19 Nisan 2024, Cuma
03.12.2021 04:30

Bu aşka ilahi diyemem

Halk anlatılarından, Shakespeare, Goethe, Nazım Hikmet gibi büyük yazarlara ve şairlere kadar dünya edebiyatında aşk hikayeleri önemli bir yer tutar. Genellikle de bu hikayeler aşıkların adını taşır. Aklımıza gelen birkaç tanesini hemen sayıverelim: Romeo ve Julyet, Tristan ve İsolde, Tahir ile Zühre, Ferhad ile Şirin, Kerem ile Aslı, Mem u Zin. Dikkatinizi çekti mi bilmem; Doğu’da olsun Batı’da olsun bu aşk hikayelerinde hep erkeğin ismi öndedir.  Erkek egemen toplumlarda böyle olması doğal kabul edilmiş, fark edilmemiş bile. Bunun (benim bildiğim kadarıyla) tek istisnası Leyla ve Mecnun.  Kadın adının önde olduğu tek destanın Arap kültüründen çıkmış olması da ayrı bir düşünce konusu ama durum bu. Kadını öncelemiş bir hikayeden söz ediyoruz burada. Bu yüzden destanla ilgili diğer yaratılarda da hep Leyla anılıyor. Mohsen Namju’nun söylediği güzel İran şarkısı ‘Ey Sareban’da ölümü simgeleyen kervancıya ‘Ey kervancı, Leyla’mı nereye götürüyorsun’ deniyor.  Leyla kara sevdayla bağlanılan, aşık olunan kadınların ortak simgesi gibi.  Genceli Nizami, Ali Şir Nevai gibi büyük şairlerden sonra Fuzuli’nin yarattığı Leyla ve Mecnun mesnevisi ise bence dünya aşk edebiyatının başyapıtı. Ya rab belayı aşk ile kıl aşina beni bir dem bela-yı aşktan etme cüda beni (Tanrım, aşk belasıyla  beni aşina kıl bir an bile aşk belasından  uzak tutma beni) Bu dizeler, bütün belasına rağmen aşkla çile çekme, onun ateşinde yanıp kavrulma dileği gibi evrensel bir temayı müthiş bir ritimle dile getirmesi bakımından çok değerli. Şöyle devam ediyor şiir: az eyleme inayetini  ehl-i dertten yani ki çoh belâlara kıl  müptelâ beni

Leyla ile Mecnun'un Nizami uyarlamasından bir sahne. Leyla ile Mecnun ölümlerinden önce son defa biraraya gelir. İkisi de bayılmıştır; yabani hayvanlar çifti davetsiz misafirlerden korurken, Mecdız'ın yaşlı kulağı da Leyla'yı ayıltmaya çalışır. 16’ncı yüzyılın sonlarında yapılmış bir çizim. (Vikipedi)
Leyla ile Mecnun'un Nizami uyarlamasından bir sahne. Leyla ile Mecnun ölümlerinden önce son defa biraraya gelir. İkisi de bayılmıştır; yabani hayvanlar çifti davetsiz misafirlerden korurken, Mecdız'ın yaşlı kulağı da Leyla'yı ayıltmaya çalışır. 16’ncı yüzyılın sonlarında yapılmış bir çizim. (Vikipedi)
(az eyleme yardımını  dertlilerden, yani çok aşk belaları  ver bana) gittikçe hüsnün  eyleziyâde nigârımın geldikçe derdine  beter et müptelâ beni (gittikçe artır sevgilimin güzelliğini, bana gelince onun derdine  daha çok müptela et beni) öyle zaîf kıl tenimi  firkatinde kim vaslına mümkün ola yetürmek sabâ beni (onun ayrılığında öyle zayıflat beni ki saba yeli beni ona ulaştırabilsin) nahvet kılıp nasîb  fuzuli gibi bana yâ rab mukayyed eyleme mutlak bana beni (ya rabbi bana fuzuli gibi gurur verme asla beni bana bırakma)

Aşka aşık olmak

İmr ul Kays, Mevlana, Hafız, Sadi-i Şirazi gibi pek çok Doğu şairinin, sevgiliyi bir simge olarak ele alıp aşkın kendisine aşık olmak fikrini işlediğini görürüz. Çünkü Doğu’da şiir Batı’dan farklı olarak kutsallık taşır.  İslamiyet öncesi Kabe gibi en kutsal mekanda yedi  şiirin asılı olması bugün bile şaşırtıcı gelebilir insanlara.  Aşk, Batı’da bedeni, Doğu’da ilahi olarak algılanır. Mevlana Celaleddin bedensel aşkla ilahi aşk arasında kalma azabını olağanüstü dizelerle ifade eder: ‘Bu aşka ilahi diyemem  korkarım Cismani diyemem utanırım’ Neredeyse bir itiraf anlamı yüklenebilecek olan bu müthiş anlatım, aşkın bedensel biçiminin yüceltildiği post modern kültüre ne kadar yabancı değil mi? İncelikler böyle kayboluyor işte. Şairleri suçlamayın, hayatın şiiri kalmıyor. 

Ve Kerem

Bizim halk edebiyatımızda önemli yer tutan aşk hikayeleri, eskiden pazarlarda, renkli naif bir kapak içinde incecik broşürler halinde beş kuruşa satılırdı. Ama beş kuruş olduğuna bakmayın, yüzyılların sözlü edebiyatını sürdüren ustaların dilinde arına arına, eklene eklene, yeni yaratılarla zenginleştirilerek yüce bir edebiyat yaratısına dönüşmüş eserlerdi bunlar. Kerem ile Aslı hikayesinden tek bir örnek vereyim. Aslı için yanıp yakılan, yıllarca onu her yerde arayan Kerem sonunda sevgilisine kavuşur. Eski deyimle halvet olurlar, yani baş başa kalırlar. Vuslat anıdır bu ama hikaye ‘onlar ermiş muradına’ demek olan Hollywood ‘mutlu son’ formülüyle bitmez. Kerem, Aslı’nın kırk düğmeli hırkasını çözmeye başlar ama ikinci düğmeye geçtiği anda birinci tekrar iliklenir. Çünkü Aslı’nın zalim babasının ördürdüğü sihirli bir hırkadır bu. Kerem çok uğraşır ama hırkayı çıkaramaz, sevdiğinin tenine dokunamaz ve bu acıyla yanar, kül olur.   Yıllar sonra bir büyük şair de çıkar ‘Kül olayım Kerem gibi yana yana’ diye muhteşem bir şiir yazarak, büyük bir yaratıcının halkının kültürünü dışlamadan, hatta ona yaslanarak büyük modern yapıtlar oluşturmasının örneğini verir. Artık bu düzeyde ‘Folklor sanata düşman’ denilemez. Çünkü hikayenin sonu, Grek mitolojisindeki cezalarla karşılaştırılabilecek kadar büyüktür, bir çeşit ‘aşk Sisifos’udur. Yazının burasında sözü tamamlamak açısından size eski bir yazımı sunmak geldi içimden. Bir yandan da düşündüm; bugün kimse ilgilenmiyor ama ne güzel bir kültürümüz vardı bizim. Sanatçıların, geçmişle ve halkla bağını koparmadığı dönemlerde ne güzel eserler verilebiliyordu. İyi ki bu, Amerikan kitle kültürünün cahilleştirme sürecine dahil olmadan önce bu ülkenin güzel günlerini görmüşüz.

Egoyu sadece aşk yenebilir

Her insan egosu tarafından yönetilir. Kendimizi özgür sanırız ama aslında egomuzun esiriyizdir. İçimizdeki esas “ben” sahibimizdir. Bizim yerimize kararları o alır, bizi çeşitli ruh durumlarına sokar. Hiç istemeden öfkelenmemizin, sinirlenmemizin altında bu vardır. Hırslarımızı ego yönetir. Aklımız ne kadar başka türlü söylese de ego “Hayır” der, “öyle değil böyle davran.” Ve biz ister istemez onu dinleriz. *** Her şeyi yapabilirsiniz ama insanın egosuna dokunamazsınız. Bunu yaptığınız anda karşınızdaki insanın çıldırdığını, her türlü deliliği yapma noktasına geldiğini, hatta sizi öldürmek istediğini fark edersiniz. Ego, insanı mantık dışı noktalara sürükler. Kadınla erkeği düşman kılan, arkadaşlıkları bozan, siyaseti çekilmez hale getiren şey egodur. Milyonlarca insanın öldürüldüğü savaşları, çoğu zaman iki komutanın egosu yönetir. Birbirlerinden çok uzak oldukları, hatta hiç karşılaşmadıkları halde başka insanların hayatı üstünden bir ego oyunu oynarlar. Galip komutanın rakibine uzaktan “Seni yendim ey bilmem kim!” demesi bundandır. *** Bütün dinler egoyu terbiye etmek, hatta sindirmek üzerine kurulmuştur. Bazı çilekeşlerin kendi bedenlerine eziyet etmeleri, aç kalmaları, kadınsız bir hayatı tercih etmeleri, mağaralara inzivaya çekilmeleri, nefsi yani egoyu terbiye etmek içindir. Tanrı buyrukları, peygamber sözleri hep “şeytan” olarak tanımlanan egonun insanı aldatmasını engellemeyi hedefler. İnsanın efendisinin ego değil, Tanrı olmasını sağlamaya yöneliktir. Bu yüzden de bütün kutsal kitaplar insana bu dünyanın geçici bir sınav yeri olduğunu, dünya zevklerine kapılmaması gerektiğini, asıl yaşamın öbür dünyada olduğunu vurgular ve sürekli olarak ölümü hatırlatır. Çünkü ölüm egoyu da öldürecektir. *** Olgunluk, bilgelik egoyu denetim altına almak demektir. Bazı insanların sözleri hatta yazıları buram buram ego kokar. O kişi sürekli savunma halindedir. Hangi konudan söz açılsa, “ben” diye düşünür ve cevap verir. O gizli ve derin egosunu zaman zaman gözlerinde, sesinde, kelimelerinde görebilirsiniz. Egolarının kölesi olan bu tip insanlar, ömür boyu huzur bulamazlar. *** Egoyu öldüren tek şey aşktır. Gerçek, derin, tutkulu, özverili, canını verecek, kendi kimliğini silip eritecek, yok edecek kadar büyük bir aşk. Böyle bir esrimenin karşısında ego yaşayamaz, insan üzerindeki egemenliğini sürdüremez. Yenilmeye mahkûmdur. Kendi varlığını başka bir varlık içinde eritmek isteyen kişi çok güçlüdür. Yenen değil yenilen olmak ister; kazanan değil kaybeden, bencillik değil fedakârlık yapan olmaya çalışır. Çünkü ego onun efendisi değildir artık. Adına aşk denilen yeni bir efendisi vardır.