Bilge Karasu’dan Sevgi Soysal’a, Sabahattin Ali’den Cemal Süreya’ya, Attila İlhan’dan Tomris Uyar’a nice önemli edebiyatçıya ev sahipliği yapan, onların bir araya geldiği ve ürettiği mekanlarıyla geniş bir edebiyat mahfili haline gelen Ankara, aslında kendi başına çok iyi bir roman kahramanı. Hem çağdaş hem de klasik pek çok örneği var bunun…
“Ankara’da kültür-sanat” köşesinin yazılarını yazarken en sevdiğim şey bu şehirde yaşamış edebiyatçıları, onların şehirde dokunduğu ve edebiyat mahfili haline getirdiği mekanları anlatmak oluyor. Şehrin 50’li yıllarda başlayan zengin edebiyat hayatından bahsetmekten ve o günlerin edebiyat başrollerini, başrol mekanlarını anlatmaktan büyük bir mutluluk duyuyorum Ankaralı bir yazar olarak. O yüzden bu hafta da, yolu Ankara’dan geçmekle kalmamış Ankara’yı romanlarına başkent yapmış klasik edebiyatçılarımızın ve Ankara’da yaşayan, haliyle tüm satırlarıyla günümüzün Ankara sokaklarında gezinen çağdaş yazarlarımızın kitaplarından bahsetmek istiyorum sizlere.
Ankara için çok erken bir veda
Üretken isimler söz konusu olduğunda ölümün geçi erkeni olmaz, biliyorum ama film yapımcısı, sanatçı ve yazar Canol Balkaya, ne yazık ki aramızdan çok erken ayrıldı. Kovan filmiyle Antalya Film Forum’dan ödülle dönen, Albert Camus’nün “Yabancı”sına hayran olan ve elinde farklı dillerde elliden fazla baskısını bulunduran ve 2019’da İletişim Yayınları’ndan çıkan romanı “Kompartıman” ile yaşadığı şehir Ankara’ya bir selam gönderen Canol Balkaya, gerçek bir entelektüeldi. Romanı yayımlandığında, Yüksel Caddesi’ndeki Ardıç Kitabevi’nde oturup bir solukta okumuş ve hakkında bir yazı yazmıştım. Şöyle başlıyordu yazım: “Canol Balkaya’nın ‘Benim kurguladığım ama bu coğrafyada yaşayan herkesin hikâyesi,’ dediği ‘Kompartıman’, Ankara’da doğup İstanbul’da ölen bir hikâye. Koyu grisine rağmen Ankara’yı çok sevenlerin, bu coğrafyanın unutulmayacak gerçeklerinin hikâyesi… Bir Ankara romanı bu; şehrin grisi, sisi, pusu üstüme çöküyor okudukça. Ankara’mın 39 yıl önceki hali gözümde canlandıkça ürküyorum. 1980 darbesi diyor Canol Balkaya, Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün meşhur altıncı katı diyor, Mamak Askeri Cezaevi diyor…” diye uzayıp gidiyordu satırlarım. Yazı yayımlandıktan sonra Canol’la konuştuğumuzu, yazıyı çok beğendiğini hatırlıyorum. Yeni romanının geleceğini duyurduktan kısa bir süre sonra öldüğünü duyduğumda ne kadar üzüldüğümü anlatamam. Bu yüzden ona bir selam göndererek başlamak istedim bu haftaki yazıma…
Yenişehir’i artık arasanız da bulamazsınız
Ankara yazarlarını düşündüğümüzde belki de akla gelen ilk isimdir Sevgi Soysal. Ve benim zihnimde şehirle en çok özdeşleşen kitabıysa “Yenişehir’de Bir Öğle Vakti”. Devrilmek üzere olan bir kavak ağacı metaforu üstünden şehir insanının portresini sunan roman, kavak devrilmeden önceki yarım saatin tasviri aslında. Yenişehir artık yok, Kızılay tarafından yutulmuş halde. Bir zamanlar Piknik varmış Yenişehir’de, Sevgi Soysal’ın da en büyük müdavimlerinden biri olduğu. Soysal, 1973 yılında Orhan Duru’ya verdiği bir röportajda şunları söylüyor bu romanı ve müdavimi olduğu Piknik hakkında: “Bir kavağın devrilme süreci içinde, bir öğle vaktinde, Kızılay’dan Pikniğe akan başkent kalabalığına, bir film makinasının objektifiyle bakmak ve objektife giren kişileri, bu devrilme olayı içindeki yerlerine oturtmak istedim.” Önsözde de yazdığı gibi bir kitabı da bir şehri de daha yakından tanımanın tek koşulu içine doğrudan dalmak. Ben Ankara’nın sokaklarına çok sık dalıyorum, Sevgi Soysal’ın Yenişehir’ini, Piknik’ini arıyorum, bulamıyorum… Meraklısı için, Soysal’ın tüm külliyatı İletişim Yayınları’ndan çıkıyor.
Şehirde acayip olaylar oluyor
Ankara, yukarıda adı geçen isimler ve onların eserleriyle düşündüğümüzde çok romantik bir şehir elbette ama her şehir gibi buranın da karanlık ve acayip yanları var. Ve bu karanlık tarafı, çağdaş yazarlarımızdan Mahir Ünsal Eriş, “Acaip” romanında çok iyi anlatıyor. Eriş’in Storytel için tefrika olarak yazdığı ama daha sonra kitaplaşan “Gaip”te araladığı sır perdesini iyice açtığı “Acaip”, Ankara’daki bir çeviri bürosundan başlayıp karanlık işlere doğru ilerleyen bir aşk hikayesi. Hikâyede geçen kurum ve kuruluşların gerçekle hiçbir ilgisi yok diyor Mahir Ünsal Eriş ama bana gerçekle çok yakın bağlar kurduran sahneler var romanda. En unutamadığımsa Emek’te bulunan İsrail Evleri tasviri. Site denir İsrail Evleri için ama bilen bilir, günümüzün o çok katlı, ruhsuz siteleriyle ilgisi bile yoktur buranın. Çok katlı olmayan, balkonları desenli kiremitten, bahçeleri yaşlı ağaçlarla dolu, aralarındaki sokakları mis gibi yaprak kokan, sıcacık evlerdir bunlar. Eriş de kahramanını bu evlerin arasında gezdiriyor ve daha önce başka hiçbir romanda karşıma çıkmamış İsrail Evleri’nin bir romanda bu kadar iyi tasvir edilmiş olması beni çok mutlu ediyor. Ben Can Yayınları baskısından okumuştum “Acaip”i ama Eriş bundan sonra tüm eserleriyle Doğan Kitap’ta.
Göksu Gölü bataklıkmış eskiden
Ankara’da yaşaması dışında hakkında pek fazla bilgiye sahip olmadığımız, belki de göz önünde olmayı tercih etmediği için olamadığımız bir yazar: Barış Bıçakçı. “En sevdiğiniz yazar?” sorusuna ilk cevabım. Hangi kitabından bahsetsem Ankara demeden bahsedemem ama bir tanesi var ki, benim için tam bir Ankara anlatısı. 2000’li yılların ortalarında, biz öğrenciyken şehrin çok uzak olarak bahsettiğimiz yerleri vardı; Batıkent, Eryaman… 15-20 yıl içinde toplu konutlar, AVM’ler derken şimdi buralar şehir merkezi oldu neredeyse. İşte şehrin tam da bu halinin anlatısı “Sinek Isırıklarının Müellifi”. Ruhsal gedikleriyle uğraşan, yazar olmak isteyen Cemil’in kasvetli hayatı bir tarafta akıp giderken bir yanda da Göksu Gölü civarında etap etap toplu konutlar yükseliyor. Tekinsiz adamların arabalarının içinde kafa çektikleri bir çamur deryası olan göl, bu konutlara taşınan insanların etkisiyle düzenlenmeye başlıyor -ki bugün su kenarında vakit geçirmek istediğim anda gittiğim ilk yer-. “İstanbul’da gün boyu dolaşırken dünyanın haline üzüldüm. Ankara’da insan sadece Ankara’nın haline üzülüyor,” diyor Cemil. Romanın ilk basım tarihi 2011, ben Ankara’nın haline hâlâ üzülüyorum… Bıçakçı’nın da “olayların Ankara’da geçtiği” tüm külliyatını İletişim Yayınları basıyor.
Bu romandaki her şey Ankara hakkında
Bu haftanın yazısını, çağdaşım ve yaşıtım bir yazarla kapatmak istedim. Ankara’nın flanörü Can Öktemer, geçtiğimiz aylarda Everest Yayınları’ndan ilk romanını yayımladı: “Hayat, Evren ve Sezen Hakkında”. Öktemer her ne kadar hayat, evren ve Sezen hakkında dese de bu romandaki her şey Ankara hakkında. Otuzlarının ortasındaki başkarakterimiz, hayatını yoluna koymaya çalışırken, Sezen’le tanışmadan önce de sonra da, şehrin sokaklarında yürüyor da yürüyor. Kızılay’dan Kurtuluş’a, Tunalı Hilmi’den Bahçelievler’e, Seymenler’den Botanik’e yürürken mekanlar ve insanlar akıyor romanın içinden. Ankara mekanlarına ve sokaklarına dair tüm detayları okuyabileceğiniz bu roman hakkında Öktemer’le Oksijen için bir röportaj yapmıştık ve başlığa da taşıdığım şu güzel cümleyi söylemişti bana: “Bir şehirle bağ kurmanın en iyi yolu sokaklarında kaybolmak bence.” Bence de! Hele sokaklarda kaybolurken yorulduğunuzda karşınıza çıkacak küçük bir kahvecide oturup okumak için, yine içinde kaybolacağınız bir kitap alırsanız yanınıza, tadından yenmeyecek bir gün olur.
Bu haftalık bu kadar ama aklımdan geçip de bahsedemediğim o kadar çok roman kaldı ki, onları da başka bir hafta anlatmaya söz vererek ayrılıyorum huzurlarınızdan. Olur da Ankara sokaklarında karşılaşırsak selam verin lütfen.