03 Mayıs 2024, Cuma Gazete Oksijen
Haber Giriş: 22.01.2021 08:00 | Son Güncelleme: 16.02.2022 15:14

İşsizlikten karı-koca kavgasına hatta panik atağa, her derde deva

İşsizlikten karı-koca kavgasına hatta panik atağa, her derde deva
Derdini denize dökmeye geleninden balık avlamaktan çok o mavilikte huzur arayanına, hobisini ticarete döküp bütçeyi doğrultmak isteyeninden hanım dırdırından kaçıp kafa dinlemeye gelenine, Eminönü’nden Arnavutköy’e dizi dizi insan manzarası sahiller. Benim gibi “Ellerinde bir olta, saatlerce bu insanlar ne yapar?” diye soranlardansanız, söyleyeyim, ben buldum cevabı: Her türlü derde deva arıyorlar ve de bir oltanın ucunda buluyorlar.

Mine Şenocaklı

[email protected]  Tam yedi yıl aradan sonra, hiç de aklımda yokken, bir telefonla mesleğe geri dönmeye karar verdim. Özlemişim gazeteciliği, hele bir de günlük koşuşturma olmadığını anlayınca, teklife balıklama daldım. Teklife geleyim, “Mine senin izlenimleri özledik, gel Oksijen’de sen de ol” dediler. En sevdiğim!.. “Vira bismillah” dedim, iyi bir başlangıç için çıktım yola... Konu da belli, sahil boyu balıkçılarla bir sohbet. Niyesi, nasılı, nedeni... Anladım ki ben bu işi çok özlemişim. Bir vurdum sahile, Sarayburnu’ndan Arnavutköy Akıntıburnu’na kadar... 11 kilometre non-stop. İstanbul’da karın yağdığı ilk gün, hava ayaz mı ayaz. Kar yağdı mı balık bol olur ya, bu da şansıma... O dondurucu havaya rağmen Sarayburnu’ndan Karaköy Rıhtım’a kadar, tabii ki klasik mekan Galata Köprüsü’nde dizi dizi oltalar. Balık bol, istavritin küçüğü kıraça Eminönü tarafındaki kovalarda bir numara... Galata Köprüsü’nde de öyle. Bir 200 metre daha gidince, Karaköy’de sarıkanat başlıyor, tek tük de zargana... Balık bol ama hava gerçekten ayaz. Bu yüzden her zamankine göre biraz daha tenha kıyılar ama kovalar kalabalık.

ÇIRPINAN BALIKLARA BAKAMADIM

Ben o 11 kilometrede 36 balıkçıyla konuşmuşum, kaseti çözerken sayabildim. Nasıl bir gazla dönmüşsem artık mesleğe! Hep merak ettiğim bir soruya cevap arıyordum. Bu nasıl bir hobidir ki sabahın yedisinde köprüye dikilir bu insanlar? Kimbilir kaçta çıkarlar sıcak yataklarından. Bir dert midir onları buraya diken saatlerce, yoksa böyle mi huzur bulurlar ya da nasıl bir zevktir ki bu? Öyle ya da böyle can alıyorsun, av işte... Ben ki, gençliğimde kovalarda çırpınan balıkları satın alıp denize geri döktürenlerdenim. Önyargılıyım biraz, çoğu insana göre uçlarda bir hayvansever olarak... O sebeple ki ne oltalarda çırpınan balıklara bakabildim kolay kolay ne de kovalara. Ama şimdi ayazda bu uzun turda, en azından bu insanları anladığımı söyleyebilirim. Ha derseniz ki, “Sen balık tutmayı düşünür müsün?” Yok o kadar da uzun boylu değil!

EVDE KALIP HANIMLA KAVGA MI EDEYİM?

Saat 10 gibi... İlk sohbetim Seyfettin Çelik’le... Bayrampaşa’dan gelmiş, Kartal’da bir cafe işletiyormuş. Canlı müzik de varmış. Ama kapanma nedeniyle, şimdi vakti bol. O pandeminin en önemli dertlerinden biri sebebiyle atmış kendini sahile... Zira evde hanımla iki günü birlikte geçirmek, her ikisi için de biraz zor olmuş. “Sürekli temizlik yapıyor. Nereye otursam mesele! Bir koltuğa çöküyorum, hanım diyor ki ‘Orası olmaz, kalk şuraya.’ Ayağa kalktım mı da başlıyor, ‘Oraya basma yeni sildim!’ Vallahi bunaldım” diye başlıyor dert yanmaya. Kadınların hakkını yedirir miyim? “Öyle demeyin ama dünyanın en zor işi ev kadınlığı” diyorum. İçten cevaplıyor, “Tamam, tabii ki hakkı yenmez hanımın. Ama kalsam kavga edeceğiz, bu da Allah’ın emri! Üç çocuğun önünde terslenecek halimiz yok. Mecbur kaçıp geliyorum balık tutmaya.” Sadece sebep bu değil tabii. Salgın mağduru esnaflardan biri de o. Yarını belli değil, sadece kendine dertlenen insanlardan da değil. Çay bahçesindeki çalışanlarından altısına ücretsiz izin vermiş, “Ne yer, ne içerler?” diye üzülüyor, bazen yarım haftalık vererek destek olmaya çalışıyor. Salgından bu yana zararı 250 bin lirayı bulmuş. Satmak ve kurtulmak istiyor ama kim alacak bu zamanda? DENİZİN BEREKETİ PAYLAŞILIR Yani Seyfettin Bey, biraz dertlerinden kopmak biraz da evden kaçmak için vurmuş kendini Eminönü sahiline. Ha bu arada da fena balıkçı değil ama evde biri takdir etse, o da yok! “Ben genelde tuttuğum balığı çok zorda olanlara veriyorum. İster eve götürsün ister satsın, bir nebze katkım olsun. Geçenlerde canım çekti, çekmez olaydı, üç-dört kilo istavrit var kovada. Ellerimle ayıkladım, götürdüm eve. ‘Kısmetim boldu, bir balık keyfi yapalım’ der demez, aldı hanım torbayı buzluğa tıktı. Neymiş, ev kokarmış!” Ses etmemiş, bozulsa da, öbür günün planı da anında netleşmiş tabii. İstikamet sabahın körü Eminönü!

“KARADENİZLİ KIZ ALMAK GEREKİYORMUŞ, BİLEMEDİK”

Seyfettin Bey’e ‘rast gele’ deyip, Galata Köprüsü’ne çıkıyorum. İki arkadaş gözüme çarpıyor. Lütfullah Tak ile Serdar Abdik,  hep birlikte balık tutuyorlar. Belli ki ikisinin de hali vakti yerinde. “Bu ayazda ne işiniz var burada?” diye soruyorum. İkisi birden “Keyiften” diyorlar. Ne iş yaptıklarını merak ediyorum, “Altın ihracatı yapıyoruz” diyor Serdar Bey. Şaşırıyorum, “Nasil yani?” deyiveriyorum, onlar sanki sebze ihracatı yapar gibi anlatıyor: “22 ayardan 1 ayara kadar altın ihraç ediyoruz. Gramı 440 lira şu aralar... 80 ülkeye 2 ton ihracatımız var.” Ben olayı çözememiş gibi bakıyorum sanırım ki, “Biz şirketin sahibi değiliz, ben muhasebe sorumlusuyum, Lütfullah da ustalardan biri. Sahibi biz olsak burada mı balık tutarız, oltayı yalının önünden sallandırırız” diyor gülerek Serdar Bey. Belki o kadar zengin değiller, ama ister yalı olsun, ister Galata Köprüsü hep balık tutacakları kesin. İşin de ustaları... Kovaları şimdiden dolmuş. Peki hanımları bu durumdan memnun mu? Yok değil. Lütfullah Bey kendini balığa kaptırmış, yine Serdar Bey cevaplıyor biraz da dertli. “Ben tutarım, temizlerim, kızartırım. Yine de laf yerim, ‘Ortalık battı’ diye. Ben Maraşlıyım, hanım Sivaslı... Bilemedik ki, Karadeniz’den kız almak gerekiyormuş. Bir onlar balığın değerini bilir.” Yarı şaka, yarı ciddi tabii...

“BÜTÜN İŞSİZLER OLTA ALDI”

Karaköy’deyim... Sahilde fiziki mesafe hak getire, dip dibe... Biraz ayaz durulmuş gibi, güneş arada bir göz kırpıyor. Kalabalık arasında iki kova sarıkanat, tutan getiriyor o iki kovaya atıyor. Kovanın başında Murat Bey var. Başlıyoruz sohbete, “Çok dip dibe değil misiniz?” Beklemediğim bir ekonomik analiz geliyor, “Bütün işsizler olta aldı. Eskiden bu iskelenin yanındaki saksılardan dördüncüsünün önü bana aitti. Herkes birbirini tanır, yerimizi kapmazdı. Ama şimdi erken gelen, yeri kapıyor”. Murat Bey de işsiz bu aralar, salgından en büyük darbeyi alan havacılık sektöründe çalışıyormuş. İş arıyor ama iş nerede?.. Beş senedir geliyor Karaköy’e. Bir de seçici oltacı Murat Bey, “Bizim ufak balıkla işimiz olmaz. Arada bir canımız çekerse bir tavalık kıraça tutarız” derken, koca koca sarıkanatlarla doluyor kovalar. Yiyorlar da, satıyorlar da. Fena değil hani kazanç, zira kilosu 70-80 lira. Bana çok pahalı geliyor, “Bu fiyata alabiliyor mu millet” diye soruyorum, cevabı çok net, “Ağzının tadını bilen kıyıyor paraya. Balık pazarındaki etiketle aynı fiyat ama bizimkiler denizden yeni çıkmış, capcanlı.”

İKİ KURŞUN SIRTIMDA PATLIYOR

Bu arada sohbet ederken oltaya ben yakalanıyorum, iki kez 200 gramlık kurşun sırtımda patlıyor. Kim kime dumduma biraz Karaköy sahili. Sohbet koyulaşınca soyadını soruyorum Murat Bey’e, vermek istemiyor, topu olta sallayan arkadaşına atıyor. “Şenol, ben söyleşi yaptım, senin adınla çıksın mı?” diye soruyor. Şenol Kara afallıyor biraz, “Ağabey ver soyadını ne olacak, vermek istemiyorsan da Murat nokta nokta yazılır, olur biter.” Tam bu tartışmanın üzerine bir müşteri geliyor, 2 kilo sarıkanat satıyorlar. Kilosu 70 liradan. Şimdiden 140 lira cepte. Onlar 20 arkadaş geliyorlar iskeleye, birlikte tutup, birlikte satıyorlar. Üçü işsiz, yarısı emekli, geri kalanının ise işi bir var bir yok. Kimisi zevkten, kimisi evliliğini kurtarmak için, kimisi üç kuruş bütçeye katkı ve ne yazık ki bir bölümü de işsizlikten ve parasızlıktan oltayı atıyor denize... Öyle ya da böyle hepsinin ortak bir noktası var ki, dertten, tasadan uzak bir gün geçirmek. Evde balık yeniyor, birazı satılıyor. Karnı doyuran ya da üç-beş lira kazandıran bir hobi kesin, diğer hobiler gibi cepten para çıkmıyor. 

ÖYLE DERTLİ Kİ, İÇİNİ DENİZE DÖKÜYOR

Hali vakti yerinde, iç mimar, iş yeri Nişantaşı’nda, evi de öyle... Ama 42 yaşındaki Mustafa Gökalp, öyle dertli ki, “Neden balık tutuyorsunuz?” diye söze girdiğimde, acı bir tebessümle “Derdimi denize dökmek için...” diyor. Yeni evli ve mutluymuş. Eşi de kendisi gibi tahsilli ve iş sahibi bir mikrobiyolog... İş stresini atmak için gelirmiş Arnavutköy’e, hani o balığı bol Akıntıburnu’na.. En az ayda birkaç sefer. Salgınla birlikte işler biraz değişmiş. Eşi mikrobiyolog ya, bu illeti çok iyi bildiğinden, balık dönüşü evde geniş ve sıkı güvenlik önlemleri gündeme gelmeye başlamış... Biraz sıkıntıymış Mustafa Bey için bu sıkı kontrol, zira eve girer girmez üst baş çıkacak, dezenfekte edilecek, sonra da doğru banyoya... Keşke sıkıntı bununla sınırlı kalsaymış! Derken korona aileyi vurmuş. Eskişehir’de yaşayan kayınpederi yürüyerek gittiği hastaneden çıkamamış. Birkaç gün içinde karabasan çökmüş ailenin üzerine ama bununla da bitmemiş. Hastaneden ‘bulaşıcı olmayan hastalık, doğal ölüm’ raporu verilince, üzüntüye bir de kızgınlık eklenmiş. İşler de sıkışmış kapanma nedeniyle, beş çalışanını işten çıkartmak zorunda kalmış Mustafa Bey. Dertler birikmiş birikmiş, o şimdi denizle bir alışverişe girmiş... En fazla dört balık alıyor denizden, gönlü tok, başkasının hakkını yemek istemediğinden... Alıyor o dört balığı, denize derdini döküyor, sonra o şansı bile olmayan eşinin yanına gidiyor, birlikte üzülmeye, birlikte kızmaya olup bitene...

“BALIĞA ÇIKIYORUM, İYİLEŞİYORUM” 

Seyyar oltacı, balık tutmadığı sahil yok. Aslında balık tutarken kimsenin vıdı vıdısını da dinlemeye niyeti yok. Bu vıdı vıdıyı yapan ben oluyorum bu sefer. Konuşmak istemiyor, bir şey soracak oluyorum, “Kafam bozuk, hastam var, meşgulüm, ben gidiyorum” deyip kıraça dolu torbasıyla seğirtiyor. O böyle yaptıkça ben de peşinden... Sonunda 51 yaşındaki Diyarbakırlı Mehmet Güzel’i konuşturmanın bir yolunu buluyorum. Akıntıburnu’na Taksim’den geldiğini öğrenince, “Taksimli misiniz, aaa ben de Cihangir’de oturuyorum” diyorum ve dilinin kilidi çözülüyor. “Komşuymuşuz” deyip başlıyor anlatmaya... Öğreniyorum ki hasta olan oymuş. “Sürekli çarpıntım var, panik atağım. Çocuklar da ben dışarı çıkmaya kalkınca pıt pıt yapıyor!” diyor. Pıt pıt  da ne ki acaba? Açıklıyor, “Pıtı pıtı canım!” Yok yine anlamadım, “O da ne ki?” deyince, gülüyor, “Yahu vıdı vıdı işte!” diyor. Anladım sonunda, o devam ediyor: “Çocuklar, ‘Dışarı çıkma baba, bir gün ölüp kalacaksın’ diyor. Yahu ben çıkmasam öleceğim! Zaten doktoruma da anlattım, ‘Balığa gidiyorum, her şeyi unutuyorum, iyileşiyorum” dedim. O da “Doğrusunu yapıyorsun, çocukları dinleme’ dedi.” Doktor böyle reçete yazdı ya, içi rahat diye düşüneceksiniz. Ama hiç değil. Zira beş çocuğundan dördü salgın sebebiyle işinden olmuş. Biri üniversitede öğrenci, yani anlayacağınız ek bir masraf. Kendisi panik atak yüzünden işi bırakmak zorunda kalmış. Sözün özü altı kez dertli, panik atak da üzerine tuz biber. Bunları anlatırken yüzü kararıyor hafiften, biraz güldürmek için, “Komşum, hanım da pıt pıt yapıyor mu?” diyorum. Yok öyle bildiğiniz erkeklerden değil Mehmet Güzel, gözleri doluyor, sanki hanımına mahçup geçim derdinden. “Yok yahu, benim hanım çok iyidir, derdimden anlar” diyor minnetle. Bu kez benim gözlerim doluyor. Türk filmine dönmesin Akıntıburnu, vedalaşıyorum...

‘BALIKÇI KRALİÇE’

Bu iş erkek işi gibi... O sahil boyu sadece iki kadın görebildim, ikisiyle de konuşmak istedim ama baktım ki biri kapı duvar, hiç ilişmedim. Zeliha Erzurum, 25 yıldır kıyı balıkçısıymış, zaten Marmara ile haşır neşir bir semtten, Samatya’dan... Sağlık teknikeriymiş, şu anda işsiz. Onun için bir hobi ama biraz da iş gibi balıkçılık... Sabah 7.30’da oltasıyla dikilmiş, vapur iskelesinin dibinde avlanıyor. Tuttuğu kıraçaları öyle seri çıkarıyor ki, artık işin piri. Ne soğuk ne de oltanın parmaklarını deliyor olması umurunda değil. Öylesine seviyor balık tutmayı, yemeyi de... “Tuttuğum balık dışında balık yiyemem ben. Öyle canlı canlı görmeliyim, balıkçıdaki balık kokuyormuş, bayatmış gibime gelir hep” diyor. Bir günde en az 4-5 kilo tutuyor. Genelde de komşularına dağıtıyor. “Bazen de birkaç kilosunu satıyorum. Oltaları yenilemek için” diyor. Biraz da damping yapıyor bu zor günlerde millet balık yesin diye, arkadaşları 30 lira isterken, o 20 liraya veriyor.

Boğaz’da eşek istavriti bile vardı!

İstavrit azmanını pek bilen yok artık, ama neredeyse çingene palamudundan iridir. Buğra Ömer Dikmen ve Barış Ökten, ‘Eşek istavriti’ diyor bu balığa ve tam ben konuşurken bir tane çekiyorlar. Kovaları sarıkanat dolu, “2 kilo sarıkanat tutsanız, 1 kilosunu yeseniz, 1 kilosunu satsanız hem doymuş, hem de para kazanmış oluyorsunuz. Arnavutköy’de tablada 1 kilosu 120 TL... Bu böyle enteresan ve kazançlı bir hobi” diyorlar.

En ballı balıkçı

Oltayı atmadan neredeyse balıklar oltaya atlıyor. Böyle de ballı biri... 63 yaşındaki servis şoförü Ömer Mert balığı seviyor, ama yemesinden çok tutmasının heyecanını. Haftada iki kez Akıntıburnu’nda oltayı atıyor, boşa çekmiyor. Bizzat şahit oldum, bir seferde 15 sarıkanat çekti, ikincisinde de 7... Bir kovayı iki oltayla doldurdu neredeyse.