“II. Abdülhamid hakkında söyleyebileceğim şeyleri tarih biliminden çok yazın alanıyla, özellikle de değerli sanatçı yazar Zülfü Livaneli’nin son romanı ‘Kaplanın Sırtında’ ile sınırlandırmayı yeğlerim. Bu padişahın dönemi aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanma dönemidir. Yüzyıllar boyunca Osmanlı egemenliği altında yaşayan halklar kendi ulus devletlerini kurmak için başkaldırdı ve yüzyılların getirdiği iç içe geçmeler nedeniyle büyük kıyımlar gerçekleştirildi. 1800’lü yıllara değin Anadolu’dan Balkanlar’a göçen ve orayı Anadolulaştıran halk toplulukları, uygulanan kıyım ve baskılardan ötürü 1800’den itibaren yeniden Anadolu’ya yönelmiş ve nüfus yapısı bakımından bu kez de Anadolu’yu Balkanlaştırdı. Bu gelişmeler, özünde bir Balkan imparatorluğu olan Osmanlı İmparatorluğu’nu temelden sarstı ve kaçınılmaz olarak yıkımına yol açtı.”
Özgürlükten korktu
“Balkanlar’da birbirini izleyen bağımsızlık başkaldırıları, Osmanlı yönetimini günden güne güçsüzleştirdi. Tek egemen olan padişah da erkini güçlendirmeye yönelik önlemler aldı. II. Abdülhamid 33 yıl süren egemenliğinde en fazla ‘özgürlük’ kavramından korktu. Özgürlük kavramından bahsedenleri yoğun baskılar ve çağ dışı önlemlerle susturmaya çalıştı. Özgürlük kavramını imparatorluğun parçalanmasının başlıca nedeni olarak görüyordu. İmparatorluğun parçalanmasını önlemek amacıyla gittikçe yoğunlaştırılan baskı yönetimi, Balkanlar’ı yitirmeyi önleyemediği gibi, Anadolu’nun düşünce yaşamını da köreltti. Özgür ve bilimsel düşünme yeteneği taşıyan insan tipinin oluşmasını önledi. Namık Kemal, Tevfik Fikret ve benzeri aydınların yanı sıra, içten ve dürüst bir Müslüman olan Mehmet Akif de Abdülhamid’e en ağır eleştirileri getirdi.”
Askeri hekimin anıları
“Livaneli romanında Selanik sürgünü boyunca II. Abdülhamid ile ailesine bakan ve onunla her gün görüşen askeri hekim Atıf Hüseyin Bey’in anılarından yararlanıyor. Bu kaynak öznellik özelliği taşıyabilir, bazı eksiklikleri ya da fazlalıkları olabilir; ancak Padişah'a ilişkin kapsamlı bir belge olduğu yadsınamaz.”
Düşmanı dostundan çok
“II. Abdülhamid’in kuşku, korku, vehim ve güvensizlik ile çalkalanan iç dünyası, yazınsallaştırılmaya çok uygun bir malzeme. Romandaki deyişle ‘ihtilalciler, komitacılar ve Frenk yanlıları’ nedeniyle ‘kendi ordusunda düşmanı dostundan çok olan’ Padişah sürekli öldürülme korkusu ile yaşar; çünkü o dönemde hiçbir egemenin yaşamı güvende değildir. Bu durum, Padişah’ın ‘takıntılı kişilik’ olarak nitelendirdiğim iç dünyasını ve baskıcı yönetim anlayışını daha da yoğunlaştırır. Bununla birlikte II. Abdülhamid doğasever, hayvansever ve savaştan uzak durmaya özen gösteren bir padişah. Sarayına opera salonu yaptırır ve İtalyan artistleri saray kadrosuna katar. Sarayında Avrupai yaşam tarzı egemendir. Kendini bir siyaset adamı olarak gören II. Abdülhamid, gerilimleri, uzlaşmazlıkları ve çıkar karşıtlıklarını savaşla değil görüşmelerle çözme eğilimindedir. Kendi ifadesiyle Osmanlı tebaasını ‘denge ve adalet ile yaşatmaya’ uğraşır.”
Fetih kutlamalarına ret
“II. Abdülhamid Müslüman ileri gelenler kendisine dedesi Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethedişinin yıldönümünün kutlanmasını önerdiğinde ‘Hayır, katiyen kabul etmem. Böyle bir şenlik Müslüman tebaamı sevindirir ama Rum tebaamı üzer’ der. Padişah müzik ve marangozluğa çok önem verir. Buna karşın görkemli tarihi eserlerle hiç ilgilenmez. Örneğin antik Bergama’yı ve diğer kalıntıları Almanlara bağışlar. İmparatorluk topraklarında bira üretimine izin veren ilk kişi de odur. Karşıtları ise bunun zıddını düşünmektedir. Özgürlük düşüncesi için savaşanlarca II. Abdülhamid yalnız Müslümanlara değil, Ermenilere, Rumlara, Yahudilere acı çektiren eli kanlı bir katildir. Bu baskıcı padişah söz vermesine karşın anayasayı ortadan kaldırır. Basın özgürlüğünü yok eder.”
Sultan da İttihatçılar gibi
“Abdülhamid bilime büyük saygı duyduğunu vurgular ve Louis Pasteur’e büyük değer verir. Pasteur’e ödül verir, para yardımı yapar. Ülkeyi 33 yıl yönetmesine ve Müslümanlığı öne çıkarmasına karşın şeriatı aşmak kolay olmadığı için kadınları serbest bırakamadığını öne sürer. ‘İslam düşmanı’ diye nitelendirilmesini buna örnek gösterir. Avrupa’nın ilerleme konusunda Osmanlı’yı geride bıraktığını gözleriyle görmüştür. Kültürel ve toplumsal ilerlemeyi sağlamak amacıyla Batı tarzı reformlar yapmış, okulları modernleştirmiş, kendisinden önceki dönemlerin iki misli yabancı kitap çevirisi yayımlatmış, kız okulları açmış, Avrupa saatini uygulamaya çalışmış, ülkeyi demir yollarıyla bağlamaya uğraşmıştır. Zülfü Livaneli’nin romandaki anlatımıyla, Selanik’te güçlenen muhalif subaylar, İmparatorluğun yüzünü Batı uygarlığına çevirmesini istemektedir. Enver ve Niyazi gibi önder subaylar, önce Osmanlı halklarını birleştirecek, kadınıyla erkeğiyle bütün halkları kardeş yapacak, sonra da bu koca ülkeyi Almanya, Fransa, İngiltere gibi gelişmiş, uygar, sanayileşmiş, özgür bir ülke haline getirmek istemektedir. İşin garip yanı ‘mahpus sultan da’ böyle düşünmektedir.”
Yazın ve tarih
“Livaneli, ‘Kaplanın Sırtında’ romanında Osmanlı-Türk tarihinin en fazla tartışılan ve bugün de özellikle dinci gericilerce cepheleştirme simgesi olarak kullanılan padişahını, II. Abdülhamid’i, bir başka deyişle tarihsel bir kişiliği yazınsallaştırılmıştır. Tarihsel romanlarda genellikle yazın ile tarih arasındaki gerilimli bir ilişki söz konusudur. Bunun nedeni Aristoteles’in ‘Poetika’ adlı yapıtında dile getirdiği ve bugün de geçerliliğini koruyan ‘tarih olanı yazın ise olabiliri anlatır’ belirlemesinde görülebilir. Tarih bilimi, olup biteni, neden-sonuç ilişkisi içinde çözümler ve çıkarımlar yapar. Dolayısıyla gerçek anlamda tarih bilimi, öznel değerlendirmelerden uzak durur. Buna karşın yazın ise olabiliri anlatır. Yazar, yazınsallaştırdığı tarihsel olayı ya da kişiyi sahteleştirmeksizin, o olayın ya da kişinin istediği yönünü betimler, öznel değerlendirmeler yapar. Böylece okuyucuyu birlikte duyumsamaya çağırır.”
İnsancıl derinlik
“Lukacs’ın ‘Tarihsel Roman’ adlı yapıtındaki saptamasıyla, tarihseli anlatılaştıran yazınsal bir yapıt, ‘tarihsel gelişimin karakteristik ve vazgeçilmez tipik yönelimlerini, ayrışmalarını ve düğüm noktalarını’ veya bunlardan birini öne çıkarır. Bu bağlamda yazar, ‘tarihsel gelişimin ana çizgisini, bunun içerisinde beliren önemli sorunları’ görünür kılmaya ve böylece okuyucuya daha başka düşünme ve duyumsama ufukları açmaya uğraşır. Tarihsel roman, tarih bilimi anlayışıyla, tarihsel olayları ve kişileri yinelemez; anlatılaştırdığı olayı ve kişiyi, verili tarihsel durumun estetik-yazınsal betimlemesine dayandırır. Tarihsel romanı çekici kılan şey, yine Lukacs’ın anlatımıyla, tarihsel-kültürel-politik gelişmelerin ‘dramatik olarak yoğunlaştırımı ve güçlendirimidir.’ Livaneli, anılan romanında yazınsal yoğunlaştırımı ve güçlendirimi büyük bir düşünsel-estetik yetkinlik ve insancıl derinlikle gerçekleştirmiştir.”
Tarihsel roman
“Tarihsel roman, tarihsel olayları yeniden anlatmaz. Bu olaylarda etkin payı olan kişileri ‘yazınsal’ olarak diriltir, bir başka deyişle, tartışmaya açar. Yazarın görevi, insanların ‘hangi toplumsal ve insani güdülerle düşündüğünü, duyumsadığını ve davrandığını’, tarihsel gerçekliğe uygun biçimde, okur için deneyimlenebilir, anlaşılabilir duruma getirmektir. Livaneli’nin ‘Kaplanın Sırtında’ romanında yaptığı tam da budur. Bu kapsamda şunu da dile getirmek yararlı olabilir: Her okuyucu, yazarın bu romanda anlatılaştırdığı kişilerin ve olayların başka yönlerini, yeterliliklerini ve yetmezliklerini de betimlemesi gerektiğini düşünebilir. Bu düşünce, sanatsal-yazınsal bakımdan son derece olağandır; ancak romanın yazınsal niteliği açısından belirleyici değildir. Hiçbir yazın eleştirmeni ya da okuyucu, yazara tarihsel bir olayın ya da kişiliğin nasıl yazınsallaştırması gerektiği konusunda kural koyamaz.”
Psikolojileştirme
“Öte yandan, ‘Kaplanın Sırtında’ aynı zamanda biyografik bir romandır. Kişisel ya da öznel bir yaşamın betimlemesine dayanan bu roman türünde anlatılaştırılan kahramanların iç dünyasının derinliklerindeki olası gerilimler ve çatışmalar betimlenir; dünyaya bakışı, ahlak değerleri ve itkileri sorgulanır. Biyografi ya da özgeçmiş, tarih yazımı ile kurguya dayanan yazın arasında ara bir konum taşır ve olayları psikolojileştirme eğilimine ortam hazırlar.”
Sınırlandırıcılığı aştı
“Biyografik roman, temel aldığı kişinin biyografisinin olgusal-gerçek öğeleri ile sanatsal-yazınsal kurgu arasındaki gerilimi anlatılaştırmak suretiyle çekicileşir. Bu bakımdan, tarihsel bir figürün ya da olayın gerçek mi, kurgu mu olduğu metinin bütünlüğünden de anlaşılamayabilir. Söz konusu nedenle, bu roman türünde ‘olası belirsizlik’ sonuna değin kullanılır; hatta amaçlı olarak okuyucuyu yanıltma da söz konusu olabilir. Ayrıca, bu roman türü, tek kahramanın başatlığı, konuların izleklerin sınırlılığı nedeniyle, yazarın anlatılaştırma olanağını belli ölçülerde kısıtlar. Livaneli, betimlediği konuları ayrıntılandırma ve yazınsallaştırma yetkinliğiyle, bu roman türünün sınırlandırıcı özelliğini aşmayı başarmıştır.”