Normal People pandeminin en büyük hitiydi. Paul Mescal de uykulu gözleri, altın zinciri ve güven veren seksapeliyle pandemiden çıkan en büyük yıldız. Mescal diziden sonra büyüyen şöhretinden kendine sinemada bir kariyer biçti. Gişe rekortmeni filmler yerine bağımsız hikayelere yöneldi. Bu hikayelerden en büyüğü, Cannes Film Festivali’ni ve yılın tüm “En İyiler” listelerini sallayan Aftersun (Güneş Sonrası), bugünden itibaren MUBI’de gösterimde. Güneş Sonrası 11 yaşındaki Sophie ve babası Calum’un 1990’ların sonunda çıktıkları bir Türkiye tatilinin hikayesi. Yönetmeni Charlotte Wells’in deyimiyle “Türkçede ‘hasret’ dedikleri şey üzerine” bir film. “Yaptığım filmle gurur duyuyormuş gibi yapacağıma, gerçekten gurur duyduğum filmler yapmaya çalışıyorum” diyen Mescal ile Türkiye’de geçirdiği günlerden, filmin onda bıraktığı derin etkiden, kendi ailesinden ve kafa kamerasıyla çektiği karelerden konuştuk.
Güneş Sonrası izlediğim en caka satmayan filmlerden. İzleyicinin duygularıyla oynamadan midesine bir yumruk atmayı başarıyor. Projeye nasıl dahil oldunuz ve bu kadar duygusu yoğun bir hikayeyle nasıl bağ kurdunuz?
Projeye dahil olmam epey geleneksel bir şekilde oldu. Menajerim senaryoyu okudu ve inanılmaz heyecanlanıp beni aradı. Ben senaryoyu bir cuma günü aldım ve o hafta sonu 2-3 kere okudum. Hemen Charlotte’a projeyi ne kadar sevdiğimi söylemek istedim. Bir zoom yaptık ve “Bu filmde yer almak için ne gerekiyorsa yaparım” dedim. Okur okumaz filmle aramda bir bağ hissettim. Daha doğrusu bağ kurma ihtiyacı bile hissetmedim. Bu iki karaktere bağlanmak o kadar kolay ki. Baba olmasam da Calum ‘a karşı büyük bir empati hissettim. Calum çok dürüst, soylu ve güzel bir adam. Yüzeyde göremediğimiz birçok sorunla boğuşuyor. İçinde olamasaydım bile bu filmi izlemek için sabırsızlanırdım çünkü bu tam da benim sinemaya gidip izlemeyi sevdiğim türden bir hikâye.
Çift taraflı bir büyüme hikayesi diyebilir miyiz?
Büyüme filmleri dediğimiz türde bir değişim yaratıyor. Aynı anda iki ayrı büyüme filmi izliyoruz: Bir taraftan Sophie’nin hafızasının perspektifinden onun büyüme hikayesini, diğer taraftan da Calum’un perspektifinden ‘nasıl yetişkin bir insan olunur’ a dair yıkıcı bir büyüme hikayesi. Ki bu çok rastlanan bir şey değil. İkili bir perspektif var filmde.
Film bu ikili perspektif arasında gezinirken zaman zaman yetişkin zaman zaman çocuk gibi hissettim kedimi. Siz hangi tarafa daha yakınsınız?
Filmi yaparken çocukluğumu hiç düşünmedim, yetişkin perspektifinden bakmaya çalıştım çünkü işim o hikayedeki yetişkin olmaktı. Aslında tecrübem Sophie karakterine daha yakın. Çünkü gerçek hayatta hiç çocuğumla tatile çıkmadım, hep tatile götürülen oldum. Ama izledikten sonra çocukluğumla farklı bir ilişki kurdum diyebilirim. Çocukluğumun tatillerine karşı bir nostalji hissettim. İzleyici de bunu hissedecek: “Ailemle Fransa tatilimi hatırladım veya İspanya veya Türkiye tatilimi” diyecekler.
26 yaşındasınız. Rolü aldığınızda “Baba rolünü oynamak garip geldi” demişsiniz.
“Vay be artık baba rolleri oynuyorum” dedim. Ama o his bir saniye falan sürdü. Calum zaten kızının abisi sanılan çok genç bir baba. Ben de bu sayede onu oynayabildim, yaş olarak benden hiç de uzak değil. Sanırım yirmiden ziyade otuz yaşında gibi gözüktüğüm için şanslıyım. Ne yapalım, benim de yüzüm ve vücudum böyle (Gülüyor).
Bu rolü canlandırmanın kendi aile ilişkilerinizi anlamlandırmaya katkısı oldu mu?
Evet. Sophie ergenliği, kızları, oğlanları, büyümeyi anlamlandırmaya çalışırken, Calum da “Nasıl iyi bir baba olunur?” u anlamaya çalışıyor. İyi bir baba olmak istiyor ve onu yaparken depresyon, üzüntü, kendinden nefret etmek gibi hisleri nasıl ifade edeceğini bilemiyor. Bir yanda sorumluluklar, ödenecek faturalar, çocuğuna bakmak zorunda olmak, bir yandan da bu duygular var. Hepsiyle birden nasıl başa çıkacak? Calum’ un bunu yapabilecek durumu yok ve zorlanıyor. Ben de kendi ailemle ilişkimi düşündüm. Finansal zorluklar çektiğimiz zamanları…Çocukken anne babanın yaşadıklarının farkında olmuyorsun. Şimdi geriye dönüp baktığımda “Anne babalar sadece kendi çektikleri zorluklarla değil, çocuklarının yaşadığı zorluklarla da başa çıkmak zorunda” diyorum. Bir çocuğun dünyasını şekillendirmek inanılmaz bir sorumluluk. Öyle düşününce anne babama daha da hayran oluyorum.
Film “11 yaşındayken bugün ne iş yapacağını düşünüyordun?” sorusuyla başlıyor. Siz 11 yaşındayken büyüyünce ne olacağınızı düşünüyordunuz? Bugün olduğunuz şeyle alakası var mı?
Hayır, hiç alakası yok. Sporcu olacağımı sanıyordum. Geçenlerde kız kardeşimle çocukluk videolarımızı izledik. 11 yaşımdaki halime bakıp, 15 sene sonraki hayatımın böyle görüneceğimi düşünmek çok garip bir his. Aktör olacağımı düşünen bir tarafım hiç olmadı. Bakalım bir 15 yıl sonra hayatım nasıl görünecek?
Kızınız Sophie’yi oynayan Frankie Corio ile aranızdaki yakınlık hissi seyirciye geçiyor. Çekimler başlamadan önce beraber bir tatil yaptığınızı duydum. O süreç filmde yarattığınız duyguya nasıl katkı sağladı?
Beraber zaman geçirmenin o yakınlık hissine çok katkısı oldu. Çekimlerden önce iki hafta boyunca Türkiye’de beraberdik. Kısa sayılacak kariyerim boyunca diğer aktörlerle aramdaki kimya hakkında çok fazla konuştum ve hala o kimyanın nasıl yaratıldığını nasıl anlatacağımı bilmiyorum. Çalıştığım aktörler film dışında da zaman geçirmekten zevk aldığım kişilerdi. Bu açıdan çok şanslıyım. Frankie de öyleydi. Açıkçası aramızda bir kimya olmasına şaşırmadım ama on bir yaşında bir çocukla arkadaş olabilmeme şaşırdım (Gülüyor). O mahremiyet duygusunu yaratmak için dünyadaki bütün oyunculuk egzersizleri yapsanız da olmaz. O kimya ancak Charlotte gibi bir yönetmenin içgüdülerine güvenip o kimyaya sahip olacağını düşündüğü oyunculara rol vermesiyle olabilir. Ve tabii karşındaki insana duyduğun sevgi ve özeni doğal olarak geliştirerek. Benim için bunu Frankie ile yapmak çok kolaydı.
Türkiye’de çekim yapmak nasıldı? Sizi tanıyan hayranlarınız oldu mu?
Hayır kimse beni tanımadı (Gülüyor). Ölüdeniz ’de çektik, Fethiye’ye yakın bir yerde. Fethiye değil mi, doğru telaffuz ediyor muyum? Bilmiyorum, belki de orada hiç Normal People hayranı yoktu. İstanbul’da sadece iki gün kaldık, çok sakindi. Kimse yanımıza gelmedi. Ama Türkiye’yi çok sevdim. İlk gelişimdi. Daha önce deneyimlemediğim bir kültürü tanımak çok güzeldi. İstanbul muazzam bir şehir. Herkesin bahsettiği o doğu ve batının kültürlerinin birleşmesi hissini gerçekten hissediyorsunuz. İstanbul’da daha uzun vakit geçirebilmeyi çok isterim.
Türkiye hikayeniz devam ediyor. Deniz Gamze Ergüven’in yöneteceği The End of Getting Lost filminde de yer alacaksınız.
Onun üzerinde hala çalışıyoruz. Umarım önümüzdeki sene bir noktada çekilecek. Senaryoyu görmek ve beraber çalışmak için sabırsızlanıyorum.
Filmin bir yandan doksanlara dair renkli ve pop bir görsel dünyası var bir yandan da seyircide çok yoğun bir duygusal iz bırakıyor. Bu ikiliği nasıl yorumluyorsunuz?
Bence seyircinin filmin sonunda bu kadar yoğun bir duygusal tepki vermesinin sebebi Calum ve Sophie arasında gerçek bir sevgi olması. Bu sevgi biraz da renklerden, tatilde, dünyanın başka bir köşesinde olmaktan besleniyor. Charlotte aydınlık ve karanlık arasındaki dengeyi çok iyi bir şekilde yansıtıyor. Biri olmadan öbürü olmuyor. Filmin renkleri, döneme ait detaylar, müzik…Hepsi o aydınlık duygusuna katkı sağlıyor. Ve sizi filmin sonunda yiyeceğiniz yumruğa hazırlıyor.
Müzikler de bu hisse dahil.
Şarkıların çoğu senaryonun içine yerleştirilmişti. Tabii çekerken çoğunlukla müziği duymuyorsunuz. Sondaki dans sahnesinde çalan Queen klasiği Under Pressure, Charlotte’un keşfiydi. Filme hazırlanırken dönem müziklerini çok dinledim, karakter için sadece döneme değil, duygularına dair dinleme listeleri yaparım. Under Pressure sahnesini izlemek çok özeldi. Yumruğumu havaya kaldırıp “Charlotte tam bir dahi!” dedim.
Normal People’ın başarısından sonra kolaylıkla gişe hatta süper kahraman işlerine yönelebilirdiniz ama siz bağımsız filmler yapmayı tercih ettiniz. Kariyer yolculuğunuzu nasıl çiziyorsunuz?
Bana ilham veren insanlarla çalışmaya çalışıyorum. Charlotte, Benjamin Millepied, Garth Davis, Emily Watson, Maggie Gylenhaal… Çok büyük bir kariyer planım yok. Okuduklarım arasında bana ilham veren filmler bunlardı. Ama iki yıl önce bu filmleri de yapacağımı bilmiyordum o yüzden önümüzdeki iki yılı da planlamakla ilgilenmiyorum. Bu iki yıl o kadar çabuk geçti ki, doğru kararlar vermeye ve arkasında durabileceğim işlerde yer almaya çalışıyorum. Yaptığım filmle gurur duyuyormuş gibi yapacağıma, gerçekten gurur duyduğum filmler yapmaya çalışıyorum. Bugüne kadar çalıştığım yönetmenler ve yaptığım filmlerle de gurur duyuyorum.
Bir süre önce Instagram hesabınızı kapattınız.
Kapattım çünkü benim kullandığım amaçtan farklı bir şeye dönüştü. Ben hayatımı arkadaşlarımla paylaşmak için açmıştım hesabımı. Sonra bir baktım arkadaşlarımdan çok tanımadığım insanlar var. Üzerimde baskı kuran ve iş için kullandığım bir araç haline geldi. Şimdi sadece arkadaşlarıma açık bir Instagram hesabım var ve bir daha asla iş için sosyal medya kullanmayacağım.
Normal People ve After Sun sevginin farklı taraflarına bakan iki iş, bir yandan da ortak temaları akıl sağlığı.
Böyle bakmak benim için “akıl sağlığı krizi geçiren karakterler” diye bakmaktan daha enteresan. O yönleriyle de ilgileniyorum ama sevgi, oynadığım karakterleri daha iyi tanımlayan bir karakteristik. (Normal People’da) Conell’ın Mariam’a duyduğu sevgi, Calum’un Sophie’ye duyduğu sevgi, (God’s Creatures filminde) Brian’ın annesine duyduğu sevgi. Gerçek hayatta beni esas ilgilendiren şey sevdiğim insanlar. O yüzden bir karaktere bağlanma noktam da bu sevgi oluyor.
Filmden favori bir sahneniz var mı?
Her gün değişiyor. Filmle gurur duyuyorum. Bir sahneden gurur duyuyorsam o sahne için verdiğimiz emekle gurur duyduğumdan. Şu anda ilk aklıma gelen sahne Sophie’nin “İyi ki doğdun baba” dediği ve Calum’un “Teşekkür ederim” diye cevapladığı sahne. Belki çok basit bir sahne ama filmin geri kalanı sizi o sahneye öyle bir taşıyor ki, her izlediğimde beni kalbimden bıçaklıyor.
Filmde Sophie’nin “Bu anı kafa kameramla çekeceğim” dediği bir sahne var. Sinemanın hatıralarımızı anlamlandırmaya yarayan bir sanat dalı olduğunu çok iyi anlatan bir sahne bu. Siz bu filme dönüp baktığınızda kafa kameranızda kalan anlar neler?
Benim kafa kameramda Frankie’nin provalar sırasında o repliği uydurduğu an var. Sahnede kullandığımız kamera bir şekilde çalışmadı ve Frankie “Sorun değil ben de kafa kameramı kullanırım” dedi. O an filmin bir parçası haline geldi. Filmi çekerken biriktirdiğimiz bütün anılar, Frankie ile çekimler dışında geçirdiğimiz zamanlar hepsi kafa kameramda saklı. En çok hatırladığım anlar kameraya çekilmeyen anlar. Charlotte ve Frankie ile sevgi dolu bir ilişki kurduğum anlar. Benim için bir filmden sonra genelde böyle olur. Filmdeki sahnelerden çok, çekerken yaşadıklarımı hatırlarım.
Billur Turan 1990’ların Fethiyesini yarattı
25. Britanya Bağımsız Film Ödülleri’ne de aday olan Güneş Sonrası’nın yapım tasarımcısı Billur Turan ile konuştuk.
- Mayıs-ağustos arası Fethiye’de her şey dahil bir otelde kaldık, çekimlerin çoğu da burada gerçekleşti. Tatil gibi duyulabilir ama sabah 7’den gece 10’a kadar çalıştık.
- Gerçekçi bir dünya kurmaya dikkat ettim. Filmleri, kendi tatil fotoğraflarımızı referans aldık. Heathrow Havaalanı görüntülerinden bagaj etiketleri ile ilgili bilgi alırken, Flickr albümlerinde 90’lar Fethiye’sinin izini sürdük. Şemsiye, havlu desenleri, havuz başı gösterileri, açık büfeler, sokaklardaki araçlar. Antikacılardan döneme ait eşyaları toplamaktan, bir sebze halinde Heathrow koridorunu inşa etmeye kadar.
Bize biraz kendinizi tanıtır mısınız? Mesleğe nasıl adım attınız?
İstanbul Teknik Üniversitesi Endüstri Ürünleri Tasarımı bölümünden mezun oldum. Lisansüstü eğitimini Royal College of Art Ürün Tasarımı bölümünde tamamladım. Londra'da ürün tasarımcısı ve iç mimar olarak çalıştıktan sonra 2012 yılında film endüstrisine geçtim. O zamandan beri uzun ve kısa metraj filmlerde ve reklamlarda çalışıyorum. 46.Toronto Uluslararası Film Festivali'nde FIPRESCI Ödülü'nü alan Anadolu Leoparı (2021) ile 58. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde En İyi Sanat Yönetmeni ödülünü kazandım. Film çalışmalarımın yanı sıra tasarımlarım Milano Tasarım Fuarı, Londra Roundhouse, Prag Quadrennial ve Bauhaus Dessau gibi farklı mecralarda sergileniyor. Ayrıca Şubat 2023’te gerçekleşecek Berlinale Talents’a seçilen katılımcılar arasındayım.
Güneş Sonrası ekibine nasıl dahil oldunuz, çekim süreci nasıl geçti?
Filmin uygulayıcı yapımcısı İpek Erden’in yapımcı ve yönetmene önerdiği isimlerden biriydim. Senaryoyu okuduktan sonra yönetmen ile bir Zoom toplantısı yaptık; hayatlarımızdan, sinemaya yaklaşımımızdan ve filmin temalarından bahsettik. Son olarak bir moodboard hazırladım ve katılımım onaylandı. Çekim süreci çok keyifli ama bir o kadar da yoğun geçti. Mayıs’tan Ağustos’a kadar Fethiye’de her şey dahil bir otelde kaldık, çekimlerin yarıya yakını da yine bu otelde gerçekleşti. Kurmaca ve hayatın birbirine yaklaştığı özel bir deneyimdi. Sanat depomuz havuzun yanındaydı, marangoz atölyemizi de yan bahçeye kurmuştuk. Tatil gibi duyulabilir ama özellikle hazırlık döneminde sabah yediden gece ona kadar çalışıyorduk.
Filmin nostalji ve hasret hislerinin yaratılmasında doksanlara ait prodüksiyon tasarımının
büyük katkısı var. Nasıl bir çalışma yaptınız, hikâyeye neleri dahil ettiniz?
Tasarımcı olarak temel amacım hikâyenin duygusunu destekleyen bir atmosfer yaratmaktı. Gerçekçi ve tutarlı bir dünya kurarken bunun bir dönem filmi diye bağırmamasına dikkat ettim. Ön hazırlık boyunca renk paleti, dokular ve belleğin doğası üzerine bolca konuştuk. Fotoğraf sanatçılarını, filmleri olduğu kadar kendi eski tatil fotoğraflarımızı da referans aldık. Bir yandan da sanat ekibi olarak internet üzerinden araştırma yaptık. Heathrow havaalanının 90’larda çekilmiş görüntülerinden kullanılan fontlar, bagaj etiketleri ve bavul tipolojileri ile ilgili bilgi alırken, Flickr albümlerinde 90’ların Fethiye’sinin izini sürdük; şemsiye, havlu desenleri, deniz gözlük modelleri, havuz başı gösterileri, açık büfede sunulanlar, sokaklardaki araçlar vb. Sonra da bu bilgileri uygulamaya koyduk; depolarda ve antika dükkanlarında döneme ait eşyaları toplamaktan, boş bir sebze halinde Heathrow koridorunu inşa etmeye, Sophie ve Calum’un otel odasını banyo karolarından küvete, mobilyasından perdesine kadar baştan yaratılmasına kadar…Harika ekibime buradan da tekrar teşekkür etmek isterim.
Filmin bu kadar sevilmesini ve başarısını neye bağlıyorsunuz?
Yönetmen Charlotte Wells, Sophie ile aynı yaşlardayken ailesi ile Fethiye’ye tatile gelmiş, bu kendi deyimiyle duygusal açıdan otobiyografik bir film. Hikâyenin duygusal ve duyusal tonuna bu kadar hâkim olduğu için son derece samimi ve sade bir film yaratabildiğini düşünüyorum. Filmi izlerken Sophie’nin kendisi ebeveyn olduktan sonra babasını anlama; tatillerinin en küçük ve sıradan detaylarında bir ipucu bulma çabasına eşlik ediyoruz. Bu yönüyle hafıza üzerine bir film. İzleyicide kendi hatıralarını izliyorlarmış gibi bir his bırakıyor, empati kurmalarını sağlıyor. Bu his çocukluğunu 90’larda geçirmiş kişiler için daha da kuvvetli. Bazı noktaların ucunu açık bırakması da izleyicinin boşlukları doldurmasına izin veriyor ve filmin içine çekiyor. Bu sebeplerle bıraktığı etki uzun soluklu oluyor.