Ebru D. Dedeoğlu
Zeynep Alpaslan’ın üçüncü yetişkin romanı Yüzme Dersleri Doğan Kitap’tan yayımlandı. Alpaslan, yeni romanında şiirleriyle birçok insanın hayatına dokunan mutsuz ve sevgiye aç İris’in dalgalı derin sularda yüzmeyi öğrenmesini, köken ailesiyle travmatik bağlarını ve sancılı aşk ilişkisini anlatıyor. İris, şiirlerindeki ilhamı dinlemeye karar verir ve doğduğu şehre döner. Orada mucizevi bir şekilde hayatının aşkı Deniz’le ve onun ergenlik çağındaki kızı Zoi’yle tanışır. Sevmeyi, bir aile olmayı hepsi birlikte en baştan öğrenmeye çalışırlar. Mevsimler yavaşça değişirken Zoi, İris’e yüzmeyi, endişe etmeden kendini rahatça sulara bırakmayı ve özgürlüğü öğretir. İris de Zoi’ye yaşamayı, genç bir kadın olmayı ve duygularını olduğunca hissedebilmeyi.
Her birimizin kendi gerçeği olduğu bu dünyada İris ruhunda gereksinim duyduklarının köleliğinden kurtulup özgür bir kadın olabilecek mi? Tüm bunları konuştuk Zeynep Alpaslan ile.
Yüzme Dersleri’nde “yüzme” metaforu üzerinden varoluşsal sorgulamalarımızı, kimlik arayışlarımızı işliyorsun. İris, Deniz, Zoi ve Yağmur. İlk olarak sormak istiyorum. Okyanuslarda yüzmeyi isteyen İris neden derelerde boğuluyor?
Bu soruya belki kendimden yola çıkarak cevap verebilirim. Çocukken Jaws filmini izlemiş ve köpekbalığı fobisi geliştirmiştim. Bunun etkisi gençlik ve yetişkinlik hayatım boyunca da devam etti, hatta bugün bile yüzerken dubaları geçmemeye dikkat ederim. Başkaları tarafından belirlenen bir sınırı geçmek, kendini tehlikeye atmak demekmiş gibi… İris de açık denizde, okyanuslarda yüzme hayalleri kuruyor. Yani, özgürlük hayalleri. Ne var ki, kendine koyduğu sınırlar onun sığ sularda bile ürkmesine sebep oluyor. İris yüzme bilmiyor, çünkü belki de en çok kendi içindeki köpekbalığından, yani ruhunun karanlık tarafıyla yüzleşmekten korkuyor.
“Sanatın, özellikle de iyi edebiyatın olayları abartma eğilimi gerektirdiğini düşünüyorum”
İris’in hayat dersi neden bu kadar meşakkatli? Ya da neden bu kadar dramatik ve hassas?
İris’in bu dünya için biraz fazla hassas olduğu doğru. Zaten öyle olmasaydı, iyi bir şair olamazdı. Sanatın, özellikle de iyi edebiyatın bu tür bir duyarlılık, aynı zamanda da olayları biraz abartma eğilimi gerektirdiğini düşünüyorum. Sanırım böyle şeyler doğuştan gelir ve bu yüzden bazılarımız için hayat çok daha zor, hayat dersleri çok daha meşakkatlidir.
Romanın başkahramanı İris olarak gözükse de bence ana karakter Zoi. İris Zoi’de kendi çocukluğunu mu görüyor?
İntihar etmiş bir anne, terk etmiş bir baba, denize karşı duyulan dayanılmaz bir özlem… İris’in bu tuhaf genç kızda kendini bulması kaçınılmazdı belki de. İris, Zoi’yi sevmeyi öğrenerek aslında kendi çocukluğuna sarılmayı, onu teselli etmeyi, ona ebeveynlik etmeyi öğreniyor. Zaten mesele de eninde sonunda kendi kendimize ebeveynlik etmeyi öğrenmemiz değil mi? Yüzme Dersleri bunu anlatan bir roman. Yani, kendimizi sevmeyi nasıl başarabileceğimizi…
“Travmaları üzerine kurulan ilişkiler bitmeye yazgılıdır”
İris’in aşık olduğu Deniz yaralı bir baba. Tutkularının cehenneminden geçmemiş bir adam. Hayatla baş etme mekanizmaları zayıf. İris hangi yaralarına çare olarak Deniz’i seçiyor? Denizi seçen kalbi mi yaraları mı? Deniz hayalindeki erkek olamayacak kadar zayıf değil mi?
Bana kalırsa, yaralı insanlara âşık olanlar tek bir şeyin peşindedir: İçten içe, onları kurtararak kendilerini kurtarabileceklerine inanırlar. Onların yaralarını sararak, kendi yaralarını da iyileştirebileceklerine… Ama biliyorum ki, işler çoğu zaman böyle yürümüyor. Kurtarılmak istemeyen birini asla kurtaramazsınız. Dahası, temeli iki kişinin kendi travmaları üzerinden kurdukları bir yakınlıktan ibaret olan ilişkiler eninde sonunda bitmeye yazgılıdır. ‘Hayalindeki erkek’ meselesine gelince… Herkes güçlü kuvvetli birini hayal etmiyor bence. Özellikle de İris gibi biri için, Deniz’in tüm zaaflarıyla, karanlığıyla ve melankolisiyle tam da onun hayallerindeki kişi olduğunu düşünüyorum ben. İris’in ihtiyaç duyduğu şey, ihtiyaç duyulmak. O sadece işe yaradığını, varlığının bir fark yarattığını hissetmek istiyor.
“Aşk aslında bir kabul görme arayışından başka nedir ki?”
İris “karlar kadar temiz aşk”ı ararken aslında tek istediği görülmek ve onaylanmak mı?
Aşk aslında bir kabul görme arayışından başka nedir ki? İris gibi bütün hayatı boyunca kendini görünmez hissetmiş bir insanın görülmek ve onaylanmak istemesi kadar doğal bir şey olamaz. Romantik aşk bize tam da bunu hissettirir; yani görüldüğümüzü ve onaylandığımızı, artık bir hayalet olmadığımızı... İris kendini olduğu gibi göremediğinden, bunu yapabilmek için bir başkasının gözlerini ödünç almak zorunda kalıyor. Ne var ki, bu hepimiz için çok sakıncalı bir şey. Çünkü o insan artık bizi göremediğinde ya da görmek istemediğinde, yeniden bir hayalet oluruz kaçınılmaz bir biçimde.
Romantik hayaller ve hayatın tesadüflerine inanmak mı bizi bu tuzaklara düşüren?
Bilmiyorum, belki de Hollywood tarafından beynimiz yıkanmıştır. Birçoğumuz köşeyi döndüğümüzde çarpışacağımız ve çantamızdaki kitapları birlikte toplarken ilk görüşte tutulacağımız gelecekteki partnerimizin, bizi daha önce kimsenin yapamadığı bir şekilde tamamlayacağı inancına sahibiz. Oysa kendimizde eksik bir şeyin olmadığını, zaten tamamlanmış bireyler olduğumuzu bir kabul edebilsek, belki bir başkasıyla bütünleşme değil, yan yana yürüme hayalleri kurmaya başlayabiliriz ve böylesi çok daha sağlıklı olur. Öte yandan, romantik hayaller kurmak da, hayatın tesadüflerine inanmak da, tıpkı Hollywood filmleri gibi, insana kendini harika hissettiriyor bence!
“Sanatsal özgürlüğe giden yol, başkalarının övgülerine de yergilerine de fazla değer vermemekten geçiyor”
İris çoksatan bir şair. Şiirler kendi travmaları, sevdikleri ve kaybettikleri hakkında. Özgürlüğe giden yolda onaylanmak kadar onaylanmamanın da kabul edilebilir olduğunu öğreniyor mu? En büyük dersi bu olabilir mi?
Yine kendimden yola çıkarak söyleyebilirim ki, İris kabul görmek kadar reddedilmenin de acımasızca ve kabaca eleştirilmenin de ne demek olduğunu çok iyi biliyor. Bence sanatsal özgürlüğe giden yol, başkalarının övgülerine de yergilerine de fazla değer vermemekten ve inadına bildiğini okumaktan geçiyor. Elbette yapıcı ve nitelikli eleştirileri ayrı tutmak gerek ama ne yazık ki öylesi insanın karşısına pek çıkmıyor.
Peki İris için seçilmek neden önemli? Bir kadın neden kendi hayatından vazgeçecek kadar kurban olmayı seçer? Güçlü olmayı seçmek de bir seçim değil mi?
İhmal edilerek büyüyen çocuklar, yetişkinlik hayatlarında kendilerini ihmal etme eğilimi gösteriyorlar. Suçlanarak büyüyen çocuklar, büyüdüklerinde durmaksızın kendilerini cezalandırıyorlar. Çocukken anne babamız ya da bakıcılarımızın bizimle konuşurlarken takındıkları ses tonunu içselleştiriyoruz, bu bizim iç sesimiz oluyor. İris kendini bile isteye kurban ediyor, çünkü iç sesi ona böyle yapmasını söylüyor. Hak ettiği şeyin bu olduğunu… Ama kendini sevmeye giden yol, güçlü olmayı seçmekten geçiyor ve İris sonunda bunu öğrenebildiği için çok mutluyum. Bu anlamda, zayıf bir karakterin güçlenme yolculuğunu ele alan Yüzme Dersleri’nin feminist bir roman olduğunu düşünüyorum.
İris, Zoi ve babasının hayatına girerek Zoi’nin mi hayatını kurtarıyor yoksa kendi hayatını mı? Vermek de almak ise esas dersleri alan ve hayatına devam eden Zoi değil mi?
Bir başkasına acı verirken aslında kendimize acı vermek isteriz. Yine aynı şekilde, bir başkasını kurtarmaya çalışırken aslında kendimizi kurtarmak isteriz. İris, Zoi aracılığıyla çocukluğundan beri içinde taşıdığı özgürlük hayalini gerçekleştiriyor. Kendi köpekbalığıyla yüzleşiyor ve açık denizde özgürce yüzmeyi öğreniyor. Ancak ve ancak bunu öğrendikten sonra Zoi’yi kurtarabiliyor. Bu, ikisinin ortak yolculuğu. İkisinin de büyük dersler aldığı, acı verici ama gerekli bir yolculuk…
“Çocuk kitaplarımda küçük okurlarıma toplumsal cinsiyet eşitliği fikrini aşılamaya çalışıyorum”
İris aşık, yaralı kadınların genel bir profili. Neden biz kadınlar kendimizdeki, varoluşumuzdaki gücü keşfetmekte bu kadar zorlanıyoruz?
Doğduğumuz günden itibaren bize erkeklerden daha zayıf olduğumuz söylendiği için, sırf kabul görmek adına, kendi içimizde alev alev yanan bir güç olduğunu yok saymaya, hatta kendi ellerimizle kendi içimizdeki ve bazen de birbirimizin içindeki bu ateşi söndürmeye çalışıyoruz. Bu beni çok üzüyor ama kız kardeşliğe inanmaya devam etmeye, geleceğe dair umudumu yitirmemeye çalışıyorum. Yazdığım çocuk kitaplarında da küçük okurlarıma toplumsal cinsiyet eşitliği fikrini aşılamaya çalışıyorum. Gelecek kuşakların önünü ne kadar açabilirsek o kadar iyi, diye düşünüyorum.
İris ne kadar Zeynep? Bu roman için bir kadının kendisiyle hesaplaştığı, özgürleştiği roman diyebilir miyiz?
Yüzme Dersleri’ni yazmak benim için büyülü bir yolculuktu. Romanı yazarken İstanbul’da yaşıyor ve Ege’ye taşınma hayalleri kuruyordum. Bir bahçem olmasını ve bahçeme gökkuşağı mısırları ekmeyi… Bu yüzden İris’e deniz kıyısında bir ev, küçük bir bahçe ve ekebileceği mısır tohumları verdim. Sonra hep dedikleri gibi hayat sanatı taklit etti: Bodrum’a taşındım ve bahçeme gökkuşağı mısırları ektim. Şimdi, onların büyümesini izlerken İris’i hatırlıyorum sık sık. Onun bir yerlerde gerçekten yaşadığını, yazdığını ve mutlu olduğunu düşünmek hoşuma gidiyor. Yazdığım her şey bir parça otobiyografik olsa da ben İris değilim. Yine de o benim bir parçam ve hep öyle kalacak. İris bana özgür ve bağımsız bir birey olabilmek için önce kendimi sevmem gerektiğini öğretti ve bunun için onu hep seveceğim.
Tüm bu konuştuklarımızda sona doğru gelirken, hepsinin ışığında sorayım: Sizce insanın evi neresidir?
Ev bir aidiyet duygusudur, kendimiz olabildiğimiz her yerdir. Ya da belki de bir ‘yer’ değil de bir ‘şey’dir. İlk evim annemin karnıydı, ikinci evim müzik ve kitaplardı. Sonra evlat edindiğim ve dokuz yıl birlikte yaşadığım siyah beyaz bir kedi oldu evim. Bu arada âşık oldum ve evim bir insan oldu. Derken anladım ki, ev aslında benim! Ben de tıpkı bir salyangoz gibi, nereye gidersem gideyim evimi sırtımda taşıyorum ve kendime ait olmayı sürdürdüğüm sürece, onu asla kaybetmeyeceğim.
“Mutluluk, peşinden koşmadığınızda kendiliğinden gelen iyi huylu ve tatlı bir hayvan”
Ya mutluluk nedir? Sonsuz bir arayış mı, yaşadığımız anların toplamı mı? Yoksa hayatın anlamı mı?
Yıllar önce Kahramanı Kurtar adında bir çocuk romanı yazmıştım. O kitapta mutluluğun ne olduğunu tanımlamaya çalışmıştım. Şöyle demiştim: “Mutluluk, onun peşinden koşmadığın zaman sana kendiliğinden gelen küçük, iyi huylu ve tatlı bir hayvandır. Onu kucağına almaya çalıştığındaysa elinden kaçar ve seni bırakıp gider.” Buna kesinlikle inanıyorum. Yeni çağın bizi inandırmaya çalıştığının aksine, mutluluk bir şeyler satın alarak varabileceğimiz bir hedef değil. Bir yaşam tarzı ya da hayatın anlamı da değil. Mutluluk sadece bir duygu ve tüm duygular gibi geçici. Bu yüzden onun peşinden koşmayı bırakmamız ve bize geldiği anların tadını çıkarmamız gerekir.