Haliç sahilinden bakıldığında Fener sırtlarındaki ihtişamlı, kırmızı ateş tuğladan yapılmış binayı bilmeyen yok gibi. Tuğlalar zamanında Marsilya’dan getirilmiş, Fetih sonrası Fatih Sultan Mehmet Rum Ortodoks halkını “Burası sizin eviniz” diye davet etmiş. Binanın ortasından yükselen kubbeli kulesi kentin siluetinin vazgeçilmez unsuru, görkeminden dolayı çoğunlukla Fener Rum Patrikhanesi ile karıştırılıyor. Ancak burası günümüzde Fener Rum Ortaokulu ve Lisesi olarak hizmet veriyor. Bina İstanbul’da en merak edilen mekanlardan zira birkaç özel etkinliği saymazsak, okulun içini öğrencileri dışında çok az kişi tanıyor, biliyor.
Buna karşılık yılda bir kez, o da yılbaşı kermesi için okul kapılarını herkese açıyor. Sembolik bir ücret karşılığında bu 500 yılı aşkın geçmişi olan simge binayı gezebiliyor hem de yılbaşı için yakınlarınıza çam sakızı çoban armağanı el yapımı hediyeler, lezzetli kurabiyeler, artık çok az kişinin yaptığı ‘topik’ gibi mezeler satın alabiliyorsunuz.
Fener Rum Ortaokulu ve Lisesi, 1454 yılında kurulmuş. Patrikhane Akademisi, Kırmızı Okul, Birinci Akademi gibi isimlerle anılmış. İstanbul’un fethinden sonra Bizans’ın yönetici sınıfı ve tüccarları kenti terk ederek Ege adaları, İtalya ve Fransa’ya sığınmıştı. Fatih Sultan Mehmet, 1454’te tüm İstanbullu Ortodoksları kente geri çağırınca; Ortodoksların kendi dillerinde eğitim yapabileceklerini, Patrikhanelerini yeniden ihya edebileceklerini ve ibadetlerini eskiden olduğu gibi serbestçe yerine getirebileceklerini bildirdi. Bunun üzerine İstanbul’dan ayrılmış olan Rumlar gruplar halinde kente geri döndü.Fatih Sultan Mehmet’in fermanı ile Patrik Gennadios tarafından 1454’te Fener sınırları içinde Osmanlı tarafından geniş olanaklar sağlanan bir okul kuruldu. Burada okutulan dersler teolojik ağırlıklı, antik ve çağdaş felsefe, klasik filoloji ve edebiyattı. Okul 1861’den sonra ise klasik eğitim veren bir liseye dönüştü.
Geçen cumartesi yılın o beklenen günü geldi ve gelenek olduğu gibi Fener Rum Lisesi kapılarını açtı. Ancak bu kez beklenenin çok çok ötesinde, olağanüstü bir ilgiyle karşılaştı. Bunda hiç şüphesiz aralık ayı olmasına rağmen mevsim normallerinin çok üzerindeki sıcaklık da büyük rol oynadı. Ancak sosyal medya üzerinden pek çok etkinlik hesabında “Birlikte gitmek istediğin kankanı etiketle” tarzında duyurular da yapılınca amiyane tabirle olay patladı.
Olacaklardan habersiz Eminönü üstünden Fener’e ulaşmaya çalışırken önce inanamadım açıkcası. Şehir Hatları vapurları dolup dolup taşıyor, aynı şekilde Balat yönüne giden halk otobüsleri de bundan nasibini alıyordu. Daha da ilginci insanlar gruplar halinde akın akın Fener’e yürüyorlardı. Balat’ta izdiham vardı. “Yok artık, o kadar da olamaz” diye düşünüyordum ki o sırada genç bir hanım yanaştı yanıma usulca “Kırmızı Lise’ye gitmek için bu duraktan mı biniliyor?” diye sordu.
Fener lisesi için mi kuyruk?
Bir an gidip gitmemek arasında tereddüt ettimse de bu kez de merakıma yenilip yürümeye devam ettim. Balat’a girip irili ufaklı kafelerin olduğu uzun sokağa geldiğinizde zaten yandaki kuyruğu fark etmemeniz imkansız. Ama insan yine de sormaktan alamıyor kendini “Fener Lisesi için mi bu kuyruk?”
Saat 12.00-17.00 arası düzenlenen kermes için sabah 8.30’da kuyruğa girdiklerini söyleyenler vardı. 2,5 saat bekleyip hala kapıya varamamış olanlar yine de ümitliydi “Olsun kuyruk hızlı ilerliyor.” Ancak bir süre sonra işin rengi değişmeye başladı. Zira okula girip çıkmayı başaran bir grup da yanınızdan geçerken adeta nazire yaparcasına “Boşuna beklemeyin, 2 saatten önce sıra gelmez size” diyiveriyordu.
Keşke yılda iki gün açsalar
Yüzlerindeki “Biz içeri girdik siz derdinize yanın” ifadesi vardı sinir bozucuydu. Arkamda bekleyen genç üniversite öğrencisi Nermin “Keşke yılda bir gün değil de iki gün açsalar okulu” dedi “Böyle çok zor olacak içeri girmek.” Hemen önümde duran, şık giyimli üç arkadaştan biri “Tezgah aşsaydık satış yapardık bu kuyrukta” deyip gülüştü. “Vatikana bile girmek bu kadar zor olmamıştı” dedi içlerinden bir diğeri.
Okula çıkan yokuşu ve üzerindeki kalabalığı gördüğümde “mahşer böyle bir yer olmalı” diye düşündüm. Tarkan konserine bile girmek daha kolaydı sanki. Tam bu sırada 2 genç yaklaştı, “En önde yerimiz var arkadaşımla. 500 TL’ye size veririz demesin mi?” İki kişi 500 TL’yi verip gençlerin peşine takılıverdi.
Sonunda bir müddet sonra bahçe kapısından içeri girmeyi başardım. Ama orası da başka bir olay. Artık iyice sabırsızlanan insanlar hakkına razı olmayı ya da kibarlığı bir yana bırakmış bir an önce okula gireceğim diye sıranın önlerine “kaynak” yapmaya başlamıştı. Tartışmalar aldı yürüdü.
Şanslı azınlık içerde
Taş merdivenlerin sonrasında ise ancak bir kişinin girebileceği şekilde kapının tek kanadı açıktı. İçeri girmeyi başaran ‘şanslı azınlık’ koridorlarda ilerlemeye çalıştı. Doğrusu ne binanın içini ne de sınıfların içine kurulmuş tezgahları rahatça görmek mümkün değildi.
Tezgah sahipleri de duruma şaşırıp kalmıştı. “Geçen yıl da kalabalıktı. Ama yine de bu kadar değildi” dedi el emeği ürünlerini sergileyen bir hanım. Seramikten yaptığı orijinal yüzükleri, kolyeleri 80-450 TL aralığında satıyordu. Bir diğer tezgah yiyeceklere ayrılmıştı. Dilimi 25 TL’den mozaik kek veya artık bulunması kolay olmayan büyük bir porsiyon topik mezesini 120 TL’den almak mümkündü. Ne var ki içerdeki izdiham da rahat rahat alışveriş etmeye izin vermiyordu.
İnanılması güç ama sadece 500 yıllık bir binayı görmek için İstanbul’un göbeğinde izdiham oluşmuş, otobüs, vapur, tramvay ne varsa dolmuş taşmış, insanlar bütün günü bir kuyrukta geçirmişti. Çoğu kişi içeri girememiş, girenler de içerde olan biteni, bu tarihi binanın ruhunu anlayamamış, kermes sahipleri de çok memnun olmamıştı. Tıpkı üniversite öğrencisi Nermin’in önerisi gibi belki de bir değil yılda iki gün açılmalıydı kapılar…