30 Aralık 2024, Pazartesi Gazete Oksijen
20.09.2024 04:37

Biri Spiderman diğeri Batman biri salata gibi, diğeri türlü!

Sporumuzun en büyük olayıdır Fenerbahçe-Galatasaray derbisi. Gerer, sinirlendirir, yıpratır. Peki, gevşek bir yerden de bakılamaz mı? Bu kutuplaşma içinde neye tekabül ediyor acaba iki ezeli rakip? Roman olsalar ne okuturlardı, şarkı olsalar nasıl tınlarlardı? Hangi ‘devlet büyüğü’ olurlardı? Sosyal medya lincini göze alarak yazıyorum


Fenerbahçe-Galatasaray maçı hayatımızda neye tekabül ediyor, hiç düşündünüz mü? Her sene pek çok sporda, ama en çok da futbolda, bu karşılaşmadan eser miktarda izliyoruz ama parça tesirli etkisi tüm yıla yayılıyor. Neredeyse her gün yaşıyoruz bu derbiyi artık. Transferlerle yatıyor, demeç savaşlarıyla kalkıyoruz.

Biri çıkıp bir laf ediyor da gene dönüp dolaşıp bu didişmeye referans veriyoruz. Her maç sonrası ayrı bir derbiye dönmedi mi zaten? Biri kilimciyle oynuyor, diğeri kör oğluyla. Ama gene bu ikisinin birbiriyle dalaşmalarını seyrediyoruz. Eski bir futbolcu binlerce kilometre uzakta bir laf söylese kasırgası burada esiyor.

Artık bize her gün derbi, her yer derbi. Eskiden sadece maç günlerinde hayat felç olurdu, şimdilerde ansızın bir atak gelebiliyor. Geçmişte futbolu sevenler içselleştirirdi sadece, bugün siyasetçisi, ekonomisti, sanatçısı da kendine burayı kerteriz belliyor. Futboldan nefret edenlerin dahi aklında hep derbi var; nefretin bile süjesi o. İşte o yüzden oynanmadan önce ayrı basıyor hafakanlar, oynandıktan sonra ayrı. Sonunda da en çok bağıran kendini haklı zannediyor ve biz gürültüden tantanadan kafayı kaldıramıyoruz.

İşin kötüsü şu: İki tarafın en keskin uçları değil, herkes bu kaosa maruz kalıyor. Ortada senelerdir doğru düzgün futbol yok, kalite yok, gol yok ama öyle bir fenomen var ki direnmek imkansız. Hatta daha da kötüsü, bir heyecan var işin içinde. Bir hava, bir gaz var! Sonu felaketle bitse de iç kıpırdatmayı hep başarıyorlar.

Peki ne yapacağız bununla? Atsanız atılmıyor, satsanız satılmıyor. Biraz mavrasını yapsak iyi gelir mi acaba?

Mesela sorsak: Neye benziyor bu takımlar? Hayatımızda nereye denk düşüyorlar ki kayıtsız kalamıyoruz?

Linç edilmeyi göze alıp biraz zorlasak mı hatta? Teşbih sanatına ve Yaradan’a sığınıp şu soruyu sorsak mı:

Bu satırların yazarı gibi bir Fenerbahçelinin gözünde nedir bu Fenerbahçe, nedir bu Galatasaray?

‘Game of Thrones’ ‘Succession’a karşı

Bildiklerimizden hareket edelim önce. Biri “cumhuriyet” diyor kendine. Ama bu biraz Oliver Cromwell’in tahayyülündeki cumhuriyet gibi bir şey sanki. Evet, cumhura yani halka/üyelere dayanıyor, başkanı on binlerce insan tarafından seçiliyor. Demokrasi sandıkta tıkır tıkır işliyor. Ama yönetirken mevzu bir anda Cromwell’e bağlıyor ve tek adamlaşıyor. O yüzden Türkiye’ye de çok benziyor.

Diğeri bu tanımlarla pek işi yok havasında. Fakat arkasında Mekteb-i Sultani var. Sarayı da entrikalarını da iyi biliyor. Bir küçük seçkin azınlık koca bir kulübü yönetiyor. Gerçi Dîvân-ı Hümâyun’a çıkınca eğiyor başını herkes ama yetkili ağızlar bir elin parmaklarından öteye geçemiyor.

Sert girdik konuya. Biraz topa basalım. Dizi olsalar ne olurlardı acaba? Eskilere bakarsak biri “Ezel”i andırıyor. Aldatılmanın, sürekli mağdur olmanın öznesi. Birilerinden alacak intikam arıyor durmadan. İstiyor ki bir Ramiz Dayı’sı olsun, masaya vursun ve düzen bozulsun. O yüzden koltuğa her oturan onun raconunu kesiyor.

Diğeri ise “Kurtlar Vadisi”. Kim kiminle müttefik anlayamıyorsun. Şu şunu ne zaman punduna getirdi fark edemiyorsun. Bir gizli gündem hep yürüyor. İki kişinin bildiği asla sır olmuyor. Ve hepsinden önemlisi devlette devamlılık bitmek bilmiyor. Yani sonuç hep aynı yere, aynı hedefe çıkıyor ve ulaşıyor.

Yabancı dizi olsalar peki? Tabii ki biri “Succession”. Kendi içindeki entrikalardan bir türlü çıkamayan, aile olduğunu hep vurgulayan ama güçlü baba figürünün gölgesindeki Roy kardeşler gibi. Diğeri ise bitmeyen iktidar savaşları ve en sevilen karakterinin bile tek hamlede kafasının vurulmasıyla tam bir “Game of Thrones” değil mi?

Abartıp içeriden bir de “Kızıl Goncalar” ve “Kızılcık Şerbeti” de ekleyelim mi? Biri Cüneyd’in son derece kırılgan haşmeti, Sadi Hüdayi’nin yanardöner kifayetsiz muhterisliği. Öteki her koşulda kafasına koyduğunu hem de hiç hissettirmeden yapan Abdullah Bey’in mütemadi iktidarı…

Edebiyata geçsek mi azıcık? Roman olsalar neye karşılık gelirlerdi kim bilir? Oğuz Atay’dan araklayalım.

Birinde “Tutunamayanlar” havası, diğerinde “Tehlikeli Oyunlar” ritmi sanki. Depresif ama yaratıcı, pasif agresif ve yalnız, ironiyi kati surette bırakmayan Selim ve Turgut ikilisi Fener’in stoper tandeminde nefis oynamaz mı? Peki ya “Tehlikeli Oyunlar”ın kabullenilmiş deliliği? Tam bir sarı-kırmızı kanat oyuncusu değil mi Albay Hüsamettin Tambay ve Hikmet Benol. Her şeye itirazı bile benzemiyor mu?

Biri ‘Prens’ okur, diğeri ‘Savaş Sanatı’

Haydi haddimizi aşmayalım, popüler kültüre vuralım. Biri 90’lar popu, diğeri 80’ler nostaljisi gibi gelmiyor mu kulağa? Doksanlar her zaman satar. İçeriğe bakmaz çok. Ritim yeterlidir. Aranjeye takılmaz, vurguyu melodiye yapar. O yüzden dillere pelesenktir. Sevmesen de, nefret etsen de çıkmaz kulağından. Oysa diğeri tam 80’lerin çocuğu. Söze de takar, müziğe de. Makamına kadar girer işin. Kasetin satması için bu da yetmez. Herkes mükemmel olmadan dinletemez kendini. Bayık naifliği belki de o yüzden şimdilerde geçer akçe olamıyor.

Salatadır biri aslında. Parçalar yan yana gelir, bir bütün olurlar. Asla birbirlerine karışmaz, heterojen kalırlar.

Her sofrada/sezonda vardırlar. Sonunu da iyi getirirler. Hafiftir, oturmaz mideye. Ama ürünü oluşturan hiçbir malzeme/futbolcu vazgeçilmez değildir. Salatalık yoksa kapari koyar, zaten ithal sebzelere bayılır ve işini görür bir şekilde.

Öbürü ise türlüdür. İçine ne koyarsan koy aynı sonucu ister. Güvece girmeyi, yanık konusunda ortaklaşmayı ve her şeyin aynı tadı vermesini / aynı ruhla oynamasını talep eder.

Bir de futbolu futbolla anlatalım. Messi’dir biri, Maradona’dır öbürü. En çok ödül alandır, turnuvanın en iyi oynayanı, en çok gol/asist yapanıdır. Diğeri ise bir kez vurur ve efsane olur. Düşer, kalkar. Savrulur, ağlar.

Yine de en kötü gününde bile efsanelikten bir şey kaybetmez. Seveni de körlemesine sever.

Biri Örümcek Adam gibi tıpkı. Peter Parker’ın sefaleti hayatının gerçek yanı. Öbürü de Batman. Özel gücü yok ama neredeyse bir süper kahraman. Tavlada düşeş peşinde biri, duygusal. Diğeri satranç tahtasına yedi boyutlu bakıyor, rasyonel. Biri VII. Henry’ye özeniyor, kelle alarak yürütüyor iktidarını. Diğeri Napolyon gibi, zaferleri de hezimetleri de kocaman. Biri rakı gibi, dört başı mamur bir sofra olmadan tat vermiyor. Diğeri viski, iyi bir yer fıstığıyla bile çakırkeyif. Biri “Prens”i koyuyor baş ucuna kitap olarak, diğeri “Savaş Sanatı”nı. Biri savaşta her şeyi mübah görürken diğeri her şeyi bir muharebe alanı olarak görüyor. Biri Topkapı Sarayı’nda oturuyor, geçmişi seyretmeye bayılıyor. Diğeri Dolmabahçe hayranı, hep bir modernlik peşinde.

Futbol bir oyun. Eğlenmek bu işin özü. Yazdıkça yazası, benzettikçe benzetesi geliyor insanın. Belki size de bulaşır diyeceğim ama bir yandan da uzattıkça boşa/fazla zorluyorum gibi geliyor. Zaten bu kadar statik elektrik varken bir yazıyla ne kadar topraklama olur ki? Hem ben kimim ki koca camiaları böyle şeylere indirgiyorum? Haddimi bilmeliyim, değil mi? İyisi mi sosyal medyayı açayım da müstahak olduğum linci seyredeyim.

Şaka bir yana, işin biraz olsun tadına varmak için yazıldı bu yazı. Keşke biri çıkıp Galatasaraylı versiyonuyla tekzip etse. Biz de biraz daha neşelensek. Fena mı olur yani? 

Bağış Erten
Bağış Erten