18 Nisan 2024, Perşembe
23.07.2021 04:30

Sığınmacılara hoşgörü azalıyor

Başlangıçta toplumun yüzde 59’u Suriyeli sığınmacıları ‘zulümden kaçan insanlar’ olarak görüyor, savaş bitince döneceklerini düşünüyordu. Ancak kalıcı oldukları anlaşıldıkça işler değişmeye başladı. Aynı apartmanda oturmam diyenler yüzde 79’a çıktı

Afganistan’da Kabil Havaalanı güvenliğini üstlenme niyeti, Taliban’la yapılan görüşmeler ve Afganistan’dan gelen sığınmacıların görüntüleri… Bir kez daha ülkenin iç siyasi gerilimleriyle dış politikası iç içe geçmiş durumda.  Aynı zaman aralığında CHP Suriyelileri geri gönderme hedefini açıkladı, Cumhurbaşkanı, ‘Taliban’la Türkiye’nin inancı arasında benzerlik olduğunu’ söyledi, Suruç’ta IŞİD katliamında kaybedilen 33 gencin anma eylemlerine polis son derece sert müdahale etti.  Tüm gündem tartışmalarında olduğu gibi yine münakaşa ve münazara temelli dil hâkim olunca mahalle de sosyal medya da karıştı. Bir bakıma bunların tümü birbirine geçmiş, birbirlerini besleyen meseleler. Ama tartışmaların tonunu, biçimini ve ülkenin politikasını belirleyen iktidarın zihniyeti ve tercihleri.   Afganistan meselesinde de Suriyeliler meselesinde de iktidarın bakışının iki ana unsuru var. Birincisi, kendi dini referanslı ideolojik tercihleri ve İslam coğrafyasındaki liderlik iddiası, ikincisi ise dış dinamiklerin kendi iktidarı üzerinde üreteceği riskleri yönetme çabası… Afganistan’da sorumluluk almaya razı ve hatta gönüllü olurken ABD ve AB’den yeniden onay almak öncelikli. Taliban ve iç kamuoyu ile konuşurken ise kendi tahayyül dünyasındaki liderliğini göstermek.  Bu ikili bakış nedeniyle Suriye meselesine taraf olundu. Suriye meselesi apayrı ve uzun bir analiz konusu. IŞİD riski, Kürt meselesi, güvenlik algısı, hukuk meselesi gibi onlarca farklı katmanı ve sonuçları var. Suriye politikasının sonucunda Suriye’de ne olduğundan çok Türkiye’ye gelen Suriyeli sığınmacılar üzerinden devasa bir toplumsal meselemiz oluştu.  Başlangıç’ta Esad zulmünden ve katliamlarından kaçmaya çalışan insanlar vicdani ve haklı bir bakış ve refleksle kabul edildi. O kadar ani ve tepkisel davranıldı ki, sonradan ilk aylarda gelen 250 bin Suriyeli sığınmacının kaydının bile alınmadığı anlaşıldı. Sonraları geçici ofisler oluşturulup, yalnızca isimleri ve parmak izleri alındı. Ama bu kayıtlarda ne yaşları ne eğitimleri ne meslekleri ne de başkaca bilgileri vardı.  Sonra ikinci dalga, bu kez  IŞİD zulmünden kaçanlardan oluştu. Can derdiyle yollara düşenleri kabul etmekten başka yol yoktu elbette. Ama IŞİD meselesine şimdinin Taliban’ına benzer bakış ve müsamaha, IŞİD’in sınırlarımız içindeki sığınmacı kamplarını lojistik merkez gibi kullanmaya başlaması ve devletin Kürt meselesine bakışının Suriye politikasının merkezine oturması gibi bir dizi hata ile her şey birbirine girdi. 

Bilgisizlik, ikiyüzlülük

Bugün doğumlarla 5 milyona yaklaşan Suriyeliler, diğer Kafkasya, Asya ve Orta Doğu ülkelerinden gelenlerle beraber 6 milyonu aşan sığınmacıyla Türkiye dünyanın en çok sığınmacı bulunan ülkesi haline geldi. Bu durumun ürettiği kayıt dışı istihdam, finansman, sermaye hareketlerine hükümetin kayıtsız tavrı sonucunda her türlü yeraltı suç örgütlerinin, küresel terör örgütlerinin ve yabancı istihbarat örgütlerinin kolayca var olabildiği bir ortam ve sorunlar yumağı oluştu. Elbette siyaset bu karmaşaya bir cevap üretmekle sorumlu. İktidarın tercihleri ortada. Peki ya muhalefet? Barışçı bir dış politika, toplumsal uzlaşma, demokratikleşme, güvenlik ve beka meselesini yalnızca devletle sınırlamayan bir siyaset beklentisine cevap üretmek yerine yalnızca ‘iktidara muhalefet’e sıkıştı. Böyle olunca varılan nokta, sığınmacıları gönderelim mi göndermeyelim mi, evlere alıp besleyelim mi beslemeyelim mi sakilliğine geldi.   Her şeyden önce sığınmacılar konusunda başından beri genel bir bilgisizlik hali var. Hatta ne bürokratik kadrolar ne siyaset ne iktidar sığınmacılara dair gerçek durumu biliyor. Sığınmacıların derli toplu demografik bilgileri, tam olarak sayıları, yaşları, eğitimleri, meslekleri, kaç çocukları var, bunların hiçbiri yok. Örneğin aralarında kaç Suriyeli doktorun, mühendisin olduğunu bilmiyoruz, olaylar başlamadan hemen önce ve sonrasında parasını getirebilen kaç kişi var, o bilgi de yok. Buna ek olarak bir de başından beri iktidarın ve yandaş medyanın dış politika amacıyla ürettiği ama sonunda kendisinin de inanır olduğu “kaç milyar harcadık” efsanesi var. Aslında böyle harcanan bir para yok. Eğitim ya da sağlık bütçesi hizmet alan yurttaş sayısına bölündüğünde bulunan bir kişi başı ortalama harcama rakamı Suriyeli sayısıyla çarpılıp bir efsane anlatılıyor. AB’nin üyesi olmak yerine gönüllü taşrası olmak politikası çerçevesinde bu rakam üzerinden bir talep dile getiriliyor. Olmayınca Suriyeliler tehdit aracı haline dönüştürülüyor. Üstelik muhalefetin de bundan çok farklı düşünmediğini gördük son haftalarda.  

Göç küresel bir sorun

Avrupalılar ise başka bir ikiyüzlülük sergiledi. Bir yandan eğitimli Suriyelilerin ve hatta Türkiyelilerin içinden bile kendi yeni ekonomi ihtiyaçlarına uygun olanları devşirmeye çalışırken, diğer Suriyelilerin Türkiye’de tutulmaları karşılığı iktidarın aradığı dış desteği sunmaya hazır oldular her zaman. Şimdi kendi karmaşamız, kaosumuz, dertlerimizle baş başa kaldık. Siyasetçilerin ve hatta okumuşların da bilgisizliği, duygusal tepkileri, öfke ve korkularıyla yüz yüzeyiz. Suriyeliler ve diğer sığınmacılar tüm bu sıkışmışlığın korku ve nefret öznesi haline dönüştü. Bu nedenle meseleyi “göndereceğiz” basitliğinde, “gitmeliler” öfkesiyle yönetemeyiz. Daha geniş bir perspektiften baktığımızda kırk yılı aşkın zamandır, tüm yaşamı değişime zorlayan üç temel dinamik var.  Birincisi, yerkürenin ritmi değişiyor. Küresel ısınma, karbon salınımı, ozon tabakasının delinmesi, erozyon, kuraklık, başta petrol, içme suyu dahil yeraltı kaynaklarının tükenmesi, yer üstündeki canlı ve bitki türlerinin azalması, çevrenin, havanın, suyun kirlenmesi gibi her biri devasa sorunlar anlamına gelen bir ritim değişikliği. İkincisi, teknolojik sıçrama ile gündelik hayatın ritminin hızlanması. Bilişim, iletişim, ulaşım teknolojilerindeki değişimin, yani teknolojik devrimin tetiklemesiyle gündelik hayat daha önce hiç sınanmamış bir ritme ulaştı. Üretme yöntemlerimiz değişiyor. Ama asıl önemlisi çalışma, üretme, örgütlenme ve yaşama pratiklerimiz zaman ve mekândan bağımsızlaşıyor. Yerçekimsiz bir gündelik hayat içinde zamandan ve mekândan bağımsız düşünebilmek, örgütlenebilmek, üretim yapabilmek, alışık olduğumuz karar süreçlerini zorlayan bir esneklik ve hız dayatıyor. Zaman ve mekândan bağımsız çalışabilmek sadece hayatı hızlandırmıyor, aynı zamanda yerleşik hiyerarşileri ve statükoyu da parçalıyor.

İstanbul doğumlu %28

Üçüncü temel dinamik ise insan hareketlerindeki değişim. Yerkürenin ve gündelik hayatın ritmindeki değişimi, ulusal ve uluslararası ölçekte göçlerin artarak sürmesinde gözlemek mümkün. İnsanlık daha çok göçü nasıl durdurabileceğini ya da denetleyebileceğini düşünüyor. Yalnızca Suriyeliler değil Afrika’dan gelenler canlarını tehlikeye atarak Akdeniz’i geçmeye çalışıyor, Meksikalılar ABD kapısında bekliyor. Türkiye’de son 40 yılda 30 milyonu aşkın insan göç etti. İstanbul’da 18 yaş üstü İstanbul doğumluların oranı yalnızca yüzde 28. Geriye kalan yüzde 72 İstanbul dışından gelmiş. Türkiye’deki yetişkin nüfusun yüzde 84’ü sanayi toplumuna dahil olmuş, sosyolojik tanımıyla kentli. Hatta ülkedeki yetişkin nüfusun yüzde 52’si metropollerde yaşıyor. İnsanlar daha iyi bir hayat arzusuyla hareket etmeye devam edecek. Bu hareketin ürettiği bir dizi sosyolojik, mekânsal, zihni değişim var, metropoller, varoşlar, kimlikler, lümpenleşme vb… Aynı zamanda göçün dinamikleri de değişiyor, iklim değişikliği gibi küresel tehditlerin yanısıra bölgesel savaşlar, kuraklık var.

Eğitimli, Türkçe bilen...

Bu üç temel dinamik birbirini de etkiliyor, çoğaltıyor. Bu nedenle Suriyeli sığınmacılar meselesi yalnızca yerel değil aynı zamanda küresel bir mesele.  Bir de elbette bu meselelere toplumun nasıl baktığı boyutu var. Türkiye’de “öteki” algısı siyasi ve toplumsal kutuplaşma üzerinden şekilleniyor. İlginç olan farklı toplumsal kümeler farklı nedenlerle aynı fikre varabiliyor. Bu yüzden kutuplaşma sadece fikirlerin zıtlaşması değil, önceliklerin de zıtlaşması biçiminde çalışıyor.  Toplumun ülkeye yaşamaya gelen yabancılarda hangi özelliklerin olmasını beklediği üzerinden bakıldığında, iyi eğitimli, Türkçe bilen ve meslek sahibi olanları tercih ediyor. İlginç biçimde diğer Batı ülkelerinde de beklenti tam bu yönde, eğitimli, meslek sahibi ve geldiği ülkenin dilini bilen insanları bekliyorlar.  Suriyeliler meselesini duygusallaştıran iktidara bakış. Örneğin gelenlerin Müslüman olup olmadıkları CHP ve HDP seçmenleri için çok önemli değilken, Ak Parti seçmeninin yüzde 75’i, MHP seçmeninin yüzde 72’si için önemli. Dünya genelinde de Türkiye’de de eğitim seviyesi düşük olanlar, yabancıları ekonomik fırsatları eksilten ya da istihdam rekabeti yaratacak unsurlar olarak görüyor. Aynı zamanda ekonomik belirsizlik de yabancıya bakışı etkiliyor. Yaşanan ekonomik krizin derinliği, yaygınlığı arttıkça, işsizlik arttıkça yabancıların tehdit unsuru olduğu algısı yükseliyor. Eğitimi yüksek ve meslek sahibi yabancılar dünyanın her ülkesinde daha kolay kabul görürken, eğitimsiz ve mesleksiz yabancılara her toplum kapalı neredeyse.

Algı nasıl değişti?

KONDA’nın Suriyeliler algısı araştırmasına göre başlangıçta toplumun yüzde 59’u onları zulümden kaçan insanlar olarak görüyordu. Sırtımızda yük diyenler sadece yüzde 7’ydi. Ama o zaman toplumun yüzde 52’si savaş bitince Suriyeliler’in geri döneceğini düşünüyordu. Kalıcı olduklarını anladıkça işler değişti. Beş yıl önce “sığınmacıların kabulü insanlık görevidir, ayrım yapılmamalıdır” diyenler yüzde 73’tü.. Suriyelilerin kabulü ülkemizin tarihinden, coğrafyasından kaynaklanan bir sorumluluktur diyenler ise yüzde 57. Sürecin başlarında ve mesele bu denli karmaşıklaşmamışken bile toplum yine de temkinli ve tereddütlüydü. Suriyeli sığınmacılarla aynı şehirde bulunabilirim diyenler yüzde 72, aynı mahallede, işyerinde, okulda olabilirim diyenler yüzde 57, komşu, arkadaş olabilirim diyenler yüzde 41, evde, aile içinde olabilir diyenler yüzde 14 oranındaydı.

Çoğu geri dönmeyecek

Bilgisizlik ve hükümetin söylemi devam ettikçe ilk araştırmadan üç yıl sonra, Temmuz 2019’da sorunun ağırlaşmakta olduğu görüldü. Sığınmacılarla aynı şehirde yaşamak istemeyenler Şubat 2016’dan Temmuz 2019’a yüzde 28’den yüzde 60’a, aynı mahallede olmak istemeyenler yüzde 43’ten yüzde 69’a, apartmanında istemeyenler 59’dan 79’a çıktı. Ocak 2019’da ise toplumun yüzde 76’sı Suriyeli sığınmacılar nedeniyle kentlerinin daha güvensiz olduğunu, yüzde 78’i sığınmacıların ekonomiye zarar verdiğini düşünür hale geldi. Modern hayat tarzı olduğunu düşünenlerin yüzde 82’si, dindar muhafazakarların yüzde 71’i, en alt gelir grubundakilerin yüzde 82’si bu fikirdeydi. Suriyelileri güvenlik meselesi olarak görenler arasında da özel bir farklılık görülmüyordu. Yani, Suriyeliler nedeniyle kentlerin daha güvensiz olduğunu düşünmek ne yaşa, ne eğitime, ne etnik kimliğe göre değişmiyordu. Toplum, Suriyelilere kalıcı haklar konusunda tereddütlü. Kalıcı haklar tanınmasından yana değil, geçici çözümleri destekliyor. Çünkü meseleyi geçici görüyor, kalıcılaşma ima eden her gelişmeye tepki veriyor. Halbuki Suriyeliler artık bu ülkenin gerçeği ve büyük kısmı da geri dönmeyecek. İnsanlık tarihi herkese göçün tersine çalışmadığını öğretecek binlerce örnekle dolu.  Toplum dış meseleleri iç meselelerden farklı görmüyor, dış meseleler her zaman iç meselelerin uzantısı şeklinde değerlendiriliyor. İşte bu yüzden dış ve iç meseleler arasında ayrım yapmadan, sığınmacılar meselesinin toplumsal hayattaki etkilerini ve sonuçlarını görmezden gelmeden, geniş kapsamlı bir bakış açısıyla değerlendirilmesi gerekiyor. Eğer bu karmaşıklığı popülist veya şoven bakışa, kutuplaşmaların ürettiği zihni ve ruhi ambargolara sıkışarak tartışırsak çözemeyiz. Ve elbette insanlığın kazanımlarını, insan haklarını, vicdanı, merhameti, iyiliği unutarak da çözemeyiz. Hele hele topluma gerçekleri, boyutlarını, nedenlerini, risklerini anlatmadan toplumun korku ve kaygılarını yücelterek de toplumun duygularını manipüle ederek de çözemeyiz.