Global İklim Riskleri Endeksi’ne göre 20 yılda en az 475 bin kişi doğal afetler nedeniyle ölecek. Bu kayıpların bizde yarattığı tahribatın büyüklüğünü, toplumsal travmayla başa çıkma yöntemimiz belirleyecek.
Hiçbir yerin artık güvenli sayılmadığını ve dünyanın bir ucunun her an kül olma ya da sular altında kalma, diğerinin yerle bir olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığını kafaya kazımak için kaç doğal afet daha lazım?” artık basitleştirilmiş bir hayat bilgisi sorusu.
Yakında “olağanüstü hâl” bitecek, yaralar sarılacak, hayat orta yerinden delinmiş bir şekilde bir sonraki felakete kadar normalinde dönmeye devam edecek…
Her doğal felaket nasıl bir toplum inşa ettiğimize ayna tutuyor. Her “iyileşme” süreci, bir önceki sürümde yanlış yazılmış kodları onarmamız için bir fırsat. “Böyle gelmiş, böyle mi gitmeli? Coğrafyanın kaçta kaçı kader? Sivil dayanışmanın sınırları nereye kadar uzayabilir?” sorularını takip edince “başka bir yol mümkün” levhasına varıyorsunuz.
Konunun uzmanlarına ve araştırmacılarına göre insanlık olarak ‘çuvalladığımız’ üç kısım var: Yası olması gerektiği gibi tutmasını bilmiyoruz; geride kalanların psikolojisini yeteri kadar önemsemiyoruz ve seferberlik anında ortaya çıkan “mucizevi ruh”u bir anda kaybediyoruz. Doğal afet kaynaklı travma sonrası süreci anlamaya ve atlatmaya dair yapılan son dönem araştırmalar, tıkandığımız konuları nasıl açabileceğimizi gösteriyor.
Mucizevi bir kenetlenme dönemi
Bu çalışmalardan biri, Amerikalı yazar Rebecca Solnit’e ait, “Cehennemde Bir Cennet İnşa Etmek: Felaketler Zamanı Yükselen Olağanüstü Topluluklar” (“A Paradise Built in Hell: The Extraordinary Communities that Arise in Disasters”) kitabı. San Francisco’yu neredeyse haritadan silen 1906 deprem ve yangınını, tarihin en büyük doğal afetlerinden biri olarak kayıtlara geçmiş 1985 Mexico City depremini ve Katrina kasırgasını derinlemesine inceleyerek başlıyor. Elde ettiği bulgulardan biri şu: Dünyanın neresinde olursa olsun doğal afet sırasında ve sonrası kriz zamanlarında, bir tür “hayatta kalabilme içgüdüsüyle” kenetleniyor ve birbirimize dönüyoruz. İlkel çağlardan beri, doğada hayatta kalmak adına birlikte yaşamak zorunda olan insanın kalıtımsal bir gerçeği bu aslında. Devletten ve resmi organlardan bağımsız, içgüdüsel bir tepki olarak ortak yardım kampanyalarından yeryüzünde kısa bir süreliğine de olsa en ‘sivil’inden bir cennet yaratıyoruz. Felaketler ve doğal afetler doğamız gereği bizi birbirine yaklaştırıyor. Yaralar sarıldıkça kenetlenen eller hafiften çözülüyor, evi olan evine, olmayan kendi yoluna gidiyor. “Hayat devam ediyor” tiratları atılarak, “mucizevi kenetlenme” yavaştan buharlaşıp havaya karışıyor. Kendimizden biliyoruz: Gölcük, İzmit, Van depremlerinde var gücümüzle yaptığımız seferberlik sonrası, sanki fay hattını da el birliğiyle ortadan kaldırmışız gibi, bir daha hiç deprem olmayacakmış gibi normal hayata döndürdük. Arada atılan “Deprem vergileri nerede” tweet’lerinin ötesine bir adım atamadık.
Oysa kurulan aşevlerinin kalıcı hale getirilmesi, geçici ve acil yardım merkezlerinin lokal buluşma ve sosyalleşme alanlarına döndürülmesiyle “mucizevi kenetlenme” kısık ateşte de olsa, gündelik yaşamın bir parçasına dönüşebilir, bir sonraki krize destek anlamında zemin hazırlayabilir. İşte örnek: Japonya’nın ufacık kasabalarından Nano, deprem zamanı kurduğu “seferberlik” sistemini, kendi içinde, kalıcı halde günlük hayatın bir parçasına dönüştürmüş. Birkaç yıl sonra kasabada çıkan şiddetli bir yangını, dört saatte ‘kendi içinde’ çözebiliyor ve söndürebiliyor.
Birlik hissini sürdürmek, doğal afet sonrası yaşanan toplumsal travmanın en ‘katkısız’ ve ‘organik’ antidepresanı olarak görülüyor. “Stres Bazlı Reaksiyon Sendromları” (Stress Response Syndromes) ile doğal afet sonrası yaşanılan travmalara dair bugüne kadarki en detaylı araştırmaları kitaplaştırmış Dr. Horowitz’e göre, çağımızın en sık görülen psikolojik rahatsızlığı “PTSD”nin (travma sonrası stres bozukluğu) türleri arasında, en sinsi yayılanı ve tedavisi zor olanı afetlere bağlı gerçekleşeni.
Sinsiliği, insanın doğa karşısındaki çaresizliğinden geliyor. Bastığınız yerin ayağınızın altından kayması gibi bir deneyim, insanın kendi küçük aklıyla ölçemeyeceği derinlikte bir iz bırakıyor.
Doğal afete bağlı travmayı insan, ruhundan ve bedeninden kolay atamıyor. Mount Sinai Tıp Okulu’nda nörobilim üzerine araştırmalar yapan Dr. Rachel Yehuda’nın, travma yaşamış ebeveynlerin çocuklarıyla yaptığı uzun bir incelemenin çıktısı bu. Yakında “Bana bir şey olmadı, iyiyim ben” diyeceklere “kendini düşünmüyorsan doğmamış çocuğunu düşün” diyerek çıkışmanız için elinizde bilimsel bir cümle var.
Post travma sendromu şu an farklı çeşitleriyle değişik yönlere yayılıyor: Enkaz altında kalanlar, ona yardıma koşup sahaya inenler ve tüm bunları haber kanallarından takip edenler üzerinden. “PTSD Bilimi ve Travma, İyileşme Hikayeleri”nin (The Unspeakable Mind: Stories of Trauma and Healing from the Front Lines of PTSD Science) yazarı Shaili Jain şöyle diyor: “Toplumsal travmalar ancak birbirimize kenetlendiğimizde ve sürece yayıldığında tamamen iyileşebilir; tek başımıza altından kalkabileceğimiz bir travma değil”. Yani; uykuya, beslenmeye vb. dikkat ederek gündelik etkisini azaltabilirsiniz fakat tortusuyla başa çıkmak kolektif güç gerektiriyor. Belli bir süreliğine ulusal yas ilan edilmesi, gündelik hayat aktivitelerinin iptal olması, evet, bir başlangıç; devamı herkesin duygusunu rahatlıkla paylaşabileceği alanlar yaratarak gelmeli.
“Uslu bir çocuk” olmadığım için!
Travmatik sahnelere tanıklık etmiş çocuklar üzerinde çalışan Kaliforniya Üniversitesi profesörlerinden Dr. Robert Pynoons’un ise bize başka bir hatırlatması var: Her yıl dünyada 175 milyon çocuk doğal felakete maruz kalıyor ve aralarında en yüksek tahribatı 12 yaş altı çocuklar yaşıyor. “Yaramazlık” yaptığı için cezalandırılmaya programlı çocuk aklı, başına ne gelirse kendinden biliyor; başına gelen tüm kötü durumlarda, “uslu bir çocuk” olmadığından cezalandırıldığını düşünüyor. Haiti depremini, Katrina kasırgasını gömüş çocuklar üzerinde yapılan bir araştırmanın çıktıları bunlar. Depremi hissetmemiş dahi olsa, ilgili haberlere ve konuşmalara maruz kalması bile travmanın bir türünü yaşamasına neden olabiliyor. Pyoons belli aralıklarla muayene edilmeleri gerektiğini de her seferinde hatırlatıyor.
2010’da Şili deprem ve tsunaminisini yaşayan 800 çocuğun incelendiği bir başka araştırmaysa, yüzde 4’nün kronikleşmemiş PTSD rahatsızlığına bağlı olarak kendine ve topluma zarar veren bireylere dönüştüğünü not düşüyor.
Afet sonrası insanlığın ortak reçetesi belli: Umut
The New York Times Magazine birkaç ay önce, bir sayısının tamamını, sürekli doğal felaketlerin yaşandığı bir çağda yeniden inşa etmenin ne anlama geldiğine ayırdı. Kasırgalar sırası gıda tedarikinin neredeyse yok olduğu Porto Riko’dan çiftlik hikayelerine ve yangınlarla küle dönen Brezilya milli ormanlarının yeniden yapılanma biçimine yer verdi. “Sıfırdan kurulma” hikayelerinin ortak paydaları, ülke olarak şu ara ihtiyaç duyduğumuz reçetenin ta kendisi: Tek başına da olsa bir şeylerin değişeceğine inanmak. “Böyle gelmiş böyle gider”ciliği geride bırakmak. Can çıkana kadar umuda tutunmak.