Gaye Su Akyol’la yeni albümü Anadolu Ejderi’ni konuşmak için Moda’da buluştuk. Uzun zamandır Kadıköy’de yaşayan müzisyen üçüncü solo albümünü bu hafta yayınladı. “Yaşadığımız çağın sıkıcı gerçekliğine karşı yaratılmış bir çalışma” dediği Anadolu Ejderi’ndeki biri hariç tüm şarkılar onun elinden çıkma. Onunla İstanbul’u da anlattığı bu eserini, Neşet Ertaş tutkusunu, Almanya’da adına yapılacak müzikali ve son yıllarını nasıl geçirdiğini konuştuk.
Yeni albümünüz Anadolu Ejderi dört yıllık bir bekleyişin ardından geldi. Nasıl bir dönemdi bu sizin için?
Pandemi başlamadan hemen önce ruhen ve bedenen tükenmiş hissediyordum hatta mümkünse her şey dursun istiyordum. Çıktığımız uzun turneler beni çok yormuştu. Her gün inanılmaz bir koşturmacanın sonunda sahneye çıkıyorsun ve insanlara en iyi şovu sunmaya çalışıyorsun. Sonra sabaha karşı yine yollardasın, gözünü bilmediğin bir ülkede açıyorsun. Fizyolojik ve psikolojik olarak çok yoğun ve yıkıcı bir süreç. Böyle bir üç sene geçirdik. Migren atakları başladı. Dolayısıyla tüm bunlar bende psikolojik bir alarm vermeye de başlamıştı. Maalesef bedenim çok nazlı ve psikosomatik. Dolayısıyla her şey dursun istiyordum. Kainat bu talebimi çok ciddiye aldı. Pandemi geldi. Al sana durmak! (Gülüyor)
Anadolu Ejderi’nin hikayesi nedir?
Mitolojik bir ejderin Anadolu topraklarında uyanışını temsil ediyor. Binlerce yıllık tarihi olan Anadolu coğrafyasında pek çok farklı kültür yaşadı. Fakat şu an gelinen noktada kendimize yakıştıramayacağımız sığlıkta bir hakikat yaşıyoruz. Sanki bunca medeniyet buradan gelip geçmemiş de, yepyeni ve sığ bir gerçek kondurulmuş. Bir karanlığın içindeyiz. Anadolu Ejderi derin uykusundan uyanarak buraları yaşanabilir kılmaya çalışıyor. Albüm bunun üzerine kurulu.
Çapkın bir kadının söylediği şarkılar
Nasıl bir temayla karşı karşıyayız?
Albüm içerisinde politik ve sosyolojik birçok konu var. Slogan atmadan, İstanbul’un geçirdiği korkunç çöküşten ve değişimden de yola çıkıyor. Kendi çocukluğumun da geçtiği, hafızası yok edilen bir şehir üstünden okuma gerçekleştiriyor bu albüm. Müzikal açıdan daha önce yaptığım işleri görüp el artırıyor. Türkçe saykodelik rock formunun sınırlarını genişletelim, yepyeni besteler, formlar ekleyelim istiyorum. Bir müzik türünün büyümesi ve gelişmesi için bu çok önemli.
Bu şarkıları yazarken aklınızda neler vardı?
Yaşadığımız çağın sıkıcı gerçekliğine karşı yaratılmış bir albüm bu. Beni en çok gençliğimizin elimizden sökülüp alınması yıkıyor. Bu ülkenin yakın tarihinde kazanılan ne varsa tek tek imha ediliyor. Albümde 1980 Darbesi’nden de bahsediliyor (İçinde Uyanıyoruz Hakikatin). 6-7 Eylül Olayları’nın yaşanmadığı, pek çok kültürün birlikte olduğu İstanbul’da geçen bir aşk hikayesi de anlatılıyor (Vurgunum Ama Acelesi Yok). Bu Izdırabın Panzehiri’nde ise yitirdiğimiz bir Beyoğlu’nun tahayyülü var.
Biz Ne Zaman Düşman Olduk adlı bir şarkı da var albümde. Türkiye’de yaşayan herkesin bir fikri olabilir ama bu şarkıda söylemek istediğiniz nedir?
İnsan ilişkileri iktidardan bireye yayılan bir piramit gibi işliyor. İletişim biçimleri ülkenin en tepesinden yayılıyor. Bu şarkıda çok kişisel bir hikayeden yola çıkarak, kimsenin kimseye güvenemediği bir ortamdan, toplumsal bir çürümeden bahsediyorum. Dünyanın en huzursuz ortamındaki iki insanın iyi ve derinlikli bir ilişki yaşamasını da bekleyemezsiniz.
Neşet Ertaş’ın Gel Yanıma Gel şarkısını da bu albümde yeniden yorumladınız…
Bu ülkenin en değerli müzisyenlerinden biri Neşet Ertaş. Bazı türkülerin erotik alt metni çok yoğun. Tüm türkülerde sözler hep bir erkeğin kadına söylediği şeyler gibi kurgulanıyor. Ben bu şarkıyı zampara, çapkın bir kadının ağzından duymak ve söylemek istedim. Bu albümde çapkın bir kadının söylediği şarkılar var. 1990’larda bu dil daha normaldi ama sonradan kayboluyor. Bence bu dile de ihtiyacımız var. Şarkıların sözlerine bakarak politik iklimi de anlayabiliyoruz.
Varlığımızı onaylatmak zorunda değiliz
Bu iklimde bir kadın olarak üretmeye dair neler söylemek istersiniz?
Her şeyden önce en kritik şey oto sansür. Bu oto sansürün temelinde toplumsal tornadan geçirilmeye çalışan kadınlar var. Eğer bir ülkede kadınlar, kuirler, hayvanlar; yani ayrıcalıklı köşelerinden konuşan toksik, beyaz, eril tayfa dışındakiler rahat değilse, balık baştan kokmuş demektir. Bu bağlamdan bakınca bazı kazanımların geriye gittiğini görüyoruz. Bunları geri almak zorundayız. Bırakın da yaşayalım. Siz bırakmıyorsanız da biz yaşamanın yolunu buluruz. Yaşamak için size soracak halimiz yok. Varlığımızı size onaylatmak zorunda değiliz.
Almanya’da 2025 yılında bir Gaye Su Akyol müzikali yapacağız. Komische Oper Berlin’den böyle bir teklif geldi. Benim şarkılarım, yapacağım bestelerim yer alacak
Kendini kanıtlayana kadar herkes kadına şüpheyle bakıyor
Övgü kadar yergi de alıyorsunuz. Yaptığınız müziği ve duruşunuzu eleştiren insanlar da var. Neden böyle sizce?
Bir kadının arkasında güç, para, torpil olmadan başarıya ulaşmasına Türkiye’de imkansız gözüyle bakılıyor, hemen başka süper kahramanlar aranıyor. Haydi kardeşim ara ki bulasın! Herkesin kendi kendisinin süper kahramanı olması gereken bir yer burası. Yalan dolan ne varsa yazdılar, ‘babası zengin’ filan. Oysa ki babam 20 yıl resim öğretmenliği yapmış bir devlet memuru ve ressam. Maalesef Türkiye’de insanlara istediklerini yaratmaları için alan verilmiyor. Herkes içindeki potansiyelle patladığı, yaşlandığı, yok olduğu için kendi yolunda ilerleyebilenlere öfkeyle yaklaşılıyor. Bunu da anlayabiliyorum ama bir yanım şöyle diyor: Bize dayatılan çaresizliği reddetmek zorundayız.
Bu öfke sizce neden özellikle kadınlara yöneliyor?
Anadolu’da başarılı birçok genç var. Maalesef istediklerini yapmaları için destek olmak bir yana köstek oluyorlar. Bu insanlarda bir öfke oluşturuyor. Herhangi bir konuda başarılı olan her kadına aynı şey yapılıyor. Türkiye Kadın Milli Voleybol Takımı’nı düşünelim; başarılı olduklarında tüm o kadınların cinsel yönelimlerine kadar uğraşılması da aynı nefretten çıkıyor. Bir şeyler üreten, kendi sözü olan, azıcık başarılı her kadını hemen yok etme arzusu var. Ekşi Sözlük’e bakın; ‘Kadınları İtici Yapan Detaylar’ diye başlık bile var. ‘Varlıkları’ yazın da bitsin. Boyunduruk altına alınamayacak herkese, her kadına karşı bir nefret duyuluyor.
Bu kadar baskının olduğu bir ülkede müzik üretmek de çok zor değil mi? Bu alanda varlığınızı sürdürmeyi nasıl başarıyorsunuz?
Kendini kanıtlayana kadar herkes sana şüpheyle bakıyor. İlk solo albümüm dönemindeyken bir gece benim çaldığım perküsyonları ve davulları kaydettik. Sabah kalktım, baktım herkes çok düşünceli; “Nereye gidiyor bu albüm” diye soruyorlar. Ben bir erkek olsaydım bu şüpheyle yaklaşılır mıydı? Emin değilim. Ama bir yandan da anlıyorum: Bu ülkede fırsat eşitliği yok. Mesela erkekler araba kullanmaya baba kucağında beş yaşında başlıyor. Sonra güç bela 20’lerinde ehliyet alan kadınlar neden kötü araba kullanıyor? Sizce neden? Aynı önyargıyı müzikte, prodüksiyonda, her yerde yaşıyorsunuz.
"Hayalini bile kurmadığımız yerlerde çaldığımız için mutluyum"
• Bazen güçsüz olma hakkımı hatırlamak istiyorum. Eğer güçlü görünüyorsan, vaktinde gördüğün zararlardan daha fazla etkilenmemek için yarattığın bir kabuk da olabiliyor bu. Bu kadar yaratıcı, duygularla ve içindeki hakikatle bağlantılı bir iş yapıyorsan, güçlü görünmenin ardında mutlaka bir şeyler gizliyorsundur.
• 30 yaşındayken annemi kaybettim. Hayatımdaki en önemli kırılma noktası buydu. O dönemde bir yandan da albüm çıkıyor. Bu kırılma noktasıyla psikolojik bir çöküş başladı. Tüm emareler vücuduma iyi bakmak zorunda olduğumu söyledi. Eğer bu işi 20 yıl sonra da yapmak istiyorsam kendime dikkat etmem lazım.
• Yurt dışı turnelerinde kimse sana bebek gibi bakmıyor. İlk 10 yılda çok zorluk da çektik. Türkiye gibi, maalesef müzikal açıdan dünyada çok ciddiye alınmayan bir yerdeyiz. Belki önümüzde üç-beş isim olsaydı her şey daha kolay olacaktı. Bu yolu hep birlikte açıyoruz.
• Hayalini bile kurmadığımız yerlerde çaldığımız için mutluyum. Üstelik bunu bu toprağın müziğiyle başardık; kendi dilimizde, kendi müziğimizi, sesimizi sunduk. Kendine ait bir dilin olduğunda, bunun orijinalliğini insanlara sunabildiğinde karşılığını da alıyorsun.