Annesi okumasını istemiş, babası “artist” olmasını. Kırmamış, ikisini birden yapmış. Kitapları okumakla kalmamış, yıllarca sahaflık yaparak satmış, üstüne iki tane de yazmış. Sadece “artist” değil, Türkiye’nin en iyi oyuncularından biri olmayı da başarmış. Kimseye ödeyecek borcu kalmamış. Nejat İşler bugün 50 yaşında duayen bir aktör. Ölümü görüp geri gelmiş bir hayatta kalan. Ve o istese de istemese de, seyircide kredisi bitmeyen, şeytan tüyü zamanla azalmayan bir star. Bu hafta vizyona giren Tamirhane’ de belki de bugüne kadar oynadığı en iyi kalpli karakteri, araba ustası Yılmaz Abi’yi oynuyor. Bu aynı zamanda onun komediye en yakın işi. İşler’ le cahil cesaretinden, terapistlere anlattığımız hikayelerden, iyileri sevmeyen seyirciden, Gümüşlük ’ten neden vazgeçtiğinden ve o gidip de geri geldiği yerden konuştuk. En çok da filmlerden, filmlerden, filmlerden...
Bu hafta benim için bir Nejat İşler 101 dersi gibi oldu. Tamirhane’yi izledim, kitaplarınızı okudum, filmlerinize, röportajlarınıza baktım. Ne kadar dolu dolu bir hayatı olmuş diye düşündüm. Siz geriye dönüp baktığınızda nasıl bir hayat yaşadım diyorsunuz?
Yorgun. Belki de bu yüzden. Bayağı yorgunum. Hep çalıştım. Çocukluğumdan beri çalışıyorum. Hiç durmadım.
Ne yordu sizi?
Hep çalıştım. Çocukluğumdan beri çalışıyorum. Hiç durmadım.
Çok da iyi yönetmenlerle çalıştınız, hep aranan bir oyuncu oldunuz. Kariyerinize dönüp baktığınızda “Keşke” dediğiniz isimler var mı?
Çalışmadığım pek kimse kalmadı benim. Çalışmak isteyip de çalışamadığım bir iki kişi vardır o da kesin konuşmuşuzdur da bir şey yüzünden olmamıştır. Zeki Demirkubuz mesela. Çok konuştuk ama bir türlü olmadı. Denk gelmedi. Hala da çalışabiliriz.
Genç jenerasyondan çalışmak istediğiniz isimler var mı?
Birkaç kişi var. Dışarıdan bakıldığında garip bir ünüm olduğu için benimle çalışmaya çekiniyor olabilirler.
Sizin için “çalışması zor” mu diyorlar?
Sektörde değil de dışarıda öyle biliniyor galiba. Korkuyorlar. Halbuki en uyumlu benim sektörde.
Güncel hayatınızı merak ediyorum. Gümüşlük’ ü kapattınız, İstanbul’a mı taşındınız?
İstanbul’dayım. Taşınmak gibi değil ama oradaki evimi kapattım, burada duruyorum. Otelde kalıyorum.
Gümüşlük’ e dönmeyi düşünüyor musunuz?
Bir yere dönmek, bir yerde kalmak gibi bir düşüncem yok şu anda.
Gümüşlük’ te kendinizi turist atraksiyonu gibi mi hissediyordunuz?
Öyle bir tarafı da var tabii. Pandemi yüzünden bir sürü insan geldi. Köye de geldiler. Köyde de en bilinen adam benim. İstanbul’dan gelen de genelde çevremizden, arkadaşın arkadaşının arkadaşı... Kolay da bulunabilen biriyim. Biraz ondan da sıkıldım. Bir de İstanbul’da işler artınca, “Ben burada ne yapıyorum?” diye düşünmeye başladım.
Görmeye gelen oluyor muydu sizi, fotoğraf makinesiyle hayranlar falan?
Tabii, tabii. Onlardan bir şekilde sıyrılıyordum. Yazın çok kalmıyorum çünkü Bodrum’da. Yazları genelde yurt dışına gidiyorum. Bodrum bambaşka bir yer oldu artık. Büyük şehirleşti. Ama yer müsait değil. Bodrum’a gelip sakin bir hayat sürmek isterken bir anda bilmem kaç dakika trafikte kalmak...Biz zaten trafik olmasın diye oraya gitmişiz. “Ne farkı var?” diye düşünmeye başlıyorsun. Sayfiye gibi gözüken büyük bir kent aslında.
Neden bıraktınız Gümüşlükspor’ u?
Başarı olarak istediğim yere getirdim, ondan sonrası profesyonellerin işiydi benim değil. Şu anda ne durumda bilmiyorum. Maçları takip etmiyorum. Sevgilimden ayrıldım. Ne yapayım yani her gün ne yapıyor diye onu mu takip edeyim? Instagram’ dan bakayım mı her gün ne yapıyor diye? (Gülüyor) Bitmiş gitmiş işte.
Filmini çekmeyi düşünür müsünüz Gümüşlükspor macerasının?
Zaten orada ben film yaptım, altı sene.
Tamirhane komediye en yakın filminiz. Memduh Ün ile Guy Ritchie, Yeşilçam ile komedi-aksiyon arası bir yerde duruyor. Nasıl kabul ettiniz projeyi?
Memduh Ün güzel tespit. Biraz hezeyan halinde kabul ettim aslında. Başka bir işe hazırlanıyordum, o iş patladı. Pandeminin başından beri de “Neden eğlenceli bir iş yapılmıyor?” diye düşünüyordum. Çok kasık işler yapılıyor. Zaten milletin canı burnunda. Bizim sektör de “daha da kasalım bunları” derdinde. Sonra bir gün “Ne yapayım ne yapayım?” diye düşünürken telefon geldi, “Böyle bir senaryo var okur musun?” diye. Herhalde bir saat sürdü okumam, bir saat sonra geri döndüm, “Tamam, yapalım hadi!” dedim. En güzel tarafı yazan oyuncu, yöneten oyuncu. Çok hızlı anlaştık. Filmin sonunda sanki ikincisi olabilirmiş mesajı var.
Ben hiçbir işin ikincisinin olmasını tercih etmem. Ama Kaybedenler Kulübü’ nün ikincisini yaptınız.
Hataydı. Saygı’nın ikinci sezonunu yapmak hataydı. İkiler hatadır. Gerek yok. Çünkü ikinciyi yaptığın zaman ticari bir şeye doğru gidiyorsun demektir. Bir şeyi yaratmışsın çok beğenilmiş, ikincisi ticari oluyor. Seyirci istese de yapma. Aynı ekiple başka bir iş yap. Hikâye mi yok? Neden aynı karakterleri tekrar ediyoruz?
Filmde bir araba ustasını canlandırıyorsunuz. Arabalara merakınız var mıdır?
Yok. Benim ehliyetim bile yok. Hiç düşünmedim almayı bile. Dikkat dağınıklığı var bende. Araba sürerken bir şeye takılır gözüm böyle dalarım. İstanbul’da taksi de yok, pek gidip gelemiyorum o yüzden bir yere.
Yılmaz biraz yetim, biraz mahalle abisi. Karakteri çıkarırken nerelerden ilham aldınız?
Ben de İstanbul’da bir mahallede büyüdüğüm için, normal halim tavrımda da var o. Çok ekstra bir şey yapmadım ama biraz daha durgun oynadım. Çünkü herifler 24 saat tiner içindeler. Kafaları hep yüksek ve durumları hızlı algılayamıyorlar. Filmde bir “Abi deme lazım olur” sohbeti var. Evet iğrenç.
Yılmaz Merve Dizdar’ın canlandırdığı Aynur’a aşık. Aralarında epey yaş farkı var. Aynur “Yılmaz Abi” diyor ama kabul görmüyor. Kadınlar “Abi” diyor olmuyor, “Amca” diyor olmuyor. Filmlerde ve dizilerde “Hayır” cevabı romantize ediliyor ve oradan bir kara sevda devşiriliyor. Neden böyle?
Bu aslında eski Türk filmi trüğüdür. Yeni bir dil değil. Yılmaz’ın tarafı da o eski dili devam ettiriyor. Filmin diğer karakterleri öyle değil. “Hap yap, para kap” düşüncesindeler. Aynur da bunu bildiği için bir gün sadece “Yılmaz” diyor. Herifin hassasiyetini anlıyor. “Abi” diyerek bir noktaya getiriyor. Bir gün “Yılmaz” diyor, tırınk herif âşık oluyor.
Merve Dizdar’la çalışmak nasıldı?
Şahane. Yetişmek zor. Enerjisi çok yüksek. Yerinde durmuyor. Çok iyi oyuncu. Masumlar Apartmanı’nı Ezgi (Mola) ve Merve için izliyordum.
Dizi izler misiniz?
Dizi sevmiyorum. Düzenli bir hayatım olmadığı için takip etmem zor oluyor. Kaçırınca da sinirleniyorum. İzleyeceğim filmler bitmediyse dizi seyretmiyorum. Dijital platformlara da başkasının şifresiyle girerim (Gülüyor). Ben eski bir korsancıyım. Korsandan iki kere alınmışlığım var. Aslında tam korsan da satmadım. Artık basılmayan albümleri satardım mesela. Nitelikli korsandım.
“İyi sümsüktür, seyretmezsin” demiştiniz ama bu filmde baya iyi bir karakteri oynuyorsunuz.
Hoşuma gidiyor karakterin öyle olması. Seyirci muhtemelen “enayi” diyecek (Gülüyor). Eskiden seviyorlardı iyileri, 1970’lerde, artık kötüleri daha çok seviyorlar. Ben canlı kanıtıyım. En çok kötü karakterlerimi severler, hiç iyileri sevmediler.
En çok hangi işiniz için yanınıza gelip konuşur seyirci sizinle?
Erkekler Barda’dan gelir genelde. Eğer modern tiplerse Kaybedenler Kulübü’nden gelirler. Kadınlar yaş grubuna göre değişir ama daha çok dizilerden gelirler.
Barda ’da konu edinilen olaylar çok sarsıcıydı. Şimdi benzer olayları neredeyse her gün yaşıyoruz. Kadınlar, LGBTİ+lar çok daha korumasız. Sizce bugün o kadar çiğ şiddet içeren bir film çekilebilir mi? Veya siz o kadar kadına şiddetin olduğu bir filmde yer alır mısınız?
Evet, neden olmasın? Barda on beş yıl önce yapılmış bir uyarıydı. Ve gerçek bir hikâyeden yapılmış bir uyarı. Artık uyarı kısmını geçtik galiba. “Seyrederken midem bulandı” diyenler vardı. Miden bulansın diye çektik zaten, miden bulansın da yapma. Yapılana da ses çıkar. Ama uyarının faydası olmadı.
Bugün sağda yükselen bir incel alt-kültürü var. “Involuntary celibate” yani “istem dışı bekar” denilen. Bu insanlar kadın düşmanlığını şiddetle birleştiren, terör eylemlerine kadar gidebilecek bir yol izliyorlar. Barda bunu anlatıyordu diyebilir miyiz?
Yapmak istediğimiz buydu aslında. Ama ne biz anlatabildik, ne de kimse dinledi. Çünkü Serdar (Akar) o ara Kurtlar Vadisi’ni çekiyordu. Bir itme başladı Serdar’a karşı. Kimse gözlerini açıp görmedi, kulaklarını açıp dinlemedi bile. Öyle kaynadı gitti. Ama insanlar çok seyretti. Gişede 300 bin falan yapmıştır, toplamda 100 milyondan fazla izlenmiştir. Yazılar yazdılar “Gitmeyin filme!” diye. Bu biraz da benim kaderim. Mustafa Hakkında Her Şey’ de de aynı şey olmuştu. Orada da şiddet var diye “Gitmeyin” demişlerdi.
Mustafa Hakkında Her Şey aslında gey bir hikâyenin heteroseksüelleştirilmiş versiyonu muydu?
Biraz. Bence üstü kapalı olarak öyle bir şey var. Tamamen olamıyor. Neden bilmiyorum, tercih etmiyorlar. Ben hazırım. Ne var ki bunda?
Cehaletle ve cahil cesaretiyle ilgili bir tirat var Tamirhane ’de. “Kimse bilmediğini söylemiyor, bilmediklerimizi biliyormuşuz gibi yapıyoruz” diyor Yılmaz. Bu memleketin sorunlarından biri. Neden söyleyemiyoruz bilmediğimizi?
Bir şeyi kaçırırız diye hissediyoruz herhalde. Günü gününe, saati saatine yaşadığımız için, sen bana “Şu şişe nerede yapılmıştır?” diye sorduğunda ben sana “Bilmiyorum” dersem sanki seninle iletişimim kopacakmış gibi geliyor. Bir şey uydurmam lazım ki konuşmamız devam etsin. İçinde çıkar da var. Seni kaybetmek istemiyor çünkü seninle bir şey düşünüyor, ama yatarız kalkarız, ama bir iş gelir bundan sonra.
Dijital kültürün ilerlemesiyle bir şeyi bilmeme ihtimalimiz kalmadı. Sizin dijitalle aranız nasıl? Kendi işinizi kendiniz görebilir misiniz?
İşimi bazen göremiyorum ama çok büyük sıkıntı yaşamıyorum açıkçası. Bir şeyler yazabilecek kadar biliyorum. Bazen bir dosya çıkarttığımda gülüyorlar, neye güldüklerini anlamıyorum. Fontu ayarlayamamışım, sayfa numarası yazmayı bilmiyorum mesela. Senaryo programı da kullanmıyorum, direkt Word’e yazıyorum. Yazmak teknolojiden en az yararlanan sanat dallarından biri. Aktörlük de biraz öyle. Sizin yerinize oynayacak biri yok. Size destek olacak bir güç yok. Onun profesyoneli Türkiye’de var mı bilmiyorum ama şöyle biri olmalı mesela: Şöhretle nasıl başa çıkacağını, bir iş geldiğinde nasıl halledeceğini anlatacak birisi. Menajer yetmez. Psikiyatrist midir nedir bilmiyorum. Ama bu işi bilen birisi olması lazım.
Gider misiniz terapiye?
Gitmem. Ama gittim. İlaç almaya gittim. “Biz bir konuşalım da, sonra veririz ilacı” diyorlar. Ben de bir an evvel bitsin diye, ezberlediğim şeyler var kendi hayatımla ilgili, onları anlatıyordum. “Yeter mi?” “Tamam İlacı alayım.”
"Baskı dünyada her yerde var"
Sözünü sakınmadan anlatan bir tarafınız var. Son zamanlarda sinemacıların da yüksek sesle konuştuğunu görüyoruz. Antalya Film Festivali ve üstüne Boğaziçi Film Festivali’nde yaşananları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Dünyada da böyle. Baskı her yerde var. Trump seçildiğinde insanlar “F*ck Trump” diye bağırıyordu. Bunlar hiçbir şey.
Yumurta ve Şehnaz Tango’ da beraber çalıştığınız Semih Kaplanoğlu bugün iktidara yakın bir yerde duruyor. Tekrar size bir teklifle gelse çalışır mısınız?
Senaryoya bakarım. Kafadan hayır demem, nasıl diyeyim? Epeydir görüşmüyoruz ama Semih çok eski arkadaşım. Beraber bir sürü iş yaptık.
Sanatçının ticari bir meta olmasına karşı bir duruşunuz var ama bir yandan da reklam dünyasında aranan bir seslendirme sanatçısısınız. İkisini nasıl bağdaştırıyorsunuz?
Reklam işlerini seçiyorum. Ticari meta olmakla ilgili bir derdim yok, ben bunu kabul ettim. Böyle olduğunu söylüyorum sadece. Hiçbirimiz çok değerli şeyler yapmıyoruz. Sonunda hepimiz ticari metayız. Amerika’yı keşfetmiyoruz, Biontech’i biz kurmadık. Çocuklar bugün çevre sorunlarına dikkat çekmek için milyarlık resimlere boya atıyor. O resme değil, fiyatına atıyor aslında. Onayladığım için söylemiyorum. Başka bir yöntem bulunabilir. Ama dünya konuşuyor mu şu anda bunu, konuşuyor. Van Gogh zavallılık içinde yaşarken bir tablosunun yirmi milyon dolar olacağını düşünebilir miydi? Ölmüş adam bile ticari meta, ben mi değilim?
Elon Musk’ın Twitter ’da mavi tikleri paralı yapmasına ne diyorsunuz?
En güzel cevabı (Selahattin) Demirtaş vermiş. “Sizin bize para vermeniz lazım, yedi dolara fit olurum” demiş. Enayice bir şey. Büyük ihtimalle tamamen kapatırım. Zaten her özlü sözün altına benim ismimi yazdıklarında mecburen açmıştım sosyal medya hesaplarımı. Birinci kitabın adı onun için Gerçek Hesap Bu.
Kim yazıyordu o sözleri?
Birden fazla kişi. Hala da devam ediyor. Tanıdığım biri olduğunu sanmıyorum. Benim öyle afilli laflar edecek bir tanıdığım yok. Bir tanesinin bir kadın olduğunu düşünüyorum. Tedaviniz sırasında çok fazla dolanan bir paragraf vardı. Sonunda da “Ben gidiyorum dediğimde gitme diyen birini değil, 'ben de geliyorum, yalnız gidemezsin' diyen birini istiyorum" diyordu. O lafı siz mi yazdınız mesela?
Alakam yok. Bana ne ya. Ben öyle hava atacak bir insan değilim. İlişki uzmanı, kadın uzmanı falan da değilim. Olamam da zaten. Bir kadın yazmış bence onu da.
Neden size böyle bir rol biçmişler peki? Çok fazla romantik prens rollerinde oynayan bir aktör de değilsiniz.
Herhâlde diziler yüzünden. Bir de üstüne hastalık gelince çok konuşuldum. O sene Google aramalarında birinci sıradaymışım. Ben yokken ortalık boş kalıyor, ben konuşamayınca bir sürü insan konuşuyor.
"Gidip geldiysen bir şey değişiyor"
Ben de “Sağlığınız nasıl?” diye sormak zorunda hissediyorum kendimi.
Gördüğün gibi.
Çok sıkıldınız mı bu sorudan? “Sana ne hayat benim hayatım” demek geçiyor mu içinizden?
Sekiz sene oldu bitmedi. Her gün soruluyor. Tabii ki sıkılıyorum. Eskiler sormuyor ama yeni tanıyanlar soruyor. Her gün en az bir kere, evden çıkmasam bile mutlaka bir soru geliyor. Bir işe başlarken daha evvel çalışmadığım birisiyse direkt bana değil ama menajerime soruyorlar. “Yapabilir mi?” falan.
Matthew Perry hayatını anlatan bir kitap yazdı. Çok ciddi ameliyatlar geçiriyor, haftalarca komada kalıyor, kalın bağırsağı patlıyor, çünkü alkol bağımlılığı var. Şimdi iki senedir ayık ve kitabı başkalarına yardım etmek için yazdığını, hayat amacının artık bu olduğunu söylüyor. Sizin de bir çok röportajınızda çok benzer sözlere rastladım. ‘Bundan sonra hayatımı başkaları için yaşayacağım. Birinin hayatını değiştirirsem iyi anlamda, bana yetecek”. Nasıl bir paralellik bu? İyileşme sürecinin veya bir öğretinin bir parçası mı?
Ölümü yakından görmenin bir sonucu herhalde. Çünkü öldüm bitti işte. Gördüm işte orayı. Az daha bitmişti. Ben zaten hiçbir zaman süper bencilce yaşayan bir tip olmadım. Ama demek ki Matthew Perry de benimle hemen hemen ortak mahallelerde yetişmiş.
Gördüğünüz en karanlık yer nasıl bir yerdi?
Karanlık değildi işte. Güzel de değildi. Anlatamam ki. Umarım kimsenin başına gelmez de, anlatamam. Ne karanlık ne güzel, bambaşka bir şey olduğunu söyleyebilirim. Ama bunu söylerler. Benzer hikâyeleri yaşayanlardan ortak bir görü çıkıyor. Bir kere bile denk gelmişsen buna, ama gerçekten kıyısına gidip gelmişsen, bir şey oluyor.
Hala o başkalarına yardım etme isteğiniz devam ediyor mu?
Bilmiyorum. Ona tarih karar verecek.
Youtube’da Caner Özyurtlu’ nun programında izledim sizi. Harika tavsiye veriyorsunuz, mesleki yönlendirmeler yapıyorsunuz. Ders vermeyi düşünür müsünüz?
Ders veremem. Denedim olmadı. Disiplinsizim o konuda. Hep kendi öğrenciliğim gibi düşünüyorum karşımdakini ama dil değişti, öyle değil. Oyunculuk dersi veriyordum Muğla Üniversitesi’nde ama beceremedim. Bir sürü faktörün yan yana gelmesi lazım, ben eksik kaldım. Eksik kalınca da “Çocukların zamanını almayayım bari” dedim ve bıraktım. Yanlış yönlendirmeyeyim diye. Kimse İngilizce bilmiyor, kimse derse gelmiyor. Devamlılık yok. Üstüne bazen yönetim de müdahale etmeye kalkıyor. Ben istediğim şeyi yapamıyorum. Ben de daha öğreniyorum. Öğretmenlik neyime?
Çok tecrübeli bir oyuncusunuz. Tamirhane’yi çekerken size akıl-fikir soran olmuştur mutlaka.
Belki de onun için istediler beni. Bana bir şey sormazlar ama bakarlar. Bakınca anlarım, ben de söylerim fikrimi. Ben de sahnem bitince bakarım gözlere, biri bir şey desin isterim.
Siz kendi deyiminizle “itirazcı ve önerici bir stille” çalışan bir aktörsünüz. Bu filmde yaptığınız öneriler oldu mu?
Bir milyon tane. Diyalektik çalışmayı severim ben. Senaryo “Bu sigara paketini alacaksın buraya koyacaksın” diyor mesela. Ben de diyorum ki “Alayım, ama şu kenarını yırtayım öyle koyayım”. Çünkü bunu yırtarken bir şey demek istiyorum. Yönetmen dinliyor, hoşuna giderse öyle yapıyorum. “Gerek yok” derse onun dediğini yapıyorum. Bazen de diyor ki “Onu da yapalım onu da yapalım seçeriz”. Böyle çalışıyorum.
Hayal kırıklığı oluyor mu kurgusu bitmiş bir işi izlediğinizde, “Benim şu tekrarım çok daha iyiydi” dediğiniz?
Çok. Ama bu iş böyle. Film yönetmenin işi. Hatta artık yapımcının da işi. Tiyatro benim işim, benim alanım.
Tiyatro yapmıyorsunuz ama artık.
Bakalım bir niyet var. Kendi yazdığım bir metin değil, klasik bir metni oynamayı düşünüyorum.
Başka ne projeleriniz var yakın gelecek için? Mutlaka yönetmenlik planınız vardır. Hikayeleriniz sinemaya uyarlamaya çok uygun.
Var. Ben Hep Senin Yanındaydım kitabımdaki Ahmet’in Öyküsü ‘nü senaryolaştırıyorum. Bir Hamlet uyarlaması.
Filmi çekildiğinde sizi kimin oynamasını istersiniz?
O hikâyede gençliğim var. Arıyorum. Dizileri de o yüzden seyrediyorum. Dizilerden cast yapıyorum. Aslında oyunlara gidip bakmak lazım. Ama benim için zor. Çünkü sahneye atlamak istiyorum, ben yapmak istiyorum. Bir de oyundan çıktıktan sonra berbat bir oyun seyrettin ne yapacaksın? Gelip fikrini soruyorlar.
Beğenmediğiniz bir performans için kullandığınız kibarlık cümleleri var mı?
Temiz bir iş. Enteresan. Elinize sağlık. Enerjiniz çok iyi. (Gülüyor)
Netflix için de Mehmet Eroğlu’nun İyi Adamın On Günü romanını filme çektiniz. Arka arkaya üç film olacak. İyi Adamın On Günü, Kötü Adamın On Günü, Meraklı Adamın On Günü. Uluç Bayraktar yönetmeni. Meraklı’ yı daha çekmedik, 2023’te çekilecek. Çekerken eğleniyoruz, iyi hissediyorum kendimi. Mehmet Eroğlu romanından uyarlanan bir film daha çekmiştik: 9,75. Uluç ile aramızda şakalaşıyoruz: Bana “Mehmet Eroğlu’nun alter egosu” diyorlar. Çok büyük kazıklar yemiş ve hayatla bağı tamamen kopmuş ama aslında akıllı bir adamı oynuyorum. Bazı merakları var: Okumak, seyahat, film ve dedektiflik. Bu meraklarını onu kullananlarla hesaplaşmak için kullanıyor.
Bir iyiden kötüye dönme hikayesi de var içinde. Sizi İyiden kötüye ne çevirir?
Birkaç sağlam tokat yersem bir süre sonra “Artık yeter” derim. Karakterin dönüşümü aslında bir neslin de dönüşümünü anlatıyor. Bir süre sonra çağın diline uyum sağlıyor. Çağın dili de kötülük bence.
Ben Hep Senin Yanındaydım kitabınızda Yıkım Günlüğü isminde bir gelecek anlatısı var, o da biraz karamsar, bir distopya.
Bence tam tersi. Bence o bir ütopya. İlkel olması ütopik. En ilkeli işte: Çalmak çırpmak, yatmak kalkmak, zevk peşinde koşmak.
Hikâyede ekonomik ve sosyal sistem çökmüş, insan en primitif haline dönmüş. Ama aşk hep devam ediyor.
Tabii canım. Kölelik varken köleler sevişmiyor muydu? İçki içmiyorlar mıydı, yemek yemiyorlar mıydı?
Her şey çöktüğünde geriye ne kalır?
Her şey çöktüğünde umarım sadece en başta var olan şeyler kalır, umarım geriye sadece hayat kalır.