Yeni serginizdeki portrelerde gözler ve bakışlar çok etkileyici. Bu sergiyi oluşturmaya nasıl karar verdiniz?
Portrelerimi izleyenlerden çok sık duyduğum, onlara geçen en güçlü ortak duygulardan biri bu. Evet, bakışlardaki derinlik. Resmin öngörülemez oluşu heyecanlandırır beni. İşlerimi üretim aşamasında kimsenin görmesini istemem. Sonuçlarının beni de şaşırttığı özgürce denemeler yaptığım atölyemde yalnız kalmak isterim. O anda söylenen olumlu bir eleştiri bile olumsuz etkiler, resme devamımı zorlaştırır. Bu nedenle atölyeme kimseyi davet etmem. Yapabilsem resimlerimi klasik ressamların yaptığı gibi bir örtüyle örtmek isterim. Sergi açma fikri sanırım o mecazi örtüyü kaldırıp, resimlerime başkalarının gözüyle de bakma isteğimden doğdu.
Serginizin adı Emily Dickinson’ın bir mısrasından geliyor, neden?
Emily Dickinson şiirleri ve hayatı ile beni etkileyen, sevdiğim bir şair. Bir iki portresini de resmetmiştim daha önce. Sevgili Deniz Artun ile sergi ismi hakkında yazışırken, tıkandığımız bir anda, hadi şairlere bakalım dedik. Aklıma ilk gelen onun şiirleri oldu. Hemen bir mısrasını gönderdim ama biraz karanlık bulduk. Sonra Deniz’den “Ve Bir Gülüm Ben!” geldi. Çarpıldım. İkimizde çok sevdik. Resimlerin diline çok uymuştu. Mecazi anlamının dışında sergideki resimlerde kullandığım renkleri, gül kırmızılarını, portrelerin yanaklarındaki gül pembelerini, gül resmini şaşırarak fark ettik.
“Resmettiğim öznelerin bariz benzer noktaları var”
Portreleriniz kendi aralarında nasıl bağlar kuruyorlar?
Tabii ki portrelerimde resmettiğim öznelerin bariz benzer noktaları var. Çocukluk, kırılganlık, masumiyet, ve kelimelerle tarif etmesi zor birtakım hissiyatlar fırçamı bir tip portreye yatkın kılıyor. Fakat resim o kadar doğal, içten gelen bir faaliyet ki aralarındaki bağlantıyı mantıksal veya entelektüel bir boyutta hiçbir zaman değerlendirmedim, verebileceğim net bir cevabım da dolayısıyla yok. O yorumu resimleri karşısına alanlara bırakıyorum. Sanatçı yerine izleyicinin o bağlantıları kendisinin kurması bence daha hoş ve daha doğal.
Ve Bir Gülüm Ben’de neden kendi yüzünüz yok?
Bir Instagram paylaşımımda gençlik fotoğrafımın altına şunları yazmışım. “Neden kaşları yok ediyorum, neden başları hafifçe yana eğiyorum. Yüzlerdeki aynı ifade. Acaba gerçekten herkes kendini mi yansıtıyor yaptığı işlere.” Sorunuzun cevabı bu olabilir sanıyorum.
Nuri Bilge Ceylan’ın Kuru Otlar Üstüne filminde eserleriniz yer aldı. Ceylan ile yolunuz nasıl kesişti? Ceylan’ın sinematografisi hakkında neler söylemek istersiniz?
Nuri Bilge ve Ebru Ceylan ile aynı sokakta oturuyoruz. İkisi de çok sevdiğim arkadaşlarım. Yıllar önce gerçekten de bir sokak karşılaşmasında, ayak üstü bir muhabbetle başladı bu süreç. Büyük bir samimiyetle resimlerimi sevdiğini söyledi. Bu benim için çok kıymetli ve motive ediciydi. Ben de ona ilerde Kuru Otlar Üstüne filminde kullanacağını bilmeden en sevdiği resmimi verdim.
Sanırım Nuri Bilge’nin sanatsal diliyle benimki birbirine yakın, benzer ilham kaynakları, benzer bir göze sahibiz. Peyzajlarındaki melankoli, doğanın içimize işleyen o çetin güzelliği; kompozisyon açısından da uzun çekimlerinde resme dayanan bir ustalık var. Sanırım o kamerayla, ben ise boyayla benzer duyguları ve hissiyatları teşkil etmeye çalışıyoruz. Bu ana formatım olan portre için de geçerli. İyi bir portre, resmedilen öznenin psikolojik yapısını, ruh halini, iç dünyasını yansıtabilmeli. Nuri Bilge’nin ise sinemasının özü, uzun çekimlerinin, peyzajlarının, estetik ve sanatsal dilinin yanı sıra canlandırdığı, Dostoyevski ve Çehov’da olduğu gibi müthiş psikolojik ve duygusal derinliğe sahip olan karakterleri. Resimlerimin filmine, Nuray’ın odasına yakışmalarını da bu ortak noktalara, dilimizin ve bize ilham veren şeylerin uyumluluğuna yoruyorum diyebilirim.
Siz 9 yıl Paris’te yaşadınız, iki farklı toplum için iki farklı Kötü Kız çizseniz en çok hangi husus değişir?
Kötü kız her yerde Kötü kız. Fransa için atmosfer ve mimariyi değiştirir, erkekleri biraz daha “cool” çizerdim.
Siz aslen çok başarılı bir karikatüristsiniz, ancak bu eserlerinizdeki gözlerde, bakışlarda çok daha derin, hüzünlü, başka hisler saklı; en çok hangi 20. asır Avrupa ressamlarını seversiniz?
Akademide öğrenci iken Matisse ve Alman ekspresyonistleri (Max Beckmann) arasında gidip gelirdim. Paris’te yaşarken komşu kapısı yaptığım Orsay Müzesi’nde yüzlerce resim arasında dolaşıp kendimi hep 19. yüzyıldan gelen Manet resimlerinin önünde bulurdum. Biricik ressamım Manet’dir. Hem plastik hem de duygusal olarak çok etkiler beni.
Sergi 11 Ekim’e dek Galeri Nev Ankara’da devam edecek.