı hiç sevmediğim bir soru var ama o kadar merak ediyorum ki sana da soracağım. Kitaptaki sekiz öykünün içinde seni yazarken ya da daha sonra okurken en çok etkileyen, içindeki en derin yerden kopan öykü hangisi?
İtiraf! Her kitabım yayınlandıktan sonra “saf ve düşünceli” bir okur gibi koltuğa geçip onları tekrar okuyorum, bu kitap için de hiç vakit kaybetmeden yaptım bunu, ara ara da açıp bakmaya devam ediyorum. Her açtığımda kendi kendime, Bu öykü beni çok etkilemişti, diyorum. Ama bu iş her seferinde değişiyor, o yüzden şimdi sana “Tuz Gölü” derim, kadın Hamlet’lerden konuşurum, bir başka gün sorduğunda “3003 No’lu Oda” der, bir imge olarak evi, kendini arayışı, insanın bir buz kütlesine nasıl dönüşebildiği sorusunu yükseltirim.
“Öykülerin hepsine bir çizim yapmaya ve anlattığım kadınları göstermeye karar verdim”
2022 yılında verdiğin bir röportajda “Resimlediğim bir öyküm henüz yok, belki yakında olur” demiştin. Ve bu kitapta çizimlerinle karşılaştık. Okurken şunu çok merak ettim, öyküler mi resimlerin üstüne doğdu yoksa resimler mi öykülerin?
Kitabı yazmayı tamamladıktan sonra öykülerin hepsine bir çizim yapmaya ve anlattığım kadınları göstermeye karar verdim. Aslında biraz da arada kaldım bunun için, acaba işaret etmeli miyim diye ama yine de benim gördüğüm kadınlar böyle kadınlardı demek, gördüklerimi okurla da paylaşmak istedim.
Birçok farklı alanda üretimlerini takip ediyoruz; kitapların, çizimlerin ve atölyelerin. Bunların arasında felsefeci yönün özellikle çok ilgimi çekiyor çünkü ben Vuslat Çamkerten ismiyle ilk olarak Psikeart’taki yazılarında karşılaşmıştım. Felsefe başta olmak üzere hayatındaki diğer disiplinler yazarlığını nasıl etkiliyor, nasıl besliyor? Biraz anlatır mısın?
Edebiyat, felsefe, resim, tüm bu alanlarda hep aynı, tek bir kişiyim. Hepsinde meselem aynı. Roman ya da öykü yazarken resim yapan Vuslat da orada. Kadrajı, hikayeyi neresinden tutup göstereceğini düşünüyor, renkleri hesap ediyor. Ya da felsefi bir düşüncenin içindeyken kavramların, meselelerin formunu, sınırlarını, kabını sorguluyor, ışığı, gölgeyi, zifiri karanlığı görmeye, tanımlamaya çalışıyor. Dolayısıyla yarattığım, ürettiğim her düşüncede, cümlede, nesnede hep tek bir Vuslat var. Hepsinde aynı şeyleri arıyor, aynı sona varmaya çalışıyorum. Kendimi bir bütün olarak, tek bir tüfek gibi inşa etmenin ve var kılmanın peşindeyim. Yazmak, çizmek ya da akıl yürütmek benim bölündüğüm alanlar değil, tam tersine varmaya çalıştığım yer için kullandığım kuvvetler.
Tüfekle Vurulacak Şeyler / Vuslat Çamkerten / İletişim Yayınları / Öykü / 140 Sayfa