09 Şubat 2025, Pazar Gazete Oksijen
Haber Giriş: 08.12.2024 11:36 | Son Güncelleme: 08.12.2024 11:46

28 sanatçı Avrupa’yı bağlayan nehirlerden ilham aldı

Avrupa Kültür Vakfı, ‘Avrupa Pavilyonu’ ile bu yıl Avrupa’yı birbirine bağlayan nehirleri inceliyor. Kasım ayında Lisbon’da gerçekleşen bir festivalle sona eren uzun soluklu proje, 28 uluslararası sanatçıyı Avrupa’nın dört farklı nehrinde özel bir yolculuğa çıkardı
Fotoğraf: Manuel Casanova
Fotoğraf: Manuel Casanova

Nart Özel

İsviçreli düşünür Denis de Rougemont ve Avrupa Konseyi’nin kurucusu Robert Shuman tarafından bağımsız bir vakıf olarak kurulan Avrupa Kültür Vakfı (European Cultural Foundation), 2020 yılından itibaren Avrupa Pavilyonu adındaki kültür fonu ile Avrupa ve geleceğini en yaratıcı şekilde inceleyen büyük bir kültürel projeyi hayata geçiriyor. 2023 yılında bir açık çağrı ile Türkiye dâhil birçok ülkedeki organizasyona kapılarını açan vakıf, Hollanda merkezli Espaco Agora Now tarafından kurgulanan Liquid Becomings (Sıvı Oluşumlar) adındaki projeyi bu yılın Avrupa Pavilyonu olarak seçti.

Kasım ayında Lisbon’da gerçekleşen bir festivalle sona eren uzun soluklu proje, 28 uluslararası sanatçıyı Avrupa’nın dört farklı nehrinde özel bir yolculuğa çıkardı. Sanatçılar, Tuna, Ren, Vistül ve Tejo nehirlerinin hem toplumları nasıl birleştirip ayırdığını, hem de Avrupa’nın yaşadığı buhranların çevreye yansıyan etkilerini inceledi. Yolculuklarından ilham alarak yaptıkları eserler ise Lisbon’da bulunan Quinta Alegre Sanat Merkezi’nde sergilendi. Ben de bu süre boyunca Lisbon’da hem etkinliklere katılma hem de birçok katılımcı sanatçı ile konuşma fırsatı yakaladım.

Geçen yıllarda iklim krizi, yükselen göç dalgası, artan ekonomik endişeler ve aşırı sağ partilerin yükselişi Avrupa’ya damga vurdu. Avrupa Birliği ülkelerinin sınır politikalarını giderek sertleştirdiği bir zamanda gerçekleşen organizasyon, bize nehirlerin farklı toplumları nasıl birleştirebileceğini düşünme fırsatı tanıyor. Avrupa nehirleri, tarih boyunca hem toplumları ticari olarak birbirine bağladı, hem de sıklıkla ülkeleri ayıran doğal sınırlar olarak kullanıldı. Almanya’da bulunan ve zamanında Doğu ve Batı Almanya’yı ayıran Elbe Nehri, günümüzde büyük bir turizm ve ticaret havzası olmasının yanı sıra, hala Doğu ve Batı Almanlarının arasındaki kültür çatışmasının bir sembolü olarak görülüyor. Türkiye ve Yunanistan arasında bulunan Meriç Nehri ise, son zamanlarda göç krizleri ve uzayan sınırlar arası geçiş süreleri ile anıldı.

Proje kapsamı boyunca kullanılan ve yedi kişilik sanatçı gruplarını konuk eden botlar, Avusturya menşeli MS-Fusion tarafından tasarlandı. Olabildiğince dikkat çekici şekilde tasarlanan botlar, sanatçılar ve nehirdeki diğer topluluklar arasında bir iletişim kapısı olma işlevi üstlendi. Bu sayede sanatçılarla halk sıklıkla iletişim kurabildi. Portekiz’den Teatro Meia Volta, Polonya’dan FLOW ve Sırbistan’dan United Artist Labor ise projenin diğer partnerleriydi. Festival kapsamında, birçok konsere, hatta Lisbon banliyölerinde düzenlenen renkli bir geçit törenine de katılma fırsatı yakaladım. Samabadan batukuya Lisbon’un kozmopolit müzik kültürünü görmemi sağlayan etkinlikler, liman şehirlerinin oluşturduğu renkli dokulara beni bir kez daha hayran bıraktı.

Lisbon’da konuştuğum sanatçılar, dört farklı nehirde yaşadıkları farklı deneyimlerden büyük bir heyecanla söz etti. Örneğin, büyük Polonya şehirlerini birbirine bağlayan Vistül Nehri’ni geçen sanatçı grubu. Geçmişte kıyılarında açılan maden yataklarıyla büyük hasar gören nehir, maden yataklarının 1990’larda kapanmasıyla birlikte bugün Polonya’nın yeşil doğasını koruyan bir doğa harikası olarak öne çıkıyor. Nehrin romantik doğasından çok etkilenen sanatçılar, organik formlar ve doğaya övgünün öne çıktığı eserler sergiledi. Małgosia Markiewicz’in Vistül’de yetişen mantarlardan ilham alarak tasarladığı örgü ceket ve Maria Magdalena’nın doğa seslerinden ilham alarak yaptığı performans dikkat çeken işlerdendi.

Tuna nehrini geçen sanatçılar ise Avrupa Birliği vatandaşı olan ve olmayan sanatçıların sınır kapılarında gördüğü farklı muamelelerden, mülteci krizi ve hala yarası kapanmayan Yugoslavya Savaşları’nın bıraktığı izlerden etkilendi. Etnik tonlar, sanatçıların işleri ve performanslarında öne çıkıyordu. Botun kaptanı ve sanatçılardan biri olan Hanna Priemetzhofer, her şeye rağmen nehir çevresinde yaşayan toplumların sıkı bağlılıklarının; Tuna nehrinin toplumları ayırmasının yanı sıra toplumsal bir kimliğe de dönüşmesinin ona ilham verdiğini söyledi. Söylediğine göre, nehir çevresinde yaşayan farklı kökenlerdeki insanlar birbirlerini ‘Tunalı’ olarak çağırıyordu. Tuna’nın aidiyet hissinden etkilenen bir diğer sanatçı Niel de Vries’te hazırladığı alçı ‘Tuna pasaportu’ heykellerini Quinta Alegre’de sergiledi.

Batı Avrupa’nın büyük ticaret şehirlerini birbirine bağlayan, Avrupa’nın şahdamarı Ren Nehri’ni geçen sanatçılar ise nehrin bir doğa harikasından çok büyük bir caddeye benzemesinden yakındı. Rota boyunca büyük ticaret gemilerini, yapay peyzajları, doğa kirliliğini görmek onları doğaya yakınlaştırmamış, uzaklaştırmıştı. Çevre kirliliğine dikkat çekmek için, Mette Sterre, Alicja Wysocka, ve Martin Schick; ‘MS-Fashion’ adında bir sokak modası markası kurup, Ren nehrinden topladıkları atıklarla kendi kıyafetlerini diktiler. Quinta Alegre’de sergilenen tasarımlar, hakikaten de diğer eserlere kıyasla daha fazla kullanılan kentsel ve çağdaş vurgularla dikkat çekiyordu.

Daha seyrek yerleşimler sebebiyle görece sakin Tejo Nehri’ni geçen sanatçılar ise daha çok oluşturdukları birliktelik hissine, yaptıkları etkili takım çalışmasına odaklandı. Jelatin baskı metodunu kullanarak ortak bir yayın hazırlayan grup, yolda karşılaştıkları nesnelerle düşüncelerini bu küçük dergiye aktardı. Tejo Nehri’nin sanatçı grubunda da yer alan Hanna Premetzhofer, bana takım olma hissinin bir nevi ‘aynı gemide olma’ hissiyle bağlantılı olduğunu söyledi. Parçalar halinde İspanya’ ya getirilen botu birlikte inşa etmişler, rota boyunca giderken kendi imkânlarını zorlamışlar, onlara göre olmayan bir ortamda bir hayatta kalmaya çalışmışlardı. Sanatçıları dinlerken, neden okullarda da benzer projelerle takım çalışması öğretilmiyor diye düşündüm. İnsanları birleştirmesiyle, takım çalışmasına teşvik etmesiyle, empati hissini tetikleyip sanatçılarla nehir halkını etkili biçimde yakınlaştırmasıyla Avrupa Pavilyonu taktire şayan bir projeydi. Eğer bu organizasyondan hareketle gelecekte daha büyük ölçekli projeler geliştirilirse projenin etkisi daha geniş sınırlara ulaşabilirdi.

Liquid Becomings, su kütlelerinin toplum psikolojisine olan etkisini, genelde toplumları ayırmasıyla öne çıkan su sınırlarının nasıl toplumları birleştirebileceğini yenilikçi bir yaklaşımla ortaya koyuyor. Su kanallarının sadece doğa harikası olmasından çıkıp, toplumsal sembollere dönüşmesi bizim de alışık olmadığımız bir durum değil. Avrupa ve Asya’yı birbirinden ayıran İstanbul Boğazı, tarih boyunca Doğu’da Batı’yı da kucaklayan birçok İstanbullunun simgesi oldu. ‘Boğaz havası alma’ nın şehir yaşamının en önemli aktivitelerinden biri olduğu bu kentte de belki benzer projeleri düşünme vakti gelmiştir.