26 Nisan 2024, Cuma Gazete Oksijen
23.04.2021 06:00
Zülfü Livaneli
Zülfü Livaneli

Diğer Yazarlar

Adalet nehirleri ve aydın namusu

İlk gençliğimden bu yana bizim devletin, suç işleyen mensuplarını niye koruduğunu merak eder dururum ve buna bir anlam veremem. Suç işleyen mensuplarını adalet önüne çıkaran devlet bir şey kaybetmez, tam tersine kazanır. Her toplum, kamunun önüne çıkmış, bir anlamda onu temsil eden bireylerden adil ve ahlaklı bir yaklaşım bekler. Bunu göremediği zaman da güvendiği dağlara kar yağar ve ihanete uğradığı duygusuna kapılır

Salı gecesi geç saatlere kadar Minnesota’daki George Floyd duruşmasında jüri kararının açıklanmasını sabırla bekledim. Yalnız o eyalette değil, Amerika’nın her bölgesinde bu karar gerginlik yaratmıştı. Adalet, Chauvin adlı (ismi de şoven) polisin 9 dakika 29 saniye boyunca boğazına basarak boğarak öldürdüğü George Floyd’un hakkını koruyacak mıydı, yoksa her zaman olduğu gibi ‘’cezasızlık’’ anlayışı mı galip gelecekti. Eğer karar bu yönde çıksaydı Minnesota başta olmak üzere bütün eyaletlerde dün gece bir isyan alevlenecek, yangınlar, ters çevrilen otomobiller, polisle çatışan kitleler, yaralanmalar, ölümler birbirini kovalayacaktı. Bundan korkan Minnesota yetkilileri ‘’olağanüstü hal’’ ilan etmişti. Ama korkulan hiçbir şey olmadı. Karardan sonra insanların yüzü güldü, caddelerden alkışlar yükseldi, insanlar birbirine sarıldı, kutlama yaptılar. Adalet galip gelmiş, yapanın yanına kar kalmamış ve karar, toplumsal barışa hizmet etmişti. Suçlu, devletin polisi de olsa ‘’katil katildir’’ denilmiş, eski deyimle adalet tecelli etmişti. İşte bu yüzden büyük şair Sadi-i Şirazi ‘’Adalete susayan bir insanın susuzluğunu, dünyanın bütün nehirleri gideremez’’ demiştir. İşte bu yüzden adalet ‘’mülkün’’ yani memleketin temelidir.  Enflasyon nasıl ekonomiyi bozuyorsa, ‘’yapanın yanına kar kaldığı’’ duygusu da toplumsal barışı sarsıyor. İnsanların devlete, adalete, kurumlara duyduğu güveni yerle bir ediyor. Ve bu değerler sarsıldığı zaman o toplum er ya da geç kargaşaya sürükleniyor.  *** İlk gençliğimden bu yana bizim devletin, suç işleyen mensuplarını niye koruduğunu merak eder dururum ve buna bir anlam veremem. Taciz, tecavüz, öldürme, yaralama, hırsızlık gibi suçlar işleyen mensuplarını adalet önüne çıkaran bir devlet bir şey kaybetmez, tam tersine kazanır bence. Ama nedense evinde çalışan yardımcı genç kızı öldüren milletvekili; on bir yaşındaki kız çocuğunu ezip kaçan iktidar yandaşı, çocukları, gençleri göz göre göre vuran polis memurları, bir aileyi hastanede yok eden milletvekili yakınları gibi suçlular korunur, yargıdan kaçırılır, tam tersine bundan canı yanan aile bireyleri ve haber yapan gazeteciler tutuklanır. Bu durumda toplum vicdanı kanar, toplumsal barış ve huzur olmaz. Beş on suçluyu korumak uğruna koskoca ülkenin toplumsal barışı tehlikeye atılır, ülke yangın yerine döner.  Bir devlet niye bu yolu tercih eder, anlamam mümkün değil. Bununla ilgili olarak değinmek istediğim ikinci konu da toplumdaki adalet duygusu. Vicdan ve adalet duygusu bir toplumun olmazsa olmazıdır ve her toplum, kamunun önüne çıkmış, bir anlamda onu temsil eden bireylerden adil ve ahlaklı bir yaklaşım bekler. Bunu göremediği zaman da güvendiği dağlara kar yağar ve ihanete uğradığı duygusuna kapılır. Her altüst oluş dönemi, tanınmış insanlar açısından bir sınavdır. O dönem gelip geçer ama geride, o kişinin tutumuyla ilgili bir tortu bırakır.  

Büyük bir romancının ihaneti

Türkiye kadar zor geçitlerden, fırtınalı denizlerden geçen ve oradan oraya savrulan bir ülkede, keskin toplumsal dönüşümler, bu ülkenin aydınları için birer turnusol kâğıdı yerine geçer. Özellikle yazarların darbelerde, insan hakları ihlallerinde, Maraş-Çorum-Sivas gibi trajedilerde, faili meçhul cinayetlerde, açlık grevlerinde, hapse düşen aydınlar konusunda ne yaptığı, ne söylediği önemli birer sınavdır. Ne yazık ki bu sınavlardan her yazarın alnının akıyla çıkamadığı, yanlış tavırlar takındığı olmuştur. Kimileri, bugün hatırlanmasını istemedikleri, belki de kendilerini utandıran yazılar yazmıştır.  *** Bu iş yalnız bizde değil dünyada da böyle.  Şiirsel dilinin ve doğa betimlemelerinin hayranı olduğum büyük Norveçli romancı Knut Hamsun, anlaşılmaz bir şekilde, ülkesini işgal eden Nazileri desteklemiş, hatta Nobel plaketini Hitler’e göndermişti.  Savaş bitip, Naziler yenildikten ve Norveç kurtulduktan sonra Hamsun bir gün pencereden bakarken evinin önündeki meydana bir genç kızın geldiğini gördü. Genç kız elindeki torbadan Hamsun’un bütün kitaplarını çıkardı ve yere bırakarak gitti. Bir iki dakika sonra Hamsun yaşlı bir adamın geldiğini gördü. O da Hamsun’un kitaplarını, diğerlerinin yanına koydu, sonra bir genç adam, orta yaşlı bir hanım, bir öğrenci, bir memur çıkageldi, hepsi aynı şeyi yaptılar. Hiç ses çıkmıyordu, bağırıp çağıran, lanet okuyan, suçlayan yoktu ama evin önündeki kitap yığını büyüdükçe büyüyordu. Norveç halkı, büyük yazarlarının işbirlikçi tutumunu kabul etmemiş ve kitaplıklarından silmişlerdi onu. Kitap yığını büyüdükçe yazar küçüldü, küçüldü ve bu korkunç cezayı yaşayarak öldü.  Klaus Mann’ın Mefisto adlı romanı ve İstvan Szabo’nun aynı adlı nefis filmi de baskıcı rejimle anlaşan, bir anlamda ruhunu satan aydın, sanatçı trajedisini anlatır.  *** Bu noktada Avrupa’nın vicdanı sayılan Stefan Zweig’in satırları aklıma geliyor. Zweig, yazar Hermann Bahr’a yazdığı 9 Eylül 1917 tarihli mektubunda, Bahr’ın daha önce yanlış düşüncelere ve iktidara kapılarak yazdığı hatalı yazılardan sessizce sıyrılma isteğine karşı şu içten ve cüretli satırları yazıyor:  “Nihayet benim ve en iyi dostlarınızın bulunmanızı beklediği yerdesiniz. Açık açık söylüyorum sevgili Hermann Bahr, o sıralar siz beni hayal kırıklığına uğratmıştınız... Şimdi göreviniz, düşüncelerini hep dosdoğru açıklamış biri olarak kendi kendinizle hesaplaşmak, o günlerde yazmış olduğunuz her şeyi yırtıp atmaktır. Ve bunu kamuoyu önünde yapmak zorundasınız... Şimdi ilk adımı siz atın, diğerlerine örnek olun, yazdıklarınızı geri alın, yazdıklarınızı yok edin ve ötekilerden de sizin gibi davranmalarını talep edin. Ancak herkesin önünde pişmanlık duyup günah çıkardığınız zaman kutsal göreve yararlı olacaksınız... Bir anlık coşkuyla kendinizi Nasyonalist düşünenler arasında bulmuş olmanız utanılacak bir şey değil. Şimdi, o günkü coşkum budalaca ve tehlikeliydi demekten utanmayın... Ben bir an bile tereddüt etmezdim, ama tabii bu sefer suçlu hissetmiyorum kendimi. Yazdığım hiçbir satırı inkâr etmem gerekmiyor... İnsanın başkalarından hesap sormasının her zaman pek yararı olmaz ama kendi kendinden hesap sorması her zaman yararlıdır.’’  İşte hata işlemiş de olsa namuslu aydına düşen görev budur.  Keşke ders alınsa.