18 Eylül 2024, Çarşamba Gazete Oksijen
Haber Giriş: 14.09.2024 10:30 | Son Güncelleme: 14.09.2024 15:20

Adalete olan güven azalıyor mu?

Prof. Dr. Sözüer: ‘Suç işleyenin yanına kar kalıyor’ düşüncesi var. Buna ‘cezasızlık algısı’ diyoruz; Prof. Dr. Sümer: Adliyede adalete kavuşacağına inanılır. Türkiye’de bu inanç çok zedelendi; Prof. Dr. Ergur: Kimilerinin vicdanında dokunan, canını acıtan olaylar başkasını rahatsız etmiyor
Adalete olan güven azalıyor mu?

Diyarbakır’da 8 yaşındaki Narin’in öldürülmesinden sonra yaşananlar ‘suçlular bulunacak ve cezalandırılacak mı’ endişesinin sesli olarak gündeme gelmesine neden oldu. Geçtiğimiz hafta ise milyonlarca lira kaçırdıkları ve kara para akladıkları gerekçesiyle yargılanan Dilan Polat ve eşi Engin Polat’ın serbest bırakılması da benzer tepkilere yol açtı... Hapiste tutuklu bulunan Osman Kavala, Tayfun Kahraman ve Can Atalay hakkındaki hukuki süreçte yaşananlar da uzun zamandır tartışılıyor. Adam öldürme gibi ağır cezada yargılanan ve hüküm giyen kişilerin bir kaç yıl hapis yatıp kısa sürede çıkması da gündeme sıkça gelen başka bir konu... İşte bu yaşanan olaylar uç uca eklendiğinde adalet sisteminde bir standardın olmadığı yorumlarına neden oluyor. Hatta gün geçtikçe adalete olan güven duygusunda hızla bir erime olduğu ise başka bir yorum. Gerçekten böyle bir durum mu söz konusu? Toplumda adalete güven azalıyor ve insanlar artık kendi adaletlerini mi yerine getirmek istiyor? İşte bu soruyu alanında uzman 3 akademisyene sorduk. 2005 yılında yürürlüğe giren Türk Ceza Hukuku Reformu'nun baş mimarlarından Prof. Dr. Adem Sözüer, Sabancı Üniversitesi Psikoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nebi Sümer ve Galatasaray Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Ali Ergur toplumdaki adalete olan güveni Oksijen için yorumladı...

Prof. Dr. Adem Sözüer: Cezasızlık algısı

Ceza hukuku bütün toplumun ilgisini çeken bir hukuk dalı. Bir ceza, birincisi kusurun yani suçun ağırlığına göre verilir. İkincisi de etkin olarak infaz edilir. Eğer bir kişinin suçunun, kusurunun ağırlığından daha fazla ceza verirseniz toplum buna tepki duyar. Zaten o yüzden de kasten öldürme veya nitelikli öldürme en yüksek cezalara çarptırılır. Fakat sizin bu cezayı etkin olarak infaz etmeniz de gerekir. Türkiye’de ise ceza hukuku bakımından gündeme gelen olaylara baktığımızda adalete güvenin sarsıldığını görüyoruz çünkü vatandaşta ‘suç işleyenin yanına kar kalıyor’ düşüncesi var. Biz buna ‘cezasızlık algısı’ diyoruz. Peki halk yanılıyor mu? Hayır çünkü Türkiye’de yapılan ceza hukuku reformları etkin olarak hayata geçirilmiyor. Bunun yerine popülist politikalar uygulanıyor.

Prof. Dr. Adem Sözüer

 

Af kanunu

Öncelikle adı isterse af kanunu olmasın, hemen her iki yılda bir af etkisi doğuran bir kanun çıkarılıyor. İşin ilginç yanı en çok aflara başvurduğumuz konu da siyasette ‘kader mahkumları’ diye gündeme getirilen grupta yer alan suçlar, burada da en çok şiddet suçları ve hırsızlık, yağma ve gasp gibi malvarlığına karşı suçlar. Düşünün, kolluk yakalıyor, delilleri topluyor, savcı iddianameyi hazırlıyor, dava açılıyor, yargılama yapılıyor, dosya istinaf mahkemesine ve Yargıtay’a gidiyor. Tüm bu aşamalardan geçiliyor ve ceza veriliyor. Ancak bu ceza infaz edilmiyor. Tabii ki bunun ciddi bir ‘adalete güven sorunu’ yaratması doğal.

Girdi - çıktı

Mesela beş yıl hapis cezası orta ağırlıkta bir ceza. Ama Türkiye’de çıkarılan bu af kanunlarıyla beş yıllık hapis cezası için bir iki gün cezaevinde yatılıyor, buna da ‘girdi-çıktı’ deniyor. Böyle olunca nitelikli yaralama, belli ağırlıktaki cinsel saldırı suçları veya hırsızlık gibi birçok suç adeta yaptırımı yokmuş gibi oluyor. Orta ağırlıktaki suçların cezası son 10 yıldır adeta infaz edilmiyor. Tabii bu afların sadece orta ağırlıktaki suçlara değil, örgütlü suçlara da etkisi oluyor.

Popülist politikalar

Diğer taraftan ‘cezaları ağırlaştırıyoruz’ gibi söylemlerle de popülist politikalar uygulanıyor. Mesela sağlık çalışanlarına yönelik şiddeti konuşuyoruz. Cezalar artırıldı, tutuklamalar kolaylaştırıldı. Ama sağlık çalışanlarına şiddetin cezasını artıran yargı paketindeki bir başka madde infaz kanununda değişiklik yaparak bu suçları işleyenlerin erken salıverilmesini de kolaylaştırdı. Yani esas sorun Türkiye’de cezaların etkin infaz edilmemesi.

Örnek olay Almanya

Aslında Türkiye’deki cezalar birçok Avrupa ülkesiyle karşılaştırıldığında çok ağır kalıyor. Ama şöyle bir fark var. Çocukların kaçırılıp istismar edilerek öldürüldüğü olaylardan bir örnek vereyim. Almanya’da da her yıl çok sayıda bu tür olaylar oluyor. Fakat birincisi bu olayların çoğu aydınlatılıyor. En önemli caydırıcılık da suçların çabuk aydınlatılması çünkü suçlar işlenirken her zaman ceza kanunlarına bakılarak işlenmiyor, genellikle yakalanmam düşüncesiyle işleniyor. Suçluları caydıran esas şey de yakalanma korkusu.

Cezalar infaz ediliyor

İkincisi de olay aydınlatıldıktan sonra verilen cezalar mutlaka infaz ediliyor. Ve yıllar içinde bu suçların işlenme sıklığı da azalıyor. Çünkü bu suçlar işlendikten sonra koruyucu tedbirlerdeki eksiklikler neler, bunlara bakılıyor. Mesela çocuklar bilinçlendiriliyor, çocuklarla ailelerin iletişim kanalları iyi bir şekilde organize ediliyor, çocuk öğretmenleri tarafından takip ediliyor. Acaba aile içinde çocuğa yönelik kötü bir şey var mı diye kontrol ediliyor. Yani sadece ceza kanunları devreye girmiyor. Bizde de bu kanunlar var bu arada. Mesela aile içi şiddet kanunumuz var. Ama bizde etkili olarak uygulanmıyor.

Öç alma duygusu

Bu cezasızlık algısı yaratıldıktan ve ardından da böyle acı olaylar olduktan sonra da iki şey oluyor. Birincisi birdenbire popülist tartışmalar başlıyor, idamı geri getirelim diye. Toplumun bu gibi olaylarda öç alma duygusuna kapılması çok doğal. Ama hukuk soğukkanlıdır, adildir. Ölüm cezasının suçlardan caydırmadığı birçok incelemeyle ortaya konmuş. Ayrıca ölüm cezası hümanist ceza hukukuna ve insan onuruna aykırı. Diğer taraftan Türkiye’de verilen 100 kararın yaklaşık 60 tanesi doğru çıkıyor, 40’ı bozuluyor. Yani zaten yargılama sistemimizde adli hatalar bu kadar çok. Dolayısıyla bunun gündeme getirilmesi hiçbir bakımdan doğru değil.

Tutuklama ceza mı?

İkincisi de toplum cezanın infaz edileceğinden umudunu kestiği için bütün ilgisi ve beklentisi tutuklama yapılması yönünde oluyor. Eğer bir suçtan dolayı tutuklama yoksa toplum bunu beraat sayıyor. Halbuki tutuklamanın amacı hiçbir zaman için cezalandırma değil, kişi kaçmasın, delilleri karartmasın diye bir tedbir aslında. Diğer taraftan cumhurbaşkanına hakaret gibi özellikle de ifade özgürlüğüyle ilgili suçlarda ise tutuklama olmaması gerekirken tutuklama yapılıyor. Bu da aslında adalete güvensizliği artırıyor.

Toplum beklentisi

Başka bir konu da toplumda yaratılan beklentiler. Bir soruşturma yapılırken önce tüm deliller etkin olarak toplanmalı, daha sonra iddianameye dönüştürülmeli. Ama Dilan Polat davasına baktığımızda soruşturmanın neredeyse canlı yayınlarla yürütüldüğünü gördük. Kara para aklama, örgüt var deniliyor ama canlı yayın gibi gözaltılar oldu. Twitter odalarında avukatlar dahi “Ortada faturalar var, bunlar suçludur” dedi. Bunların hepsi doğru olabilir. Ama tüm bunlar olurken henüz en temel şey olan MASAK raporu alınmadı. Sonra da başta eksik olduğu için iade edilen iddianame ile dava açıldı. MASAK da bir rapor yazdı, biz burada bu hususları tespit edemedik diye. Yani hata baştan yapıldı. Tüm deliller sağlam bir şekilde toplanıp, MASAK raporu alınıp dava açılsaydı bu tartışma olmazdı. Birçok olayda toplumda büyük bir beklenti yaratılıyor. Daha sonra bu beklentiye uygun bir sonuç doğmayınca toplum büyük bir hayal kırıklığı yaşıyor.

Kol kırılır, yen içinde kalır

Dilerim Narin olayında da böyle olmaz. Şu anda herkes çok çeşitli iddialar ortaya atıyor. Ancak gerçek olan bir şey var. Devletin kanunları halen belli toplumsal yapılarda işlerlik kazanmıyor. Bu tür aşiretler, cemaatlerin çoğunda küçük kız çocukları zorla evlendiriliyor, bir suç işlendiği zaman da “Kol kırılır, yen içinde kalır” deniyor. Narin olayına kadar da Batman’daki kadın intiharları veya töre saikiyle işlenen ve intihar gibi gösterilen cinayetler gibi çok sayıda olay oldu Türkiye’de. Bunlarda da etkin soruşturmalar yürütülmedi.

AİHM kararlari uygulanmiyor

Tüm bunlar toplumun her olayda “Acaba bir şey mi gizlenecek, birileri mi korunacak” diye sorgulamasına neden oluyor. Bütün bunların temelinde ise ‘Türkiye’de hukuk zaten uygulanmıyor’ düşüncesi yatıyor. Çünkü Anayasa Mahkemesi hatta AİHM kararları bile Osman Kavala, Tayfun Kahraman, Can Atalay gibi belli kişiler bakımından uygulanmıyor. Ya da siyasetçiler, yönetici konumundakiler biri hakkında “Suçludur” şeklinde bir söylemde bulunuyor, mahkeme o yönde karar vermezse o hakimlerin yeri değiştiriliyor.

Yasama – yürütme - yargı

Bu da Türkiye’de güvenilmemesi gerekenin yazılı hukuk değil, bu uygulamalar olduğunu gösteriyor. Bunu düzeltmenin temel yolu ise yargı bağımsızlığı. Fakat Türkiye’de AYM, Yargıtay ya da HSK üyeleri büyük ölçüde yürütme tarafından atanıyor. Yürütme aynı zamanda yasamada da söz sahibi olduğu için Türkiye’deki bütün yargısal mekanizmalar aslında yürütme yani hükümet tarafından belirleniyor. Dolayısıyla bir denge mekanizması kalmıyor. Örneğin Türk siyasetinde çok tartışılan bir olay var, Ekrem İmamoğlu davası. Toplumda herkes bu kararın İmamoğlu’nun siyasete devam etmesini engellemek için aldırıldığını biliyor ve herkes bu çok olağan bir şeymiş gibi davranıyor. Başka bir deyişle Türkiye’de yargısal taciz yoluyla siyasete yön verildiğini bütün vatandaşlar görüyor, konuşuyor ve izliyor. Böyle bir ortamda da adalet sistemine güvenden söz edemeyiz.

Prof. Dr. Nebi Sümer: Şiddetin algılanmasında artış

Sosyal medyada kadın cinayetlerinde ya da hayvanlara şiddette anons edilen olay sayısında son yıllarda bir yoğunlaşma gözleniyor. Fakat bu da görünürlüğün artmasıyla ve kadınlara ya da hayvanlara uygulanan şiddeti bildirme imkanının geçmişe göre ilerlemesiyle mi alakalı, bilemiyoruz. Bu konuda daha ziyade algılanmada bir artıştan söz edilebilir. Sosyal medyada olumsuz olayların sağladığı etkileşim daha fazla ve bu olaylar yayıldığında toplumda daha da tesirli, akılda kalıcı oluyor. İnsanları tedirgin ederek bir korku iklimi yaratıyor. Yani olaylarda artış olduğunu söyleyemesek de sosyal medyayla beraber bu tür vakaların algılanmasında bir artış olduğunu söylemek mümkün. Şiddetin ve suçun algılanmada artışı, hukuk sistemine ve adalete duyulan inancın sarsılmasıyla birleştiğinde toplumda korku yaratıyor.

Prof. Dr. Nebi Sümer

Anomiye sürükleniyoruz

Türkiye gibi aşırı kutuplaşmış, otoriter bir sistemle uzun yıllar yönetilen ama güçlü bir muhalefetin de olduğu ülkelerde en temel biçimiyle kuralsızlık olarak nitelendirebileceğimiz anomi halini doğuruyor. Muhalifler, iktidarın yaptığı her şeyi yanlış buluyor, her mevkinin torpille edinildiğini düşünüyor ve makul bir zeminde buluşulamıyor. ABD’de de yankıları gözlenen şekliyle iktidar cephesi de muhalefeti tüm düzeni, aile yapısını ve inançları yok etmek isteyen gizemli bir yapı olarak görüyor. Bu da anomiyi güçlendiriyor. İki taraf da birbirini karşılıklı olarak anomiye sürüklüyor. Toplumlar kutuplaşsa dahi belli bağlayıcı unsurları olur fakat Türkiye’de kutuplaşmış kesimlerde bu bağlayıcı unsurların bağlama yetisi maalesef giderek zayıflıyor. Güvene dayalı tesis edilen sistemlerin uygulandığı demokratik ülkelerde herkesin en temel ortaklığı adalet duygusudur. İnsanlar polise, jandarmaya ya da adliyeye başvurduğunda ırkından, cinsiyetinden veya inancından ötürü yargılanmadan adalete kavuşacağına yönelik inanç taşırlar.

Toplumun en temel yapı taşı adalet

Türkiye’de ne yazık ki bu inanç çok zedelendi. Narin olayında olduğu gibi toplumun vicdanını yaralayan suçlar işleniyor ama iddialara göre şüphelilerin yerel güce sahip olmaları nedeniyle şaibeler işin iç yüzünü örtüyor. Yüz milyonlarca lira kara para akladığı iddiasıyla yargılanan kişiler tutuksuz yargılama kararıyla tahliye edildiklerinde yine bir güce sahipmiş gibi gövde gösterisi yaparcasına konvoyla hapishaneden çıkıyor. Hakkaniyet duygusu ve adalet inancı modern toplumların en temel yapı taşıdır. Ortak değerler manzumesinin yitirilmesi de çok büyük bir korku doğuruyor. Tüm bunlar iktidar dışında başka güç odaklarının da varlığına ve bu güç odaklarının yasanın, kanunun, ortak değerlerin üzerinde kudrete sahip olduğuna yönelik bir düşünceyi körüklüyor.

Kuralsız toplumlar

Anayasa Mahkemesi’nin kararlarına uyulmamakla kalınmıyor, kapatılsın deniliyor. Bu durum toplumun bir kesimi için tehdit algısı yaratıyor ve kendi adaletini korumak için suça yöneltiyor. Bir grup da kaostan yararlanarak suça bulaşıyor. Suçu frenleyen ve caydıran en önemli şey ilk olarak toplumsal etik ve ahlak anlayışı, ikinci olarak da adaletin işlerliğidir. Bunu trafikte bile görüyoruz. Yüksek hızla giden birine sorarsanız size söyleyeceği herkesin böyle yaptığı olacaktır. Kuralların olmadığı durumlarda kendi kuralını koymak da böyle küçük eylemlerle başlıyor. Kuralsız toplum anomi göstergesi ve kanunsuzluğun yarattığı belirsizlikle, kaygıyla yüzleşmek için insanlar kendi kurallarını koyarak kendini korumaya çalışıyor. Yani Kolombiya, Venezuela gibi devletin yetersiz kalıp çetelerin gücü ele geçirdiği ülkeler buna örnek olarak verilebilir. Toplumların negatif duygusal durumları da belirleyici. Türkiye de dünyanın en negatif duygusal duruma sahip ülkelerinden biri. Gallup’un Küresel Duygular Raporu’na göre 142 ülke arasında Afganistan ve Kuzey Kıbrıs’ın ardından en çok negatif deneyimler yaşayan 3. ülke.

Kurumlara güven düşük

Böyle bir ortamda esasında algılandığından daha az tesirli olacak olaylar dahi toplumun adalet beklentisini tatmin etmeyecek şekilde sonuçlanıyorsa bunların etkisi daha büyük hissediliyor ve insanlar güvensizlik duyuyor. Türkiye’de kamu kurumlarına güven de zaten çok düşük. İstanbul Ekonomi Araştırma’nın Eylül 2023’teki çalışmasına göre Cumhurbaşkanlığı’na toplumun yüzde 39’u, TBMM’ye yüzde 35’i, Anayasa Mahkemesi’ne yüzde 33’ü, hükümete de ancak yüzde 31’i güven duyuyor. Güvensiz toplumlarda komplo teorilerine inanışlar artar. Narin olayında da gördük bunu… Bir sürü alternatif komplo teorileri üretilip yayıldı. Komplo teorilerine inancın yüksek olduğu yerler adaletsiz, aşırı eşitsizlikten muzdarip, güçlülerin dilediğini yapabildiği ülkelerdir. Bu da insanları bilişsel yanılgıya sürükler. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu ayırt edememeye başlarlar. Kaos giderek artar çünkü komplo teorileri başkasını, kendisinden olmayanı düşman görmeyi körükler. Sağlıklı düşünme, sorgulama ve ahlaki hareket etme de iflas eder. Kuralsız toplum olmayı hızlandırır.

Prof. Dr. Ali Ergur: Sebep değil sonuç

Türkiye peşe peşe toplumu adalet üzerine düşündürecek vakalarla karşılaştı. Yolsuzluk ve dolandırıcılıkla suçlanan Polat çiftinin serbest kalışı, öte yandan Diyarbakır’da Narin cinayeti… Bunlar aslında sadece iki örnek, yıllar içinde benzer olaylar hep gördük, belli ki göreceğiz de. Peki bu olaylar toplumun adalet duygusunun sarsılmasına, hatta şiddet vakalarının artmasına mı sebep oldu? Bir sosyolog bakış açısıyla söyleyebilirim ki, hayır olmadı. Çünkü toplumda adalet duygusu zaten hiç var olmadığı için bu olaylar yaşanıyor. Yani bir sebep değil, bir sonuçtan bahsediyoruz. Öyle ki, sosyolojide adalet bir toplumu kuran en temel his olarak tanımlanıyor. İster küçük bir topluluğun ister bir milletin, bir arada yaşaması için bir adalet kavramı üzerinde uzlaşması lazım.

Prof. Dr. Ali Ergur

 

İnci kolye gibi

Yasalar da zaten bu kavramın somutlaşmış halidir. Fakat Türkiye’de belki de son 20 senedir üzerinde uzlaştığımız bir adalet duygumuz yok. Mahkemenin verdiği karar, yasalarla ve toplumun vicdanında uzlaşılmış adalet sistemiyle çelişiyor. O zaman, bir adalet duygusundan ve dolayısıyla bir toplumdan bahsedemiyoruz. Yani Türk toplumu, şu an bir “toplum”dan ziyade hasbelkader yan yana duran insanlardan ibaret. Narin cinayetindeki gibi, kimilerinin vicdanında dokunan, canını acıtan olaylar başkasını rahatsız etmiyor. Ben bu açıdan toplumumuzu kopmuş, etrafa saçılmış bir inci kolyeye benzetiyorum. Toplumun içindeki adalet mekanizmasının kamu tarafından düzenlenmediği durumda ise birey yalnız kalıyor, tek başına kendi yoluna bakıyor, yani kendi adaletini kendi sağlamaya çalışıyor. Bu da elbette şiddet vakalarını doğuruyor. 

Duygusal tepkiler

Öte yandan, toplumda “Suçlular öldürülsün, idam geri gelsin” ya da “Adalet kalmamış” gibi sesler yükseliyor. Herkes bir şekilde tepkisini dile getirmenin peşinde. Ve farkında olmasak da, aslında bu tepkiler sebebiyle bugün bu noktadayız. Çünkü son derece yanıltıcı, duygusal tepkilerden bahsediyoruz. Sosyal medyada herkes bir katarsis etkisiyle, sanki yankı odası gibi duygusal olarak kendini boşaltıyor. Bağırıp çağırıyor, fikirlerini haykırıyoruz. Bir gün arka arkaya paylaşımlar yapıp ağlıyoruz, ertesi gün yeni bir gündemimiz, yeni bir paylaşımımız oluyor, çok çabuk unutuyoruz. “Adalet kalmamış” diye sesimizi yükseltmek adalet hissimizin sarsıldığını ya da isyan ettiğimizi göstermiyor, aksine sesimiz sadece gösteri boyutunda kalıyor. Öyle ki, duygusal olan ideolojik olanın tersidir. Yani konunun özünü düşünemezsiniz, olayın sebebini çok boyutlu bir şekilde anlamaya çalışamazsınız. 

Eğitim sistemi

Duygusal tepki eleştirel düşünememeye yol açar. Eğer eleştirel düşünebilseydik, bu bizi eğitim sistemimizi sorgulamaya götürürdü. İlkokuldan doktoraya şu an Türkiye’de eğitim sistemi, çok boyutlu düşünme ve olayları serinkanlı değerlendirmeden ziyade anlık ve duygusal tepkiler verme üzerine kurulu. Test sistemi anlık tepkilerden başka nedir ki? Temelde eğitim sistemimizden başlayıp olayların özünü görmeyi öğrenmeli sonra her beraber toplumumuzda bir adalet duygusu oluşturmalıyız. Zaten o duygumuz oluştuğunda, yolsuzluklar, cinayetler, şiddet olaylarının daha az görüldüğü, görülse de cezasını bulduğu bir ülkede yaşıyor olacağız.

Ekonomik refah

Peki bu noktada bizi nasıl bir süreç bekliyor? Türk toplumu bir karar vermek zorunda. Ya aynı şekilde devam edeceğiz ya da bazı şeyleri değiştirmek için adım atacağız. Sadece eğitimi iyileştirmek yetmez, ekonomik refahı da sağlamalıyız. Aksi takdirde toplumda bir adalet duygusu oluşturmak imkansız olur. Nitekim en ilkel toplumlarda bile ilk soru her zaman “Kaynakları nasıl paylaşacağız?” oldu. Üst gelir ve alt gelir grubu arasında bu kaynaklar büyük makaslarla paylaştırılırsa, yani ekonomik refahı eşit dağıtılmamış bir toplumda, bir adalet kavramı oluşmasını bekleyemeyiz. Dolayısıyla aslında yıllar içinde ekonomi ve eğitim sistemlerinin bozulması, şiddet olaylarının ya da yolsuzlukların artmasıyla paralel ilerledi.

Umut var

Öte yandan, Türkiye çok şaşırtıcı bir ülke. Eğitimde, ekonomide, hukuk sisteminde olumlu adımlar atılırsa normalde yavaş yavaş oturan adalet duygusu çok daha kısa sürede, örneğin 10 yıl içinde bile oluşabilir. Savaşlarla, hastalıklarla yıkılmış, çoğunlukla eğitimsiz insanlardan oluşan bir toplumdan Cumhuriyet mucize yaratmadı mı? Varlığı 10 yıl bile sürmeyen Köy Enstitüleri’nin yarattığı değerler ise hâlâ etkisini sürdürüyor. Her şeyden önce, aynı zamanda bir eğitimci olarak, gençlerde daha eşitlikçi, özgür, adil, demokratik bir ülke yaratmanın özlemini ve potansiyelini görüyorum. Biz eğitim ve ekonomi sistemlerinde gereken kapıları açarsak, bu gençler sayesinde Türkiye’nin adalet sistemi hiç beklenmedik bir ivmeyle tekrardan kurulabilir.