Özde Gözler
Ailemdeki insanların çoğunda uçuş korkusu olduğu için benim uçağa binmemden de endişe ediyorlardı. Ancak 16 yaşında bu gidişata bir dur dedim ve ilk kez, İzmir'den İstanbul'a gitmek için uçağa bindim. Tek başıma... Yanımda oturan kişi bir iş insanıydı ve ilk kez uçtuğumu anlayınca bana "Merak etme, uçmak çok keyiflidir. Türbülans dediğin şey de mıcırlı yolda gitmek gibidir" dedi ve o günden sonra ben bu adını bile bilmediğim insanın telkinini içselleştirerek uçmaktan çok keyif almaya başladım. Sonraki on sene boyunca da dünyanın pek çok yerine uçtum. Aynı o adam gibi ben de korkan insanları teskin ederdim o zamanlar. Uçağın kalkış anındaki hızlanması bile beni mutlu ederdi.
Ta ki, Nice dönüşü Paris'e inmeye çalışırken fırtınaya yakalanana kadar... Uzun süre havada dolanıp bizden önceki 49 uçağın acil iniş yapmasını beklerken uçmakla aramdaki aşk sona ermişti. Sonrasında bir süre daha kendimi zorlasam da, uçaktayken ellerimin terlemesi, kalbimin çarpması, her duyduğum ses ve harekette uçağın düşeceğini sanmam giderek beni uçmaktan tamamen soğuttu. Kalbim o kadar çarpıyordu ki, artık uçarken uçağın düşmesinden değil, kalp krizi geçirmekten korkar olmuştum. Ve sonraki 10 yıl boyunca hiç uçmadım. Bir saatlik uçak yolculuğu yerine 10 saat boyunca çılgın otobüs şoförlerine katlandım. Feribotta fırtınaya yakalandım. Bunlar da korkutucuydu ama uçak kadar değil... Kara yollarına sıkışıp kalmak, en sevdiğim şeylerden biri olan yurt dışına çıkma imkanımı da elimden almıştı. Pasaportumun nerede olduğunu bile unutmuştum artık.